Almanya’yı zor günler bekliyor. İşsizlik, fakirlik, zorlaşan hayat koşulları, toplumsal ayrışmalar, güvensizlik, geri ödenmesi gerken “korona kredileri” ve bunların getireceği yeni ırkçı-faşist eğilimlerin önünün açılması…
Geçtiğimiz temmuz ayından bu yana “Avrupa’da ikinci dalga geliyor” çığlıkları medyadan hiç eksik olmadı. Aylarca sürdürülen bu tek sesli propaganda yaz aylarında kimsenin umurunda değilken sonbaharda vaka sayılarının arması ile toplumda ekilen tohumlar yeşermeye başladı. Dozu artırılan propaganda ile korku ve panik ortamı yaratıldı.
Bir yanda “ikinci dalga geliyor” söylemleri diğer yanda marttan bu yana alınması gereken acil sağlık önlemlerinin alınmaması bir çelişki yaratıyorsa da onu eleştirebilecek parlamento içi ve dışı muhalefetin susturulması ile “yarı kapatma” durumuna gelindi. Böylece hesap verme sorunu da çözülmüş oldu. Martta verilen sözlere, atılan nutuklara rağmen halen yaşlılar ve bakım evlerinde ölümlerin önüne geçilmiyor. Sorumlular susuyor, muhalefet sormuyor, sorgulamıyor.
Ayladır her eyaletin “keyfine” göre aldığı birbiri ile çelişen farklı kararlar mahkemelerce iptal edilirken bu durumun toplumda soru işaretleri yaratması eyaletler düzeyinde ortak bir Önlem Paketini zorunlu hale getirmişti.
Şimdilik tüm kasım ayı boyunca sürecek bir “Ortak Önlem Paketi” karara bağlandı. Uzatılıp uzatılmayacağına vaka sayılarına bakılarak karar verilecek.
Alınan önlemlere göre, sadece iki ailenin fertleri en fazla 10 kişi olmak şartı ile bir araya gelebilir. Restoranlar, kafeler, barlar (dışarıya satış serbest); tiyatrolar, sinemalar, müzeler, havuzlar, saunalar, masaj salonları, kozmetik salonları, spor salonları ve oteller kapanıyor.
Burada dikkat çeken bir nokta, bazı otellerin şirket yöneticilerine açık olması. Diğer tüm müşteriler bir iki günde valizlerini toplayarak oteli terk etmek zorunda kaldı. Evlerine nasıl dönecekleri, yani uçak tren bileti bulup bulamamaları kimseyi ilgilendirmiyor.
Tüm bu önlemler toplum açısından ne anlama geliyor? Birincisi yüz binlerce insan işsiz kalacak ve devletin yardımına muhtaç olacak. İkincisi işyeri sahipleri kira ve yan giderler altında ezilecek. Şu ana kadar bir yardım söz konusu değil. Buralarda çalışanlar ve kısa saatli yardımcı işçiler tekrar işsiz kalacak. Özellikle öğrenciler okul masraflarını ev kiralarını ve geçim masraflarını böyle yerlerde çalışarak kazanıyorları. 1. Önlem Paketi sürecinde (mart-haziran) kredi alamak zorunda kalan öğrencilerin birkaç ayda biriken borcu 1 milyar avroya yaklaştı. Bu kısıtlamalarla ne kadar öğrencinin buna dayanacağı ve ne kadarının okulu bırakıp ailelerinin yanına döneceğini kimse kestiremiyor.
Öte yandan çocuklu kadınların tek kazanç kaynağı ellerinden alınmış olacak. Kazandıkları düşük ücrete ek aldıkları bahşişlerle yaşamlarını sürdürenler için yeni bir süreç başlıyor. Tedarikçi firmalarda çalışan insanlar, şoförler büyük bir ihtimalle işlerini kaybedecek. Restoran, bar vb. yerlerde çalışanların tekrar aynı ücretle işe girip giremeyeceği de meçhul. Almanya’da uzun yıllardır uygulanan neoliberal politikalar sonucu iflas eden dükkan sayısı ortalama 60 bin. Bu sayı 2020 sonuna ya da 31 Mart 2021 tarihine kadar 100 binleri bulacak.
Marttaki gibi kapsamlı bir kapanma değildi, öyle de oldu. O zamanda sistem için vazgeçilmez görülen sektörlerde çalışanlar, yani toplam çalışan kesimin yüzde 60’ı zaten çalışmaya devam etmişti. Yeni olan şey okulların ve kreşlerin açılması. Fakat onların da bir vaka açığa çıkması halinde kapatılması söz konusu. Birçok insan hala kısa çalışmada ya da evden çalışır halde. Kısa çalışma 2021 yılının sonuna kadar uzatılmış ye birçok işveren tarafından uygulanmıştı. Şimdi “işlerin açılmasına” rağmen hala uygulanıyor ve çalışanlar kısa sürede aynı miktarda mal üretmeye zorlanıyorlar. Kendi işçisini kısa çalışmada tutup işler yoğunlaştığında taşeron fimalardan kısa süreli olarak işçi alanların sayısı hiç de az değil. Kısa çalışanlar ücretinin yüzde 60’ını alıyor (çocuğu olanlar yüzde 67’sini alıyor). Bu da birçok insanı ciddi geçim sıkıntısına sokuyor. Aynı şey hastane ve klinikler için de geçerli. 400 bin sağlık çalışanı ikinci dalgaya rağmen kısa çalışmada tutuluyor ve işgücü, gerektiğinde taşeron firmalardan temin ediliyor.
Hiç kimse kendini sorumlu görmüyor. Siyasi partiler bu rahatsız edici konuların açılmasını, sorgulanmasını istemiyor. Sendikalardan, parlamento dışı muhalefetten ses çıkmıyor. Sanki hepsi topluma “kendi başınızın çaresine bakın” der gibi sessizliğe bürünmüş durumdalar. Tuzu kuru olanlar ya hallerinden memnun ya da hedef gösterilmemek için susuyor.
Bu sessizlik toplumda korku ve paniğe sebep oluyor. Sokaklara çıkmıyor, Merkel’in dediğini kelimesi kelimesine uyguluyorlar. Çalışmak zorunda olanlar için bir slogan bulmak gerekirse sanırım en uygunu “Workers Lives Matter” (İşçilerin Hayatı da Değerlidir) olurdu.
Alman sağlık sisteminin diğer Avrupa ülkeleri karşısında daha iyi durumda olduğu bir gerçek. Buna rağmen geçmişte yapılan bazı hataların sonuçları tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. Kapatılan hastaneler, özeleştirmeler, yeterli personelin olmaması gibi birçok sorun aradan yıllar geçmesine rağmen çözüm bekliyor.
2012 yılında bir devlet kuruluşu olan ve sağlık bakanlığına bağlı “Robert Koch Institut” epidemilere ilişkin birçok soruna değinerek özellikle yaşlılar evi, bakım evleri ve hastaneler için alınması gereken acil önlem paketi önermişti.[1]
Son olarak 2018 yılında Almanya’da 25 bin insanın ölümüne sebep olan influenza salgınında gerek doktorlar gerekse de bütün sağlık örgütleri durumun ne kadar acil olduğunu ortaya koyan açıklamalar yapmışlardı.
Bunlardan en önemlileri yoğun bakım yataklarının eksikliğine değil orada çalışacak personelin olmadığı üzerine yoğunlaşmıştı.[2] Kötü, yoğun çalışma şartları ve ücretlerin düşük olması yeni nesillerde bu mesleğe olan ilgiyi düşürürken hastane yönetimleri ve siyasiler sorunların çözülmesi için adım atmak yerine bunun çözümünü diğer ülkelerden hemşire “çalarak” örtmeye çalıştı ya da personel sıkıntısından kullanılamayan yatakları “açığa alarak” sorunu ciddiye bile almadılar. Sonuçta sorunlar hep ötelenerek bugünlere gelindi. Dönem dönem bazı yerlerde yoğun bakım yataklarının dolu olması kısa dönemli sıkıntı yaratsa da Almanya’da çözülemecek bir sorun değil. 2018 yılındaki büyük salgında sadece bazı hastanelerde yoğun bakım doluluk oranı yüzde 77’i buluyordu. İlginç bir örnek; mart ayında sınırlar kapatıldığında Bavyera eyaleti Çek Cumhuriyeti’ne baskı kurarak sınırlarını sağlık çalışanlarına açmasını dayattı ve başarılı da oldu. Ne kadar sağlık çalışanı her gün Almanya’da çalışıp mesai sonunda Çek Cumhuriyeti’ne geri dönüyor? Sadece Saksonya’da 311 Çek doktor çalışıyor. Tüm Almanya’da bu rakam binin üzerinde. Daha önce yine Sendika.Org’da yayımlanan yazımda[3] Avrupa’nın büyük ülkelerine gelen işgücü göçünü yazmıştım.
Şimdi sayısal verilerle son yıllardaki gelişmelere açıklık getirelim. Hastanelerde son yıllarda normal yatak sayısı düşerken yoğun bakım yatak sayısında artış var. Bunu bazıları Almanya’da artan yaşlı nüfusuna bağlamak istese de esas sebep maddi gelir. Normal yatakta yatan bir hastanın getirdiği miktar ile yoğun bakımda yatan bir hastanın getirdiği aynı değil. Aradaki fark o kadar yüksek ki özel hastaneler normal yatakları kaldırıp yerine yoğun bakım yatakları koyuyorlar.
1991 yılında 2 bin 411 hastanede 666 bin normal yatak var iken, bu miktar 2018 yılında bin 925 hastane ve 498 bin yatağa düşmüş durumda. Hastahane sayısındaki düşüş de dikkatinizi çekmiştir. 1991 yılında 20 bin 200 olan yoğun bakım yatak sayısı 2018 yılında 27 bin 500’e ulaşmış durumda. Hala eksik olan tek şey personel yani o yatakların başında çalışacak özel eğitimli hemşireler.
2018’de sürdürülen tartışmalarda özellikle bir nokta dikkat çekiyordu. Eleştiri konusu, yaşlı insanların gerekli olmadığı halde yoğun bakıma alınması ve orada ölümlerine kadar tutulması idi. Buna özel bir isim de takılmıştı “Yaşam sonuna kadar bakım” (Ubertherapie am Lebensende).[4] Acı ama gerçek; ölüme yakın insanların son günlerinde para kazanmak için ailesinden, yakınlarından izole edilmesi kabul edilecek bir durum değil. Buna benzer yüzlerce uygulama var. Örneğin başka rahatsızlıklardan hastahanelerde tedavi görenler çok kısa sürelerde daha ameliyat yaraları tam iyileşmemişken tahliye ediliyorlar. Burada hastalık sigortalarının artık sadece tedavi başına para ödemeleri ve süreyi göz önüne almaması büyük rol oynuyor. “Tedavi bitti, hadi evine git, gerisini ev doktoru yapar” anlayışı hâkim durumda.
Gerekli olmayan ameliyatların yapılması, pahalı ilaçların yazılması, gereksiz tedaviler de Alman sigorta sistemini zorluyor ve korona sonrasında aylık ödemelerin yükseltilmesine kesin gözüyle bakılıyor.
Korona döneminde sağlıkta dar boğaz yaşanacak korkusu ile Merkel hükümeti KHK ile hastanelere korona hastaları için rezerve edilmiş her yatak için günlük 560 avro ödenmesini kararlaştırdı. Bu da birçok hastanın hastaneye alınmamasına ya da kısa sürede tahliye edilmesine sebep oldu.
Kimse çıkıp da “Neden 2012’de RKİ’nin hazırladığı önlemler paketini uygulamadınız?” diye sormuyor. Uygulasaydınız binlerce korumaya muhtaç yaşlının birçok hastanın pandemi sırasında ölmesine engel olabilirdiniz, bunun sorumluluğu parlementoda oturan tüm partilerde değil mi? Bu son kısıtlamalar gelmeden önce yani yazın hangi önlemleri aldınız? 7 ay geçmesine ramen neden bugün halen yaşlı bakım yurtlarında kalan yaşlıların ölümünde artış var, diye sorsan cevaplayacak kimse yok.
Huzursuzluklar baş gösterse de muhalefet partilerinden Alman Sol Parti ve Yeşiller Partisi kararlara katılmak için parlementonun tekrar işlevini kazanmasını zorluyorlarsa da alınan kararları destekliyorlar. Onları rahatsız eden şey alınan önlemlerin içeriği ya da yaratacağı etkiler değil, kendilerinin söz sahibi olmaması. Pandemi basında sağlık bakanlığına olağan üstü yetkiler veren yasa değişikliğini kendileri onaylamıştı. Merkel hükümeti bu diktatörümsü yetki ile “Korona sürecini” istediği kadar uzatıp parlamentoyu devre dışı bırakabilir. Şimdi 7 ay sonra kendi kazdıkları kuyuya düştüklerinin farkına varmış olmalılar ki kervana katılmak için ricada bulunuyorlar sanki. İkinci bulaşıcı hastalıklar yasasının genişletilmesine karşı çıksalar da yasanın önümüzdeki haftalarda çıkması mümkün. Bu genişletilen yasa, demokrasinin altını oyarken aynı Fransa’da, İspanya’da olduğu gibi OHAL’li (sürekli ve gerekli olduğunda devreye sokulacak) bir otoriter yönetimin önünü açıyor. Düşünün bir kere, ileride büyük partiler ırkçı AFD ile koalisyon yapar ve onlara sağlık bakanlığını verirlerse OHAL ile bugünlerde yaşadığımız gibi parlementoyu saf dışı bırakan bir güce sahip olacaklar. Bu tabii tüm partiler için de geçerli. Neoliberalizmin istediği gibi at koşturacağı bir ortamın yaratılması sadece temsili bir demokrasi, temsili bir parlementodan geçiyor.
Bilinen kurumsal mekanizmaların tamamen devre dışı bırakılacağına basit bir örnek vereyim. Hepimizin hatırlayacağı gibi 2013 yılında Avrupa Birliği ve ABD arasında Ticaret ve Yatırım Anlaşması (Transatlantische Handels und Investitionspartnerschaft -TTİP) için müzakerelere başlanmış ve bazı yerel yönetimlerin itirazları sonucunda bir türlü anlaşma imzalanamamıştı. Trump’ın iktidara gelmesi ile 2017 yılında müzakereler dondurulmuştu. Anlaşmanın ve itirazların en önemli noktası, ticari anlaşmazlıklarda resmi mahkemelerin devre dışı bırakılması ve onun yerine iki tarafı uzlaştıracak özel mahkemelerin görevlendirilmesi idi. Bu mahkemelerin esas fonksiyonu tabii ki yatırımcıyı korumak olacak.
Bunun birçok örneğini ABD ve Kanada arasındaki anlaşmazlıklarda gördük. Son olarak Avusturyalı bir şirket Pakistan devletine (özel) dava açtı. Konu şu, şirket yaklaşık 10 sene önce maden aramak için başvuruda bulunuyor. Yerel yönetim izin vermiyor. Şimdi Dünya Bankası bünyesinde bir mahkeme yapılıyor ve Pakitan’ın şirkete verdiği “hasar”dan dolayı 4,1 milyar dolar tazminat ve 1,9 milyar da faiz ödemesine karar veriyor. Ortada ne yapılan bir yatırım ne de herhangi bir girişim var. Sadece bir dilekçe ve red olayı. Yukardaki miktar Pakistan’ın rezervlerinin yüzde 86’sını buluyor. Neoliberalizmin yayılma ve çeşitli ülkelerde yenilenmesin önünü açacak bu anlaşma imzalanmadan Korona bahanesi ile uygulamaya koyulmuş görünüyor.[5]
Almanya’nın özellikle yüksek teknoloji şirketleri Amerikalılar tarafından yağmalanırken ünlü lastik şirketi Continental’ın akıbeti hala belli değil. Ayrıca bir zamanlar dünyanın en büyük bankalarından biri olan Deutsche Bank’ın bir İsviçre bankasına satılması da hala gündemde. Anlaşılan ne 2009’da yapılan milyarlık yardımlar ne de korona milyarları bazı prestij şirketleri kurtarmaya yetti. 2021’de küçüklü büyüklü işyerlerinin iflasları gündeme bomba gibi düşmesi ise kaçınılmaz olacak.
Almanya’yı zor günler bekliyor. İşsizlik, fakirlik, zorlaşan hayat koşulları, toplumsal ayrışmalar, güvensizlik, geri ödenmesi gerken “korona kredileri” ve bunların getireceği yeni ırkçı-faşist eğilimlerin önünün açılması… Bugün verilecek mücadelenin boyutları bir virüs salgınını geçmiş durumda. Geçmişte yapılan hataların sorumlusu kapitalist devlettir, onun yöneticileridir. Toplumun, muhalefetin sessiz kalmasıyla ne onlar hesap verir ne de gelecekte yapılacak hatalar engellenir. Medyanın en ufak bir eleştiri yapmadığı dönemlerde, demokratik güçlere yeni bir siyasal kriz geldiğinde aynı pozisyona düşmemek için partilerin yaptıklarının sorgulanması gibi ciddi bir görev düşüyor.
Neoliberal otoriter sistemin yeniden inşası ve kalıcı hale getirilmesi ile her on beş yılda kriz yaşayan ve devletin tüm olanakları ile kurtarılan kapitalizmin yürütmeyi tamamen kontrol altına alması için atılan adımları ciddiye almayan kişiler gelecek nesillere nasıl bir miras bıraktıklarını iş işten geçince anlayacaklar. Neoliberalizmin krizini çözemeyen devletler otoriterlikten daha ileri gidip sağ ırkçı ve faşist eğilimlere yol açacak.
Dipnotlar:
[1] https://www.rki.de/DE/Content/Infekt/EpidBull/Archiv/2012/Ausgaben/45_12.pdf?__blob=publicationFile
[2] https://www.aerzteblatt.de/archiv/205989/Intensivmedizin-Versorgung-der-Bevoelkerung-in-Gefahr
[3] https://sendika.org/2019/09/somurgesini-kendi-dogusunda-bulan-avrupa-goc-yollari-nereye-cikiyor-560217/
[4] https://rp-online.de/leben/gesundheit/medizin/ethik-in-der-medizin-uebertherapie-am-lebensende_aid-47731849
[5] http://freiesicht.org/2020/wie-pakistan-von-einem-weltbank-tribunal-ausgepluendert-wird-juan-carlos-boue/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.