Türkiye devrimciliği Payidar’ı, Türkiye İşçi Sınıfına Selam’ı, Parka’yı, Tamirci Çırağı’nı, Atlının Türküsü’nü söküp atamaz ruhundan; atarsak çoraklaşırız
1987 1 Mayıs akşamı. İstanbul.
Büyük kalabalıkların uğultusu meydanlardan çekileli yedi yıl olmuş, yankısı kalmış kulaklarımızda, ruhlarımızda. Issızlığın ortasında içlerinde yankılanan o uğultuya tutunarak yürüyenler toplanmışlar Emek Sineması’nda. “Buradayız, bir yere gitmedik” gururu okunuyor yüzlerde. Netaş grevinin, 14 Nisan gençlik eylemlerinin diri rüzgarları esiyor sokaklarda. Ve derleniş, 1 Mayıs olup toplanmış Emek’te.
Sahnede Yalçın Küçük. “Minarelerin hoparlörlerini sökmekten” söz eden bir konuşma yapıyor. İki sıra önümüzde oturan Can Yücel “Sus!” diye bağırarak ayağa fırlıyor. Sahneye tırmanarak müdahale ediyor Yalçın Küçük’e. Mikrofonu alarak “Hava döndü, işçiden esiyor yel” şiirini okuyor. Araya giriyorlar. Kargaşayı bastırmak için, “sıradaki sanatçımız” diyerek Timur Şelçuk’u sahneye davet ediyorlar aceleyle. Timur Selçuk olanca efendiliğiyle sade, kısa birkaç cümleyle hitap ediyor salona. “Biz küçük burjuva aydınlar, 1 Mayıs’ı asıl sahiplerine, işçi sınıfına bırakmalıyız” diyerek piyanosunun başına oturuyor. Öyle bir tutkuyla söylüyor ki uzun saçları savruluyor, elleri havalara yükselip hışımla saldırıyor sanki tuşlara. Salon kendiliğinden ayağa kalkmış müthiş bir coşkuyla söylüyor marşı. O kısacık büyülü anda çetin kavgaların, yeniden uğuldayacak meydanların tohumu çatlıyor sanki: 14 Nisan’ın coşkusuyla Timur Selçuk’a eşlik eden üniversiteli devrimcilerin çetin kavgalara atılma kararlılığının kesin, mutlak, geri dönüşsüz irade beyanı sanki sıkılı yumruklarla söylenen 1 Mayıs Marşı!
Dün Timur Selçuk’u kaybettiğimiz haberi geldi…
Aradan 33 yıl geçmiş.
O salonda Timur Selçuk’un sesinde kendi irade beyanlarını bulanların ve o tutkuyu yitirmeyenlerin yürüyebildiği 33 yıl…
Karakışın kasveti altında mayalanan bahar misali zamanlardı. Zülfü Livaneli’nin Ada albümüyle hüznün içinden aydınlık ufukları damıtma günleriydi. Yeni Türkü’nün Mamak Türküsü’yle mahpuslara selam gönderme, Ezginin Günlüğü’yle insan gibi aşk acısı çekme zamanlarıydı. Sadık Gürbüz’le demiri toz eder, Ünol Büyükgöneç’le Arabacı Salih’e yarenlik ederdik. Çağdaş Türkü ile Rami Kışlası’na el sallar, Kenar Mahallede Pazar Günlerine ışık taşırdık. Ahmet Kaya ile başkaldırır, çomak sokardık düzenin çarkına. Köprüaltı dalgalarla salınırken sisler içinde tüterdi Cibali Tekel, tersaneler. Onur Akın, İstanbul’u muhteşem bestesiyle selamlarken, Süleymaniye kahvehanelerinde uzun yolculuklara hazırlanırdık. Grup Yorum devrim bayrağımızdı, ezgileri bizden önce al kanlara boyanırdı meydanlarda. Sonraları Grup Yorum’dan ayrılanlar çıkageldi. İlkay Akkaya duru bir su gibi aktı içimize. Metin-Kemal Kahraman kardeşler Dersim’in derinliğini enternasyonal çapta zengin ezgilerle dillendirdiler. Gülbahar ile turna olup Mardin’e uçtuk. Rahmi Saltuk inceden eşlik ederdi Ahmed Arif’e. Koma Denge Azadi çağdaş Kürt uyanışının sesi olarak omuzbaşımızdaydı. Mozaik ile Ağrı Dağı’na tırmanırdık. Kazım Koyuncu, Karadeniz’in berrak, coşkulu, hüzünlü sesini taşımaya başlamıştı yüreklerimize. Ruhi Su, Sümeyra derin akan ırmaklar gibi uğuldardı gerilerde. Mahzuni, İhsani, Ali Asker, Emekçi saygıyla anılır, gittikçe uzayan aralıklarla konuğumuz olurlardı, bazen de Emekçi özlemi Ferhat Tunç ile dindirilirdi. İnti İlimani ile kanat vururduk Latin Amerika Sierralarına. Dönemin birikiminden beslenen ve elbette ki zengin katkılarıyla gelen son konuk 1995’te kurulan Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu-Kardeş Türküler oldu; ezgilerinde çağıldayıp aktı Anadolu’nun renkli mozaiği…
Sokakta, kitapta, dağda, hapishanede, atılan her adımdan beslendi ve her adıma eşlik etti dönemin müziği.
Fakat sadece Yılmaz Güney’in adını anmak için yapılan “Yılmaz yılmaz, doğu, batı, kuzey, güney yılmaz, Güney Yılmaz” “geleneği” semtimize uğramaz, uğrayamazdı; o günler dönüşsüz olarak eskimiş, gerilerde kalmıştı.
Başka bir devir başlamıştı ve yeni devrin yeni seslerine ya da kendini yenileyebilen seslerine açıktı kulaklarımız.
Bir kere bu müzik çoksesliydi. Ve batı enstrümanlarıyla, örneğin piyano ile söyleyen Timur Selçuk, Zülfü Livaneli, heybetli sesiyle rock-Anadolu Folk formuyla söyleyen Cem Karaca, Edip Akbayram, Selda ya da kadife sesiyle Melike Demirağ ve yukarıda sıraladığımız yeni sesler kulağımızı tırmalamıyor; aksine ruhlarımızda zengin, geniş, yeni ufukların perdesini aralıyordu. Bu dünyanın sancısını, özlemini, sevincini, yaratıcı isyanını daha derinden duyumsuyorduk o ezgilerle. Bizi daha anlayışlı, zengin, gururlu, başı dik insanlar olarak yontuyordu o sesler, ezgiler.
Tarihe bakmak son derece sübjektif bir iş, bakanın nereden ve nasıl baktığına, dahası bugüne ve geleceğe nasıl baktığına bağlı olarak “değişik tarihler” yazılabiliyor. Kimine göre 70’lerin görkemli günlerinden sonra sözü edilecek pek bir şey yoktu ve -neredeyse- olamazdı, “12 Eylül’ün apolitik kuşaklarının” ne hikayesi vardı ki müziği olsun? Kimine göre Mahir’den, İbrahim’den sonra teori kuran olmadığına göre 70’ler, 80’ler basit bir izcilikten başka nedir ki? Kimine göre 60’lar TİP’inden sonra “tren kaçmıştı”, zaten beyhudeydi olan biten. Bazılarına göre de 1990’larda ODTÜ’de kurulan kulüpler, karanlık ve sözü edilmeye değmez 80’lerden beri ilk kez yeni bir kuşağın filizlendiği fidelik oldu ama, o da çabuk soldu; kör talih işte, elden ne gelir?..
Peki tüm bu sübjektivizmleri “hizaya çekecek” nesnel olgular, “muhtelif tevatürlerin” mihengine vurulacağı ölçütler yok mudur? Elbette var! Envai çeşit “yorum” yapılabilir ama, örneğin devrimci müzikte burada en önemlilerini sıraladığımız -kuşkusuz unuttuklarımız vardır- örnekler ve dönem ne yok sayılabilir ne de üzerinden atlanabilir. Tersini iddia edenler, örneğin müzik alanında, bırakalım bu dönemi aşan güçlü bir damar yaratılmasını, dönemin birikiminin neden sürdürülemediğini mantıklı gerekçelerle izah etmekle yükümlüdür. Peki üzerinden atlanamayacak bu olgular/dönem neyi gösterir? Şunu: Cunta sonrası kelimenin geniş anlamında “yeraltına çekilen” Türkiye sosyalizmi, belirli bir mayalanma döneminin sonunda, 1980’li yılların ortalarından itibaren dipdiri umutlarla geri geldi! Kuşkusuz 70’lere kıyasla daha zayıf, ama kesin olarak dipdiri, umutlu ve adına “yeni bir başlangıç” denebilecek, etki ve yankıları elle tutulur somutlukta verilerle ölçülebilecek bir varlık olarak. Yeni dönemin izleri tüm alanlarda sürülebilir; işçi ve gençlik eylemlerinde, Kürt özgürlük hareketinin yükselişinde, kamu emekçilerinin yasallaşmadan yaygınlaşan örgütlenme ve eylemlerinde. Şehir gerillası eylemlerinde, yeni çıkan dergilerde, insan hakları mücadelesinde, Kürt hareketinin parlamento kapısını aralamasında, serhildanlarda: Müzikteki yeni sesler, yeni ezgiler ve zengin tarzlar, arayışlar işte bu yeni dönemin parçası, tezahürü; aynı zamanda da ürünü olduğu dönemi besleyen kaynaklardan biriydi.
Sokakta etkili olduğu dönem 1987-97 aralığıyla sınırlı olan bu dönem, önceki mayalanma ve sonraki -cılızlaşan- saçaklarıyla yirmi yılın sonunda, 2000’de sona erdi. Gezi parantezini bir yana koyarsak, devrimci hareketin 2020’ye uzanan son yirmi yıldaki etkisizliği müzik alanına da aynen yansımıştır: 1980-2000 aralığıyla kıyaslanamayacak oranda çoraklık, etkisizlik, siliklik olarak.
1986-87’de başlayan yeni dönem, öncelikle devrimci hareket kendini yenileyemediği için sürdürülememiş, tıkanmıştır. Yenilenişine esin kaynağı olduğu devrimci-ilerici müzik kadar olsun yenilenememiştir devrimciliğimiz. O yüzden bugün ne Timur Selçuk’un ölümünü derinden duyumsamak mümkün oluyor, ne o ümitvar başlangıcın izleri hatırlanıyor ne de Timur Selçuklarla neden ayrı düştüğümüz ve o damarın neden sürdürülemediği üzerine kafa yoruluyor…
“Yoldaş, ömrünü İslam’a dönerek tamamlayan bir adam için mi yazıyorsun bunları!?” diye hayretle soranların yüzlerindeki şaşkınlık şaşırtmıyor artık beni: Evet o adam için yazıyorum ve yazdıklarımın, Timur Selçuk’un bize kattıklarına küçük bir saygı selamı dışında yetersizliğinin farkında olarak yazıyorum. Hayatın da devrimin de pek çoğumuz için birkaç formül, birkaç slogan basitliğine indirgenmesinin acısını duyumsayarak yazıyorum. Belki de her şeyi bu derece “kolaylaştırdığımız” için bu kadar çoraklaştık…
Yunanlı bir kadın yoldaştan dinledim. Albaylar Cuntasının karanlık günlerinde Mikis Teodorakis Atina’da bir stadyumda konser verir. Konserin coşkulu bir anında “trafoya kedi girer”, elektrikler kesilir. Teodorakis sessizlik ister. Stadyumda çıt çıkmazken heybetli sesi yankılanır: “Herkes çakmaklarını yaksın ve bana eşlik etsin!” Teodorakis’e eşlik eden binlerin haykırışıyla Yunan direnişinin meşalesi gibi aydınlanır gece. Arkadaşım 9-10 yaşlarında bir çocuk olarak tanık olduğu o büyülü anı kırk küsur yıl sonra tüyleri ürpererek anlattı bana. Bu konser Cuntanın sona yaklaştığının işaretlerinden biri sayılıyor bugün. Ardından gelen Politeknik Üniversitesi direnişinden sonra ise 1974’te çöküp gidiyor Cunta. İç savaş yıllarında KKE (Yunanistan Komünist Partisi) militanı bir yeraltı direnişçisi olan Teodorakis’in işkence gördüğü eski polis merkezini göstererek hüzünle mırıldandı arkadaşım: “Bu binada işkence gördü. Ama şimdi Nea Demokratia’yı (sağcı Yeni Demokrasi Partisi) destekliyor…”
Teodorakisler bizi terk etmişse küfür etmeden önce bunun acısını, hüznünü duymak lazım… ve bir an olsun tereddüt etmeden, gerekiyorsa Teodorakis’e rağmen Teodorakisleri savunmak, sahiplenmek! Türkiye devrimciliği Payidar’ı, Türkiye İşçi Sınıfına Selam’ı (Timur Selçuk), Parka’yı, Tamirci Çırağı’nı (Cem Karaca), Atlının Türküsü’nü (Zülfü Livaneli) söküp atamaz ruhundan; atarsak çoraklaşırız! “Bu kolaycılığa sapıp bizi çoraklaştıranlar bizden değildir” demeye dilim varmıyor ama; “bizi boş teneke misali kuru gürültülü, tamtakır hale getiren anlayışlardan değilim” demekte hiç tereddüt etmiyorum.
Tolstoy bir Hristiyan ahlakçısı idi. Gogol, Çarcı bir deli olarak ömrünü tamamladı. Lenin Plekhanov’u politik olarak tereddütsüz mahkûm etti. Ama sosyalist kültürün inşası üzerine cümle kurması gerektiğinde, “Plekhanov’un felsefi mirasının okullarda okutulması gerektiğini” söyledi gönül rahatlığıyla. II. Dünya Savaşı’nın en karanlık günlerinde, kuşatma altındaki Stalingrad’a radyodan seslenen Stalin şunları söylüyordu: “Faşist barbarlık Tolstoyların, Gogollerin, Leninlerin, Plekhanovların ülkesine boyun eğdiremeyecektir!”
Biz de gururla haykırıyoruz: Memleketimize musallat olan aşağılık faşizm, Nazım Hikmetlerin, Yaşar Kemallerin, Orhan Kemallerin, İsmail Beşikçilerin, Hrant Dinklerin, Zülfü Livanelilerin, Cem Karacaların, Timur Selçukların ülkesine boyun eğdiremeyecektir!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.