Tüm aygıtların baskısıyla gündelik hayata dönmeye zorlanıyor kapitalizmzedeler. Yakınlarını kaybedenler yaslarını tutuyor. Daha “şanslı” olup da konutlarını kaybedenler eş-dost-akrabalarının yanına yerleşiyor ya da çadır alanlarına geçiyor. İmkânı olanlar başka ilçelere, semtlere göçüyor… İş-eş-mülkiyet düzeni, kapitalizmin türlü türlü bıçaklarıyla ve bugünlere özel sosu korona ile işlemeye devam ediyor
Üç kez haykırmalı:
Kapitalizm öldürüyor!
Kapitalizm öldürüyor!
Kapitalizm öldürüyor!
Bindiğim araçtan iniyor, ana caddeye doğru koşmaya başlıyorum. İnsanların bir sokaktan uzaklaştığını görünce oraya yöneliyorum. Az çok bildiğim yerler ama tam olarak nereye gittiğimi kestiremiyorum. Birkaç ara sokaktan sonra Barış Sitesi olduğunu öğreneceğim yere varıyorum. İtfaiye az önce gelmiş. Şeritlerle yol kapatılmaya çalışılıyor. Gaz kokusuna benzettiğim bir koku alıyorum. İnsanlar alt katları çöken apartmanlarda yakınlarına ulaşmaya çalışıyor. Kızının adını haykıran birine yaklaşıyorum. Bina yıkılabilir her an. Ne diyeceğimi şaşırıyorum. “Abi dur” diyorum. Ama sesim ağzımdan çıkamıyor. Sağa sola koşturuyorum diğer insanlarla. İki bloğun arasına doğru gidiyorum. İnsanlar bağırıyor sürekli. Yakınlarını arayanlar, “gaz kokuyor, sigara içmeyin” diye bağıranlar…
Elimden ne gelir bilemiyorum. Hemen telefonuma yapışıp bizimkilere fotoğraf göndermeye başlıyorum. Bari haber olsun istiyorum. Sokak ve apartman adlarını doğru yazmaya çalışıyorum. Bu bina henüz tamamen yıkılmadığı için apartman adını görebiliyorum. Daha sonraki binalarda bu kadar şanslı olamıyorum.
Hemen yandaki Cumhuriyet Sitesi’ne doğru gidiyorum. İtfaiye üst katlarda birini kurtarmaya çalışıyor, mutlu oluyorum. Herkes bağırmaya devam ediyor. Bloklara uzaktan bakıp ne yapacağımı bilmez hâlde uzaklaşmaya başlıyorum. Telefona yağan mesaj ve arama trafiğinde “İzmir Deprem Bilgi” diye bir grup mu olsa diye düşünüyor, ana caddeye doğru hızla giderken grubu kuruyorum. Hemen İzmir’de yaşayanları, gazetecileri, tabip odasından, diğer kurumlardan arkadaşları ekliyorum.
Ana caddeye, Rıza Bey Apartmanı’nın tam karşısından çıkıyorum. Burası daha kalabalık. Gelen çok sayıda itfaiye aracı ve ambulans var. Yenileri de gelmeye devam ediyor. Bina tamamen yıkılmış hâlde. Yıkıntının üzerinde hem civardan insanlar hem de itfaiye var. Sakinlikle izleyenler, çığlık atanlar, yakınlarına ulaşmaya çalışanlar… İnsan seli dört bir yan. Telefonumla birkaç fotoğraf çekip haber yapan arkadaşlarıma gönderiyorum.
İşlevsiz hissetmekten bitap haldeyim. “Bizim ev de ne kadar kötü yav” deriz arkadaşlarla hep. Ev de Bayraklı’da. Deprem sırasında kimsenin olmadığını biliyorum evde ama yine de evi görmek istiyorum. Koşmaya başlıyorum eve doğru. Sırt çantam ağır ama bir ara kendimden geçiyorum koşarken. Adrenalin, hantallığımı yeniyor.
Ana caddede başka bir yıkılmış bina görmeden gitmek bir nebze rahatlatıyor. Derken evin yakınında Doğanlar Apartmanı’nın yıkılmış hâlini görüyorum. Kalbim daha da kuvvetli çarpmaya başlıyor. Depremin üzerinden artık 2 saat geçmiş. Burada da hem civardakiler, hem de yakınını arayanlar, itfaiye ve AFAD ile birlikte yıkılmış binanın üzerinde. Polis şeridi çekilmiş ama can havliyle yakınlarını arayanlar aşıyor bir çırpıda. Elim yine telefonuma uzanıyor. Birkaç fotoğraf çekip haber yapan arkadaşlara gönderiyorum. Bir müddet dolanıyorum etrafta elimden ne gelir diye. Uğultu gibi her şey. Biliyorum felaketler coğrafyası bizimkisi ama bu seferki yaşadığımız evin dibinde. Tüm bu koşuşturmacalar sırasında tabii ki telefon susmuyor. Arkadaşlar, yakın-uzak aile arıyor, yazıyor. “İyiyim ama şarjım bitmesin” deyip kapatıyorum hemen. Kapatınca da “iyisin Diyar, merak etme” diyorum.
Artık eve yaklaşıyorum iyice. Çok yakında hiç yıkılan bina yok. 3-4 katlı eski apartmanların olduğu bir yer bizim oralar. Apartman yıkılmamış diye seviniyorum, sevindiğim için utanıyorum. “Değerli” sayılabilecek çok az şey var aslında evde, hem fotoğraf makinemi almak hem de ne olmuş merakımdan hızla yukarı çıkıyorum. Evde patlayan ayna ve yere düşen kitaplar hariç bir şey yok.
Dışarı çıkıyor ve eve geliş yönümün tersi yönde yürümeye başlıyorum. Yalnız da değilim artık. Bu tarafa gelen dostlarlayız. Doğanlar ve Emrah Apartmanı yönünde gidiyoruz. Tek başıma elden bir şey gelmiyorken şimdi birlikte bir şey yapamamayı deneyimliyoruz. Giderken arama-kurtarma çalışmalarında olanların bazılarının maskelerinin olmadığını yazıyor arkadaşlar. Evin yakınındaki temizlik malzemeleri satan dükkâna giriyorum. “Abi, arama-kurtarma çalışmalarının olduğu yere gidiyorum, maskesiz çalışanlar varmış. Bir kutu maske alabilir miyim?” diyorum. Meraklardayım para isteyecek mi diye. Bir tekel değil, küçük bir dükkân burası biliyorum ama abinin indirim yaparak satması ağrıma gidiyor. Sonuçta “satıyor”. Doğanlar’a varınca bir gruba maskeleri veriyoruz. Fotoğraf makinesini çıkarıyorum ama saçma geliyor her şey. Deklanşöre her bastığımda biri kurtulsa keşke diye içimden geçiriyorum. Öyle olmuyor.
Arada şarj molalarında kesişiyor yollarımız. Yıkılan diğer apartmanlarla ilgili de bilgiler gelmeye başlıyor. Emrah Apartmanı’nın çevresindeyiz şimdi. Geceyi gücümüz yettiğince burada geçirmeyi düşünüyoruz. Artık bir seyir hâli bizimkisi. Arama-kurtarma ekipleri yoğun bir şekilde çalışıyor. Çıkartılanların canlı olup olmadıkları renklerden ayırt ediyoruz. Alışıldık üzere siyah ölüm demek. Yaşamlarını yitirenler siyah torbaların içine yerleştiriliyor. Sarı ise termal battaniye, yani yaşam demek. Aklıma Kobanê geliyor. Sınırda karşıyı izlerken IŞİD’in nereye vurduğunu, dumanın renginden anlamayı öğrenmiştik. Beyaz-gri, bir apartman ya da “kritik olmayan” bir yerken; siyah ve yoğun duman, bir benzin istasyonu ya da cephanelik anlamına geliyordu. Renklere nasıl anlamlar yükleniyor bizim coğrafyamızda…
Gece boyunca kalabalık artıyor. Çalışmaların en dibinde olan şerit biraz geri çekiliyor. Yakınlarını arayanlar, haber yapanlar, izlemeye gelenler. Etraf çok kalabalık. Korona, depremden rol çalmaya çalışıyor muhtemelen. Biz de diğer seyredenlerden çok farklı değiliz. Anlık haber geçmek de zorlaşıyor. Doğrulayabildiğimiz bir haber geçemeyecek hâle gelip yorgunluktan bitap düşünce ayrılıyoruz.
Evin karşısında arabalarda geçiriyoruz geceyi. Birkaç arkadaşımız bizim evde kalıyor. Evde yaşayanlar arabada, dışarıdan gelenler ise evde kalıyor. Çelişki yumağımıza bir yenisini ekliyoruz.
Güç bela birkaç saat uyuyor, sabah çalışmaların sürdüğü alanlara gidiyoruz. Şeritler daha da geriye çekilmiş, pek çok arama-kurtarma topluluğu harıl harıl çalışıyor. Adını hiç duymadığım belediyelerden gelenler, sonu KUT ile bitenler… Ortalık çok kalabalık ama bir o kadar da keşmekeş. Bu arada akşamdan itibaren kurulan çadırların sayısı da iyice artmış.
Ana akım medyanın ve hatta uluslararası medyanın gazetecileri etrafta. Canlı yayın araçlarının yanında minnacık kalıyoruz. Akut durum da bir nebze sakinleşmiş, artık yakınlarından haber almaya çalışanlarla izleyenler birbirine karışıyor. Üzgünlük, kızgınlık, yorgunluk, izleme hepsi bir arada.
Arama-kurtarma çalışmalarının sürdüğü alanların birinden diğerine gitmeyle geçiyor tüm gün. Bilgi ağında çeşitli bilgiler paylaşılıyor. Kolon ve kirişler kesildiği için binaların yıkıldığı, Bayraklı’nın zemininin uygun olmadığı gibi pek çok bilgi yayılmaya başlıyor. Depremin “gerçek” merkez üssünün neden Bayraklı olduğunu anlamaya çalışıyor herkes.
Aranan yanıtlar, kaybedilenler, kurtarılanlar, koşturanlar, çalışmaların yapıldığı alanlarda şov yapanlar, canla başla çalışanlar, dayanışma içinde olanlar derken günler yürümeye değil, koşmaya başlıyor. İradenin iyimserliğine yaslananlar, bizler, en dar ve geniş anlamıyla yoldaşlar bir ucundan tutuyor her şeyin. Çok kuvvetli değil ama gerçekten bir ucundan tutma hâli. Arama-kurtarma çalışmalarının sona ermesiyle, yaralılarla birlikte “bilanço” ortaya çıkıyor. Bilanço sözcüğünü hiç sevmem.
Biz de çadır alanlarına kayıyoruz adım adım. Orada neler yapılabilir diye konuşuyoruz. Bayrağı daha önde taşıyanlar birkaç alanda koşturuyor. Şirketler de belirmiş, tutmuşlar pek çok yeri. Reklam güçleriyle hazır hâldeler. Depremi bile fırsata çeviriyor kapitalizm. Reklamlara boğuyorlar çadır alanlarını. Daha yıkılan binanın enkazları kalkmamışken “keyfet” mangalları kuruyorlar mesela. Korona yokmuşçasına saçma bir yardım yağmuruna tutuluyor çadırda kalanlar. Aşık Veysel Rekreasyon Alanı’nda iki saat “kahve, poğaça, mandalina, ballı süt, odun, sandviç, tavuklu pilav, havlu, eldiven, ince pil… ister misiniz” sorularına yanıt vermekle geçiyor. Dışarıdan bakınca korona-deprem ittifakı gibi görünüyor. Oysa hakikat bambaşka. Kapitalizm parıl parıl işliyor, tam da “olması gerektiği” gibi. Kendi makinesini işler kılmak için bizi öğütüp daha fazla kâr, sömürü ve tahakküm çıkarıyor, ölümler saçıyor… Verecekleri yardımlardan büyük logolarıyla şirketler dört bir yanı sarıyor.
Çadır alanlarında korona hiçe sayılarak her şey yapılırken ilk önce devrimci kurumlar zorla tahliye ediliyor alanlardan. Reklamsız ve logosuz olan, onların tiranlığı karşısında küçücük olan kurumlar rahatsız ediyor.
Tüm aygıtların baskısıyla gündelik hayata dönmeye zorlanıyor kapitalizmzedeler. Yakınlarını kaybedenler yaslarını tutuyor. Daha “şanslı” olup da konutlarını kaybedenler eş-dost-akrabalarının yanına yerleşiyor ya da çadır alanlarına geçiyor. İmkânı olanlar başka ilçelere, semtlere göçüyor… İş-eş-mülkiyet düzeni, kapitalizmin türlü türlü bıçaklarıyla ve bugünlere özel sosu korona ile işlemeye devam ediyor.
İnsan “peki yarın ne olacak, biz ne yapmalıyız?” diye düşünüyor ister istemez. Ölümle kapitalizm bu kadar kol kolayken “kendine dikkat et” söz öbeği başka bir anlam kazanıyor bugünlerde. Kendine, dostuna, yoldaşına, ötekine dikkat etmek demek oluyor. Bir koruyucu zar, bir ağ örmeli etrafımıza anlamına geliyor. Bizim bizden başka dostumuz yok demek oluyor. Yarına daha iyi, daha güçlü hazırlanmanın yollarını biz bize bulmalıyız anlamına geliyor.
Bu nedenle tam da şimdi kuşanmak gerekiyor. Tespit edilen sayılar, mucizeler, tedbirler, kısıtlamalar, işleyen çarklar değil; elde, zamanda, mekânda ne varsa kuşanmak ve haykırmak gerekiyor:
Kapitalizm öldürüyor!
Kapitalizm öldürüyor!
Kapitalizm öldürüyor!
Biz ise birbirimize sahip çıkıyoruz, onlara inat ölmüyoruz!
* Katkıları için E. ve D.’ye teşekkürle…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.