Tarihte ve günümüzde sosyalistlerin, işleyerek benimseyebilecekleri muazzam birikimler vardır. Fakat bu birikimler deyim uygunsa “kir pas içindedir” genellikle, hiçbir sınıflı toplumun bağrından “som altın” halinde komünizm çıkmaz; üzerinde kuyumcu titizliğiyle çalışılması gereken maden cevherleri çıkar. Fakat galeriler açmak, kan ter içinde çalışmak, çamura bulanmış ham cevheri işlemek yerine; “bu som altın (saf proleter/komünist) değil” diye önümüze çıkan her şeye burun kıvırırsak doktrin bekçileri ya da kendi bireysel “steril” dünyamızdan sorumlu ahlakçılar olabiliriz belki; ama dünyayı değiştiren eylemin yapıcıları olamayız
Sosyalizm mücadelesi politikadan, politika da teoriden ibaret değildir.
Devrimi hedefliyorsanız politikanın başat rolünü inkâr edemezsiniz. Fakat konuya birazcık yakından bakınca, politik sahada toplanan kuvvetlerin; ideo-kültürel, etik, sanatsal, kökü halkın geleneklerinde olan ve yer yer dinsel vb. formlar içinden süren dayanışmacı-eşitlikçi değerlerden de beslendiği görülecektir. 1970’ler Türkiye’sinde yükselen devrimci politik mücadele, yukarıda sıralanan diğer tüm sahalarla birlikte geniş ve etkili bir cephe halinde ilerledi. Detaylarına girmeye gerek yok, son 35 yılda Kürdistan’da yükselen mücadele aynı dinamiğin çok daha çarpıcı bir örneğini sunar.
Sosyalizm, tanrının seçilmiş kullarına indirdiği teorik-vahiy, “kitabı” da kutsal metin değildir: Son derece dünyevi bir harekettir. Gelecekte ulaşmak istediğimiz yerin bütün kökleri insanlık tarihinde ve bugündedir. Sosyalist hareket bu tarihi ve bugünü “işleyerek” ilerler ve tarihe kendi katkılarını da sunarak geleceğin özgür ve sömürüsüz sentezine doğru yürür.
Tarihte ve günümüzde sosyalistlerin, işleyerek benimseyebilecekleri muazzam birikimler vardır. Fakat bu birikimler deyim uygunsa “kir pas içindedir” genellikle, hiçbir sınıflı toplumun bağrından “som altın” halinde komünizm çıkmaz; üzerinde kuyumcu titizliğiyle çalışılması gereken maden cevherleri çıkar. Fakat galeriler açmak, kan ter içinde çalışmak, çamura bulanmış ham cevheri işlemek yerine; “bu som altın (saf proleter/komünist) değil” diye önümüze çıkan her şeye burun kıvırırsak doktrin bekçileri ya da kendi bireysel “steril” dünyamızdan sorumlu ahlakçılar olabiliriz belki; ama dünyayı değiştiren eylemin yapıcıları olamayız: Pek tutarlı ve çok politik görünen “tavrımız” apolitizme; burnundan kıl aldırmaz teorik hassasiyetlerimiz ise kupkuru kasılıp kalmış, hayatla tüm bağlarını yitirmiş doktrin bekçiliğine dönüşür.
Hayır, Timur Selçuk tartışmasını sürdürmüyorum; bu tartışmaların açığa çıkardığı kasılıp kalmış hallerimizdir asıl dert. Türkiye sosyalistleri olarak ne yapıp edip bu derdi deşmek, aşmak zorundayız, bu yazı da konuya değmek-değinmek olabilir ancak, ötesi değil.
Aslında otoritelere başvurulmadan tartışılabilmeli bu mevzular, ama bizde “sırtını otoriteye yaslamayan” sözün pek hükmü olmaz. O halde “memleket halleridir” deyip otoritelerin kapısını çalalım.
Balzac bir monarşi taraftarıydı, burjuvazinin kokuşmuş dünyasını “geriye dönme” özlemiyle eleştiriyordu. Fakat öyle başarılı resmetti ki burjuva alemi, Marx başucundan ayıramaz oldu Balzac’ı. Marx’ı başucundaki kralcıyla birlikte düşünmek Türkiyeli sosyalistin tüylerini diken diken ediyor olmalı, fakat nedense kimse mesele etmedi bunu bugüne dek.
“Yaşlı ve hasta olmasaydım orduya katılırdım. Alman yoldaşlarımızı süngülemek bana büyük zevk verirdi.” (Plekhanov’dan aktaran Geoff Eley – Avrupa solunun Tarihi – s. 273 Doruk yay.)
Bu sözleri sosyal şoven Plekhanov söylüyor! Hani Lenin’in “felsefi mirası okullarımızda okutulmalı” dediği, Stalin’in 1942’de kuşatma altındaki Stalingrad’da radyodan adını andığı Plekhanov. İğrençliği apaçık yukarıdaki Plekhanov “incisiyle” yetinmeyip, küflü arşivlerden günyüzü görmemiş “yeni kanıtlar” bulan arşiv kurtları, “bak bu da var, bu da bu da!” diye Lenin’in sosyal şoven Plekhanov’la “uzlaşmasını” ispata kalkışanlar olmuş mudur bilemeyiz. Lenin’in “Plekhanov’a rağmen Plekhanov’un mirasının olumlu yönlerine sahiplenmekten” vazgeçmediği ise açık. Politik kimlik ile sanatçının, yazarın eserinin nesnel değeri, dahası eserinin sanatçıdan bağımsız “ömrü”/yolculuğu üzerine bir kez daha düşünmek gerekmez mi bu örnekler ışığında? Zaten düşünmeyip, toptan silip atsak bile o kendi yolunu bulup hükmünü icra eder; iş o ki, eserin nesnel değeri, katkısı ve yolculuğu ile biz nasıl ilişkileneceğiz? Plekhanov’un Türkçeye “Militan Materyalizm” adıyla çevrilen felsefi çalışmasını -başkaları var mı bilemem- yirmi küsur yıl önce didik didik ettim. Bende kalan izi, oldukça ekonomist, kaba determinist bir anlayışla yüklü olduğudur. Öyle ya da değil, eleştirel bir tutumla bu birikimi bünyemize katmanın önünde bir engel var mı? Lenin’e göre yok, Türkiyeli sosyalistleri bilemem?
Üniversite yıllarından arkadaşım, Çapa Diş Hekimliği’nde okuyan Musa ile (soyismini hatırlamıyorum) 1990’ların ikinci yarısında Sakarya hapishanesinde karşılaştım. PKK davasından yatıyordu, bir ara birlikte temsilcilik de yaptık. Voltalarda sözü dönüp dolaşıp, “Türk halk gerçekliğini çözümleyin arkadaşlar”a getirirdi. Musa heval felsefeye meraklıydı, ısrarla vurguladığı, geniş bir argümantasyonla temellendirmeye çalıştığı bu düşüncesini O’nun felsefe takıntısına verir, pek üstünde durmazdık. Yıllar içinde, kendi tecrübem de dahil, Türkiye devrimciliğinin neredeyse bütün bölüklerinin bizatihi kendi halk gerçekliğimizle derin yabancılaşmasına tanık oldukça daha sık düşünür oldum O’nun bu sözünü; tabii Musa hevalden oldukça farklı teorik kaynaklardan beslenerek. “Halk gerçekliği” büyük ve iddialı bir kavram, bütünlüklü tanımlara ulaşmak kolay değil. Bunun bir parçası da ilerici, devrimci sanat, edebiyat birikimi kuşkusuz. Fakat o birikim de “külçe altın” halinde çıkmıyor toprağın altından ne yazık ki, çıkamaz da; bu dünyadaki her şey gibi emek ve eylemin konusu olabilir ancak.
Büyük şairimiz Nazım Hikmet, Kürtlere hiç değinmedi neredeyse, Ermeni soykırımını şiirine konu etmedi. Kemal Paşa’ya övgüler düzdü: “Sarışın bir kurda benziyordu adam!” Ahmet Arif, “Erkekçe olsun dostluk da düşmanlık da” diyerek feministleri incitti. Yılmaz Güney de Ahmet Kaya da maçoydu. Geçenlerde Google’dan arayarak 1965 seçimlerinde TİP adına radyoda konuşan Yaşar Kemal ve Can Yücel’in bant kayıtlarını dinledim. Bu milliyetçi, damardan Kemalist ve sosyalizan konuşmaları mahcup olmadan dinlemek zor… Onur Akın “Kılıçdar Kılıçdar Kılıçdaroğluuu” diye saçma sapan bir şarkı yaptı, ama Kılıçdar saçmalığı asla “Bekle bizi İstanbul”un üzerine gölge düşüremez. Sözü uzatmayalım, severek dinlediğimiz pek çok sanatçı Polis Gecelerinde sahne aldı ne yazık ki, burada sayıp dökmeyelim.
Ne yapacağız bu durumda? Ya da elde kalan nedir?
Hepsini ve her şeyi zayıf ve yaralı olduğu tarafından tutup silecek miyiz defterden?
Yoksa eleştirel bir edinimle onların yaratığı birikimle bağ mı kuracağız? Bizimle yolunu ayıranlara dahi, bir zamanlar yaptıkları katkılar için teşekkür etme nezaketini, haktanırlığını, vefasını çok mu göreceğiz? Böyle yaparsak pek mi tutarlı davranmış olacağız? Ya da tersi, teşekküre falan tevessül etmek iflah olmaz oportünist günahlara mı gark eder bizi? Bu kadar zayıf mı basıyoruz ki yere, nereye kıpırdasak “kayıp gideriz”?
Bugünün saraylıları “kültürel iktidar olamadık” diye yakınıyor. Bir an, “Faşizmin, din istismarının ne kültürü olabilir ki, bir de ‘kültürel iktidarı’ olsun!” diye geçirdim aklımdan. Biraz düşününce fena halde yanıldığımı anladım. Faşizmin “kültürü” toplumsal çürümedir, kadın cinayetleridir, aklın, bilimin, estetiğin, inceliğin yıkımıdır. Biat kültürüdür, kulluktur, hem faşizmin kurşun askerine dönüşme hem de kurt sürüsü gibi birbirini yemedir: Bu kültürle güdülür, sürüleştirilir toplum ve “kültür” cephesinde hiç de fena yol almadılar…
Biz işte bu “yangın yerinden” kurtarabildiklerimizi kurtarmaya çalışıyoruz, bir miktar hasar görmüşlerse de, bazen neşterle bazen ihtimamla çalışmak dışında yolumuz yoktur üzerlerinde.
Bu “işlemi” zor, gereksiz, tehlikeli (sapma falan) bulan arkadaşlarımız, kire pasa bulanmamış saf proleter, pirüpak halk pınarından süzülmüş kültür ürünlerini önümüze koysunlar ki, bu baş ağrıtan işlerden kurtulalım bir an önce.
Aslında bizi en iyi anlayabilecek olanlar Kürt arkadaşlardır. Bizim henüz gerekliliğine vurgu yapma aşamasında olduğumuz “halk gerçekliğini anlama”nın, onlar teorisini de pratiğini de kurdular. Ve çok iyi bilirler ki, politik olarak ne kadar saçmalarsa saçmalasın, örneğin Şivan Perver’in milyonların ruhuna nakşolmuş müziğini, devrimci Kürt halk kültüründen söküp atmak ne mümkündür ne de gerekli.
İki halkın ortak kurtuluşundan vazgeçmedik ve vazgeçmeyeceksek eğer, kavranacak en önemli halka Türk halkının enternasyonalist devrimci iradesini güçlü bir varlık olarak ayağa kaldırmaktır, eksik olan budur. Büyük iddia ve eylem bu eksiği tamamlamak üzre olandır. İki halkın devrimi tek ayak üzerinde yürüyemez ve eksik olan Türk ayağı Kürdistan tecrübesinin tıpkı-basımı üzerinde inşa edilemez. Türkiyeli sosyalistler, vurgulamaya gerek yok ki enternasyonalizmden bir an olsun taviz vermeden Türk halk gerçekliğine nüfuz etmekle yükümlüdürler: Kürtlerin özgürlüğüne, eşitliğine ve istiyorlarsa bağımsızlığına olduğu kadar; birlikte eşit, özgür ve sömürüsüz geleceğe de giden en sağlam yol budur.
Kürt özgürlük hareketi kendi halk gerçekliğini çözümleyip iradeleştirdi.
Türkiye işçi sınıfı ve halkı, memleket gerçekliğine kendi özgün yolundan ulaşmayı deneyen/zorlayan enternasyonalist sosyalistlerle birlikte iradeleşecektir. Öyleyse kendi özgün yolumuzu/yordamımızı arama, bulma, devrimci bir işleme tabi tutma çabalarının altında kimse “Çapanoğlu” aramasın; bilakis desteklesin!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.