İşçi sınıfı artık kendi kaderini belirleme, kendisi için sesini yükseltmek zorundadır. Bunun ilk yolu örgütlenmektir. Yalnızca bir sendika üyesi olmak örgütlenmek anlamına gelmiyor. Gelmediği sendikalı işçilerin içinde bulunduğu durumdan anlaşılıyor. Örgütlü bir işçi sınıfı haline dönüşebilmek için belki de önceliği iktidarın gölgesindeki sendika ve konfederasyon yönetimlerinin ya da işçi sınıfı mücadelesini toplu sözleşme ile sınırlayan anlayışların aşılmasına vermek gerekiyor
Uzun bir aradan sonra bir şeyler yazmaya başlamak çok zor. Hele gündemin hızlı ve sert dönüşümler geçirdiği zamanlarda.
16 Ekim 2020 tarihinde TBMM’ye sunulan bir yasa değişikliği teklifi işçi sınıfının yeni gündem başlığı haline dönüştü. Yine uzun zamandır ilk kez üç işçi konfederasyonu bu teklife birlikte “olmaz” deme başarısını gösterdi.
Türk-İş bölge temsilcilikleri aracılığıyla düzenledikleri basın açıklamalarıyla kontrollü bir şekilde tepki gösterdi.
DİSK hem bölgesel açıklamalar hem de işyerlerindeki eylemlerle sesini duyurmaya çalıştı. TBMM kapısında ise polis engeline takıldı. Eylemliliklerini kentlere ve işyerlerine yayarak tepkiyi örgütlemeye devam ediyor.
Hak-İş sadece ortak bildiride yer alan bir isimden ibaret kaldı. Sessiz ve her şeyden uzak kalmayı tercih etti. Tek derdi yerel yönetimlerden sonra merkezi hükümetteki taşeron işçilerin kadroya geçmeleri nedeniyle yaşanacak üye kayıplarını önlemek. Bu amaçla el altından torba yasaya bir ek madde konulması için girişimlerde bulunduğu konuşuluyor. Bu koşullar altında ortak bildiriye imza atması bile büyük cesaret olarak değerlendiriliyor.
İktidarın medyası ise iktidarın belirlemeye çalıştığı gündemlerle süreci izliyor.
Teklif komisyondan adeta yıldırım hızıyla geçti. Teklifle ilgili kapsamlı sayılabilecek tek tartışma, plan ve bütçe komisyonunda yapıldı. Sözde teklifi hazırlayan iktidar partisi ve ortağı partinin milletvekilleri, Bakanlık bürokratları (bakanların bile artık bürokrat haline getirildiği unutulmamalı) kendileri bile inanmakta zorluk çektikleri açıklamalarla savunma yapmaya çalıştı.
Sermaye ve iktidarla yakın işbirliği içindeki bazı kişi veya gruplar, çıkarlarına en iyi hizmeti verecek önerileri iktidara veriyor. İktidar bunu uygun bulduğu bürokrat bakanları aracılığıyla teklif metni haline getiriyor. Bu teklif rejime sadık uygun milletvekillerine veriliyor ve onlar da hiç itiraz etmeden hemen Meclis’e sunuyor. Komisyonlardaki iktidar bloğu milletvekilleri de yanlış bulsalar dahi sorun kaynağı olarak gördükleri bu tür tekliflerin komisyondan hızla geçmesine hizmet ediyor.
TBMM Genel Kurulu’ndaki görüşmeler de aynı mantıkla yapılıyor. Muhalefetin her türlü önergesi reddediliyor ve otomatikleşmiş iktidar bloğu parmaklarıyla maddeler hızla kabul ediliyor. 5 Kasım 2020 tarihinde yapılan son birleşimde teklifin 20. Maddesi de bu yöntemle geçmiş bulunuyor. 10 Kasım’dan itibaren kalan maddelerin de aynı hızla geçirilmesi bekleniyor.
Hazırlanan teklifin omurgası ağırlıklı olarak sermayeye verilen vergi, sigorta prim desteklerinden oluşuyor. Toplam 43 maddeden oluşan teklifin hemen her maddesinde bunu görmek mümkün.
Komisyon oturumlarında yapılan itirazların ilk adımı, teklifin bir “etki analizi”nin yapılıp yapılmadığıyla ilgiliydi. Bunun anlamı şu, yıllardır istihdamı teşvik amacıyla ağırlıklı olarak İşsizlik Sigortası Fonu kaynakları kullanılarak işverenlere teşvikler sağlanıyor. Buna karşılık verilen destek ile sağlanan bir artış var mı? Muhalefet milletvekilleri ellerindeki verilerle bu teşviklerin istihdama olumlu bir etkisinin olmadığı tersine istihdamda azalma olduğunu anlatıyor. Ancak buna karşılık iktidar cephesi buna açık bir yanıt veremiyor. Herkes biliyor ki teşviklerin istihdam yaratmak gibi bir amacı yok.
Teklifle sağlanan diğer teşvik ve desteklerin de nasıl bir yarar sağladığına da açıklık getirilemiyor. Bu yasa teklifi, tam anlamıyla bir özel ihtiyaçlar listesi, yarar sağlayan tek kesim sermaye ve belirli çevreler. Tek amaç ise vergi, sigorta primi, ücret, kıdem tazminatı gibi kimi maliyet kalemlerinin azaltılması suretiyle sermayenin kârlılığının artırılması.
Teklifte, uluslararası kara parayı aklama olarak değerlendirilebilecek, kayıt altına alınmamış yurtdışındaki mali varlıkların ülkeye “nereden buldun” sorusu olmaksızın sokulması var. Bunun ülke ekonomisine nasıl bir yararı olduğunu kimse açıklayamıyor. Tam tersine uluslararası hukuk ve kara paraya ilişkin mevzuat nedeniyle Türkiye’yi zan altında bırakıyor.
“Esnek istihdam”ın kapsamı genişletilerek işçilere ağır bedeller çıkarılıyor. Haklarına yeni darbeler indiriliyor. Böylesine darbeler ne yazık ki ilk değil: Hemen her fırsatta, (son dönemin gerekçesi COVID-19) bir hak budanıyor, işçi sınıfının eli kolu bağlanıyor.
Gündeme getirilen teklif işçi sınıfının hakları açısından aynı sonuçları üreten iki temel sorun yaratıyor:
1) Güvencesiz çalıştırmanın etki alanını genişletiyor: 25 yaş altı ve 50 yaş üstü işçiler için, belirli süreli iş sözleşmesi süresi iki yıla çıkarılıyor ve bu geri dönülemez bir hasar anlamına geliyor. Buna bir de kısmi süreli çalışmaya getirilen düzenlemeleri de eklemek gerekiyor. Bu durumda çalıştırılan işçiler uzun süreli (emekliliği etkileyen) sigorta primleri kapsamı dışına çıkarılıyor. Kıdem tazminatı, emeklilik hakkı başta olmak üzere önemli hak kayıpları yaratıyor.
2) Kayıt dışı çalıştırma ödüllendiriliyor: Bugüne kadar kayıt dışı çalıştıran işverene af ve ayrıca teşvik veriliyor buna karşılık kayıt dışı çalıştırılmış işçinin ise ödenmemiş prim haklarının ortadan kaldırılmasına olanak yaratılıyor.
Özetle güvencesiz çalışma daha önceden de sürekli belirtildiği üzere temel çalışma biçimine adım adım dönüştürülüyor.
Belirli süreli iş sözleşmeleri, kısmi süreli çalışma sözleşmeleri işverenlerin iş mevzuatında en fazla hileye başvurdukları, sigorta ve kıdem tazminatı yükümlülüğünden kaçınmaya çalıştıkları düzenlemeler arasında sayılabilir. Şimdi artık elleri daha da serbest hale geliyor.
Her koşulda işçilerin önemli bir bölümünün yaşı dolmadan emekli olması, hatta yaşı gelse dahi doldurulamayan sigorta primleri nedeniyle emekli olma umudu elinden alınıyor.
Bugünün emeklilikte yaşa takılanlarına kısa bir süre sonra emeklilikte prime takılanların eklenmesi kaçınılmaz görünüyor. Diğer taraftan işverenlere kıdem tazminatından kaçınma için büyük bir olanak sağlanıyor.
Bir süre sonra bu sorunlar, işçilerin kıdem tazminatı fonu kurulması için ikna edilmesine gerekçe haline getirilirse şaşırmamak gerekiyor. Çünkü o zaman belirli süreli işlerle, kısmi çalışmayla kıdem tazminatı alamayanlara “İşte size olanak, fonla bunu alabileceksiniz” denilecek. Bir bakıma atasözündeki ölüm gösterilip sıtmaya razı edilecekler.
Bu yasa teklifi tümüyle geri çekilmediği sürece, işçi sınıfının bir geleceği kalmayacaktır. Bugün 25 yaş altı ve 50 yaş üzeri için getirilmeye çalışılanlar, yeterli tepki verilemezse kısa bir süre sonra tüm yaş grubundaki işçiler için geçerli hale gelebilecektir. İşçi sınıfının elindeki son kırıntılar da son bulacaktır.
İşçi sınıfının büyük kitlesi örgütsüz ve bireysel olarak tepkisini duyurma olanağından yoksun bulunuyor.
Örgütlü işçi kesiminde ise iki farklı davranış biçimi görülüyor. İktidarla şu veya bu biçimde bağı olan sendika yönetimleri üyelerini eylemsizliğe hapsetmeye, bu yolla iktidarla çatışmaktan kaçınmaya çalışılıyor. Yapılan eylemlerin bile kontrollü ve yönetilebilir olmasına özel çaba sarf ediliyor. Çünkü geçmiş yılların tecrübeleri, sendika yönetimlerinin kontrolünü aşan işçi eylemleri bir kısım sendika yöneticilerinin ve aynı zamanda iktidarın korkulu rüyası olmaya devam ediyor.
Bununla beraber günümüz sendika yönetimlerinin bir kesiminin ufku ve davranış kalıpları uzunca bir süredir yalnızca işyeri toplu sözleşmeleri ile sınırlı kalıyor. Sendika yöneticiliği, temel işi 2 veya 3 yıllık sözleşme imzalamaktan ibaret bir tür meslek dalı haline getiriliyor. Mesleğin sürdürülebilir olması için siyasi risklerden uzak kalmak marifet sayılıyor.
Örgütsüz işçilerin varlığı ve onlara öncülük edebilecek yeterlilikte bir “örgütlü” sendikal mücadelenin yokluğu iktidarın haklara el uzatmasını kolaylaştırıyor.
İşçi sınıfı artık kendi kaderini belirleme, kendisi için sesini yükseltmek zorundadır. Bunun ilk yolu örgütlenmektir. Yalnızca bir sendika üyesi olmak örgütlenmek anlamına gelmiyor. Gelmediği sendikalı işçilerin içinde bulunduğu durumdan anlaşılıyor. Örgütlü bir işçi sınıfı haline dönüşebilmek için belki de önceliği iktidarın gölgesindeki sendika ve konfederasyon yönetimlerinin ya da işçi sınıfı mücadelesini toplu sözleşme ile sınırlayan anlayışların aşılmasına vermek gerekiyor.
İşçi sınıfının örgütlü bir güç haline geldiği, taleplerini ve haklarını kararlı bir şekilde savunabildiği ülkelerde, iktidarlar bu kadar pervasızlaşamıyor.
Bu teklif onu Meclis’e taşıyan birkaç milletvekilinin değil, iktidarın ve çıkarlarını korumak için her şeyi göze aldıkları sermayenindir.
Bu teklife en yüksek sesiyle ve eylemiyle hayır demek, her işçinin kaçınılmaz ve ertelenemez bir görevidir.
Son sözü önceki gün yaşamını yitiren Timur Selçuk’a bırakmak yerinde olur;
“Nereye payidar nereye; Gönlün yoksa ezilmeye; Sen de katıl direnişe; İşçilerle, işçilerle, işçilerle el ele.”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.