Savaş, devrim, iç savaş, tarımda kolektifleştirme, emperyalist kuşatma, iktisaden geri bir ülkeyi ayağa kaldırma, Hitler sürüleriyle savaş, yeniden inşa, Soğuk Savaş gibi zorunlulukların üzerinden kimse atlayamaz. Peki zorunluluklar sosyalizmi sakatlayan yanlışların gerekçesi olabilir mi? Ne yazık ki zorunluluklarla izah edilip meşrulaştırılan yollar, nihai olarak sosyalizmi korumaya, ayakta tutmaya yetmedi
Sosyalizm meselesiyle birazcık ilgilenip, Aleksey Stahanov adını duymayan yoktur herhalde. Stahanov, 31 Ağustos 1935’te 102 ton kömürü 5 saat 45 dakikada çıkararak rekor kırmıştır. 19 Eylül’de ise tek vardiyada 227 ton kömür çıkartarak yeni bir rekora imza atmıştır. Sovyet emek kahramanı ödülü alan Stahanov, kendi adıyla (Stahanovizm) anılan çalışma ve üretkenlik seferberliğine ilham kaynağı olmuştur.
Gladkov’un Fabrika adlı romanı da benzer bir emek kahramanlığını işler. 1920’lerin başında, iç savaşın sonunda fabrika metaforu üzerinden yıkılmış haldeki Sovyet ülkesinin ayağa kaldırılışını anlatır. Kahramanca çalışmanın örnekleri bolca sergilenir romanda. Yalnız bazı gariplikler vardır. Örneğin, kocasının iç savaşta öldüğünü sanan kadın kahraman, bir akşam üzeri kapının tıklatılmasıyla sevdiğini karşısında bulur. Duygularını bizden farklı yaşayan toplumlarda bile insanlar sevinçten düşüp bayılmazsa eğer, sessizce, tutkulu bir sarılışla yaşar o anı. Fabrika’nın kadın kahramanı ise, “Sen geç otur, benim parti toplantım var” diyerek çıkar gider. Adanmışlık, davayı, partiyi, görevi vb. her şeyin üstünde tutma örneği olarak anlaşılan bu tutum, aslında derin bir yabancılaşmayı yansıtır. İlerleyen sayfalarda çiftin çocukları nedensiz yere ölür. İyi bir kreşe gitmektedir, aç açıkta değildir ama ölür. Yazarın ima ettiği ya da pekâlâ öyle yorumlanabilecek olan şudur ki, çocuk sevgisizlikten, ilgisizlikten, ana babasının yukarıdaki karşılaşmalarında tanık olduğumuz mekanik, ruhsuz hayatlarına dayanamayıp tükenmiştir sanki… Devamla parti komiserlerinin makamlarını kullanarak kadın yoldaşlarını taciz etmelerine de tanık oluruz romanda.
Alyoşa’nın Bayırı / Hasat adlı roman ise II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda (1945 sonrası) yıkıma uğrayan SSCB’nin ayağa kaldırılış sürecinde yeni kuşak emek kahramanlarını anlatır. Genç komünist Alyoşa, plan hedeflerini gerçekleştirmek için deliler gibi çalışmaktadır. Hedefi gerçekleştirir ve yorgunluktan ölür! (Hasat, Ceylan yayınları tarafından basıldı.)
Stahanovizm gerçek bir hareketin adıdır. Fabrika ve Hasat romanları ise gerçekten daha gerçektir; toplumda özendirilen, ödüllendirilen değerleri, moral normları işaretler ve Sovyetlerdeki hayatın akışına uygundur romanlarda anlatılanlar. Fedakârlık ve insanüstü gayretler olmadan sosyalizm inşa edilemez doğru; fakat 30-40 yıla yayılan, süreklilik kazanan ve norm haline gelen ölümcül bir çalışma temposu tek başına sosyalist inşanın gerektirdiği fedakârlıkla izah edilemez…
1920’ler Fabrika, 1930’lar Stahanovizm, 1940’lar Hasat… Bunlara Lenin’in “Taylorizmden öğrenmemiz gerek” talihsiz sözünü de ekleyin. Zorunlulukların baskısıyla yorgunluktan bitip tükenen insanlar. Sosyalizmi inşa ulvi amacı uğruna yer yer insani varlığına yabancılaşan emekçiler. Kapitalizmi ekonomik alanda yarışıp geçme hayali. Üretim güçlerinin engellerini kaldırıp, kapitalizme nal toplatan üretim ufuklarına yelken açmak sevdası. (Nazım’ın “Makineleşmek İstiyorum” şiiri düşünülsün.) Toplumun ekonomik temelindeki (altyapı) hızlı değişimin neredeyse otomatik olarak yeni hayat/toplum/insanı yaratacağı ham hayaline saplantı halinde inanmak. Ekonomik inşanın komünist yeni insanın “inşası” ile mütenasip ilerlemediğini; bilakis “insanın” yükselen fabrikaların, rekorlar kıran hasatların altında ezilmeye başladığını görmemek ya da görmek istememek: 20. yüzyıl sosyalizmini bu en temel meseleden, insanların hayatı, mutluluğu, gelişimi üzerinden “okumaya” başlamakta sonsuz yarar var.
İlk soru şudur: Sosyalizmde iş-çalışma rejimi böyle mi olmalıdır? Örneğin, “Taylorizmden öğrenelim” diyebilir miyiz? Sosyalizmin yeni dönemi bu soruları yoruma yer bırakmayacak netlikle olumsuz yanıtlamalıdır. Sosyalizm, kapitalizme benzeyen, onun çalışma metotlarını taklit eden, yabancılaşma ve iş yükü altında emekçileri tüketen bir çalışma düzeni kuramaz. İşi zevk haline getiren, katılıma, yaratıcılığa açık, insanların sevdiği işi yapmasını ya da yaptığı işi sevmesini sağlayan, boş zaman kazandıran (daha kısa çalışma) ve boş zamanı insanı geliştirici tarzda örgütleyen bir iş/üretim ve toplumsal hayat düzeni inşa etmek zorundadır.
Şu denebilir: Eğer sanayileşme gerçekleştirilemeseydi Sovyetler Hitler’in faşist sürülerine dayanamaz, çöker giderdi. Mümkündür. Fakat asıl soru şudur: 1940’lar başına oranla çok daha güçlü bir sanayiye sahip SSCB, 1980’lerin sonunda nasıl oldu da çöküp gitti? Ya da iktisadi olarak SSCB ile kıyaslanmayacak oranda güçsüz bir ülke olan “sanayisiz” Küba nasıl oldu da ayakta kaldı?
Savaş, devrim, iç savaş, tarımda kolektifleştirme, emperyalist kuşatma, iktisaden geri bir ülkeyi ayağa kaldırma, Hitler sürüleriyle savaş, yeniden inşa, Soğuk Savaş gibi zorunlulukların üzerinden kimse atlayamaz. Peki zorunluluklar sosyalizmi sakatlayan yanlışların gerekçesi olabilir mi? Ne yazık ki zorunluluklarla izah edilip meşrulaştırılan yollar, nihai olarak sosyalizmi korumaya, ayakta tutmaya yetmedi. Sonuç olarak SSCB, 1920-30-40’lara göre ekonomik olarak daha geri olduğu için değil, bizatihi sosyalist ülkelerin halkları sisteme yabancılaştığı, sırtını döndüğü, sahip çıkmadığı için çöktü. Düne göre ne daha fakirdiler ne de daha güçsüz; ama devasa iktisadi, bürokratik ve askeri aygıtlar haline gelen sosyalist devletler toplumsal temelden yoksun kaldıkları, yani emekçiler bu çürük aygıtlara yabancılaştığı için çöktüler. Bu yabancılaşma onyıllara yayılan tedrici bir süreçte gerçekleşti; öyle ki, sosyalizmin tutkulu inşa süreçlerinde bile yabancılaşma öğeleri görülmeye başlandı. Ya da gayet doğal olarak her iki yönü de bağrında taşıyan sosyalist inşa diyalektiği olumlu yönde geliştirilemedi ve sonuçta çürüme/çöküş öğeleri baskın geldi.
Sovyet örgütleri, pek çok etkenin bileşkesi olarak 1920’lerin başlarından itibaren sönümlenmeye başladı. Lenin sosyalizmin kısa formülünü, “sovyet iktidarı artı elektrifikasyon” olarak vermişti. Sovyetlerin sönümlenmesi sosyalizmin temeli ve varoluş gerekçesinden, yani şahdamarından sakatlanması anlamına geliyordu. İşçi ve emekçilerin nesne olmaktan çıkıp tarihin/hayatın kurucu öznesine dönüşmelerinin somut formu sovyet idi. Sovyet; örgütlü, irade sahibi, kaderini ellerine almış işçi ve emekçi demektir. Sovyet devleti örgütlü proletarya ve halkın devletidir; öyle bir “devlet” ki, ilk kez sömürülen çoğunluğun “bizatihi iktidar olması” olarak, “devlet olmaktan çıkmaya, sönümlenmeye başlayan” bir yapıyı ifade eder. Bürokratik aygıt olarak devletin değil de Sovyet’in sönümlenmesi ise objektif olarak işçi ve emekçilerin edilgenleşmesi ve paralelinde devlet aygıtının/bürokrasinin özerk bir güç olarak yükselmesidir: Kitlelerin edilgenleşmesi ile “aygıtın” özel bir güç olarak yükselmesi madalyonun iki yüzüdür; biri olmadan diğeri olamaz; ya da tersi.
Politik etkenler bir yana, otuz küsur yıl boyunca Stahanovist tarzda çalışan bir toplumun yorgunluktan fırsat bulup politika ve yönetim işlerinde etkin olması beklenemez. Bu durumda insanlar boş zaman yaratıp kültür, sanat, edebiyat ya da kişisel gelişimiyle ilgilenemez. Hobiler edinmesi, canlı, üretken, geliştirici sosyal ilişkiler kurması güçleşir. Halbuki umulur ki, her yönden gelişip güçlenen sovyet ülkesi vatandaşı, yani Che’nin deyimiyle “yeni insan”, sovyette, partide, devlette, politika ve kültürde gittikçe daha etkin olacaktır. Sosyalist inşa süreci bu yönde ilerlemiyorsa, güçlenen yurttaş-zayıflayan aygıt denklemi doğru kurulamamışsa ortada esaslı bir terslik vardır. Başka sözcüklerle elektrifikasyon (sınai/ekonomik inşa diyelim) uğruna sovyet feda edilirse ya da nesnel sonuç bu olursa; tek başına elektrifikasyon sosyalizme yetmez, yetmedi. Şöyle de sorulabilir: Elektrifikasyonun/sanayileşmenin, iş yükünü azaltıp boş zamanı artırarak emekçinin gelişimine her yönden katkıda bulunması gerekirken neden tersi oldu? Neden Stahanovist çalışma modeli otuz yıl boyunca süreklileşti ve neden Sovyetler güçleneceği yerde sönümlendi? Ya da devlet sönümleneceği yerde güçlendi? Ya da parti ile kitleler arasındaki fark kapanacağı yerde neden açıldı?
Örgütlü yurttaş iradesi olarak sovyetler ne özel teşviklerle politik alanda etkin kılınabilir ne de bürokratik kararnamelerle politikanın dışına itilebilir. Sovyet yapıları belirli bir gidişat içinde doğal yollarla sönümlendi; tıpkı yaşaması ve dinamizminin de belirli doğal koşulların bir araya gelmesini gerektirdiği gibi. Sovyetlerin yaşaması ve etkinliğinin temel koşulu sosyalist yasallık içinde özgürlüktür. Yani ırkçı, faşist propaganda, örgütlenme ve özel mülkiyete geri dönüşün anayasal olarak yasaklanması hariç, sosyalizm için farklı yolları savunan tüm düşünceler söz, basın, örgütlenme özgürlüğüne sahip olmalıdır. Keza sanat, edebiyat alanında anayasal temelde devlet müdahalesinden ari geniş bir özgürlük hüküm sürmelidir. Çelişki, gelişmenin ve dinamizmin anasıdır. Çelişki bastırılamaz, yok sayılamaz, kararnameyle yasaklanamaz. Sosyalist yasallık içinde çelişkinin negatif yönüne karşı verilecek ideo-kültürel ve politik mücadele pozitif yönün diri, güçlü, yaratıcı temelde gelişiminin olmazsa olmazıdır. Söz, basın, örgütlenme özgürlüğünden yararlanarak sosyalist kamuoyunun bağrında yürüyen böylesi bir mücadele; 1) milyonlarca yurttaşın ilgisiz kalmasını imkânsızlaştırır, yurttaş iradesinin şekillenmesinin, sovyetlerin sönümlenmesi ne kelime, çağıldayan bir dinamizmle toplumsal ve politik hayata katılımının zeminini sağlar, 2) yanlış bulduğuyla mücadele içinde sürekli gelişmek zorunda olan parti aygıtı paslanıp kireçlenmeye “fırsat” bulamaz, 3) canlı bir mücadele içinde kitleleri neredeyse her gün yeniden kazanma yeteneği sergilemek zorunda olan parti aygıtı bürokratik yozlaşmanın etkilerine daha az maruz kalır ya da etkin kitlelerin, canlı tartışmaların içinde gönüllü ikna ve rızaya dayalı öncülüğünü inşa/icra zorunluluğuyla yüz yüze gelir, ki son derece hayırlı bir iştir bu. Bu faktörler ve onları yaşatacak zemin (sosyalist özgürlük) zayıfladığı oranda, kitleler edilgenleşir, parti ve devlet aygıtı bürokratizme meyleder, düşünsel, bilimsel ve kültürel hayat çoraklaşır.
Marks, Engels ve Lenin’in neredeyse bütün eserleri polemik temelinde kaleme alınmıştır. Polemik yaptıkları genellikle düşmanları değil, kendi yoldaşlarıydı. Demek ki teori, politika, kültür, sosyalist inşanın kapsamlı sorunları vb. bağlamında farklılık, tartışma ve bu süreçlerin sonunda teori ve eylemin zenginleşerek ilerlemesi sosyalizmin doğasına içkindir. Başka sözcüklerle toplumsal gerçekliğin temel gelişme dinamiği budur. Bu dinamik doğru ele alındığında şanssızlık değil, şanstır. Bolşevik Parti en kritik zamanları, Şubat-Ekim 1917 dönemini yoğun tartışmalarla geçirdi. Bu tartışmalar Ekim Devrimi’ni sekteye uğratmadı; bilakis partinin ve kitlelerin bu zorlu süreçte doğru çizgiye kazanılmasını sağladı. Brest-Litovsk barışı gibi bir ölüm kalım anında bile kimse tartışmaları yasaklamayı düşünmedi. Liste uzatılabilir. 1930’lara gelen süreçte tartışma dinamiği zayıfladı. 1930’ların ikinci yarısında ise tartışma bastırıldı ve farklılıklar ideolojik mücadele alanından çıkarılıp kriminalize edildi. “Savaş kapıdaydı, daha tartışma mı yapsalardı” türünden yaklaşımları geçiniz bir kalem. Bolşevik parti geleneği, en zorlu süreçlerde, sovyet devletinin “günlerinin sayılı olduğu” düşünülen zamanlarda bile iç-dinamizmini yitirmedi, farklılıklardan korkmadı, idari tedbirlerle tartışma bastırmadı. Tarımı kolektifleştiren, kapitalist dünya 1929 krizinin sonuçlarıyla boğuşurken on yılda yüz yıllık sanayi atılımı gerçekleştiren, teorik yanlışlığına rağmen müthiş bir özgüven patlamasının işareti olarak “tek ülkede komünizmin inşa edilebileceğini” tespit eden 1930’lar sonu SSCB’yi mi yıkacaktı farklılıklar ve “tartışma”? Bu tutum, Bolşevik Parti’nin 1920’lere, bir bakıma 20’ler sonuna kadar süren geleneğinden geri dönüşsüz bir kopuş oldu.
Sovyetlerin sönümlenmesi, tartışmanın bastırılması, parti ve devlet aygıtının bir süre sonra Kruşçevleri “doğuracak” tarzda bürokratlaşmaya yüz tutması, düşünsel, kültürel, sanatsal hayatın kısırlaşması; hepsi birbirine bağlı ve birbirini besleyen negatif dinamiklerdir. Sosyalizmi sakatlayan ekonomik, politik, teorik, kültürel ve bilimsel gerileme (ya da tek-yönlüleşme) böylesi süreçlerinin ürünü oldu. Ve bunlar bilinemez, anlaşılamaz şeyler değildir, her şey gayet açıktır.
Mutlak doğrunun (teorik) ve uygulamaları tartışılamayan bir (politik) iktidarın tekelini elinde bulundurmak nesnel olarak bürokratik yozlaşmanın münbit toprağıdır. En iyi ihtimalle parti ve devletin her şeyi doğru yaptığını düşünelim; bu bile tüketici, tıkayıcı bir şeydir. Öyle ya, toplumsal denetim, katılım ve eleştiriye ihtiyaç duymadan her şeyi -gerçekten de!- doğru yapan bir parti/devlet, kitleleri özne olmaktan çıkarıp nesneleştirir, kendini de ulaşılmaz bir yücelik katına yükseltir: En iyi durumda dahi sonuç budur. Toplumsal katılımla yürüyen ideo-politik mücadelelerle dinamizm ve gelişmenin motoruna dönüşen hakiki bir mücadele yerine, farklılıkları bastıran bir tutum toplumsal dokuyu edilgenleştirir, düşünsel hayatı betonlar ve parti ve devlet aygıtını bürokratlaştırır. Mutlak monarşiler bile farklılıklardan ve farklı çıkarların mücadelesinden kaçamaz. Kralın büyük oğlu yerine ortanca oğlu etrafında örgütlenenler feodal toplumun bağrındaki sınıf ve “partiler” mücadelesinin örneğini sunarlar aslında. Keza komünist partiler içinde farklı eğilimlerin olması da gayet doğaldır. Mesele bunu yok saymak değil, geliştirici bir mücadele dinamiğine dönüştürebilmektir: “Bolşevik parti oportünizme, sağ ve sol sapmalara karşı mücadele içinde gelişti.” (Lenin) Yani bastırma, yasaklama değil, kurallı bir mücadeleyi gelişme dinamiğine dönüştürmek; bastırmak isteseniz de bastıramazsınız zaten, farklılıklar kendini bin bir biçimde gösterir ve etkili olur.
Selim (Açan) Hoca, kısa süre önce Ekim Devrimi’nin yıldönünümü vesilesiyle yazdığı bir yazıda, “ekonomik alanda kapitalizmle yarışıp-geçme anlayışının” yanlışlığına vurgu yaptı.(bkz. Alınteri Gazetesi) Elhak doğru. Kapitalizmin temel ekonomik yasası kâr ya da azami kâr, sosyalizmin temel ekonomik yasası ise insanın maddi ve kültürel gelişiminin en tam tatminidir; kerteriz alacağımız şey bu ikincisidir. Örnekler biliniyor, kısaca hatırlayalım: “Yarışıp geçme” uğruna dünyayı defalarca berhava edecek atom silahlarına kaynakları heba ederken, emekçiler sabun kıtlığı yaşayabilir ya da tıkış tıkış konutlara, sağlıksız kentlere mahkûm olabilirler. Yani sosyalizmin temel ekonomik yasasının hilafına emekçinin gelişiminden kısarak kapitalizmi şu veya bu alanda “geçebilirsiniz” ve fakat bu “zafer” sosyalizmin ve emekçilerin pek de hayrına olmayabilir. Peki neden bu yola sapılıyor? Vardığım sonuç odur ki, “yarışıp geçme” anlayışı bir semptomdur; asıl kökensel neden -ya da nedenlerin nedeni- ekonomizm ve kaba determinizmdir. Bu yolda yürüyenleri “samimiyet testine” tabi tutamayız, onlar sosyalizmin bu yolla inşa edileceğine inandılar ve gayet samimiydiler. Tüm uygulamaların nesnel anlamı gösteriyor ki, ekonomik altyapının inşası (bu alanda kapitalizmi geçme biçiminde tezahür ediyordu) sosyalizmi muhkem kılmakla kalmayacak, neredeyse otomatik olarak sosyalist kültür, yeni insan ve üstyapıyı da beraberinde getirecekti. Yani ekonomiyi sanayi temelinde inşa etmek neredeyse sosyalist inşanın tamamıydı, gerisi kendiliğinden gelecekti ve bu tarihi şemaya/ilerlemeye gayet uygundu. Pek “Marksist” görünen ve fakat Marksizm’in vulger ve kötü bir karikatürüne dönüşen ya da Marksizm’in devrimci potansiyellerini değerlendirip geliştiremeyen bu anlayıştır asıl çöken.
Nasıl yarışıp geçeceğiz kapitalizmi? Aral gölünü kurutup, Çernobil’i patlatarak mı? Nasıl geliştireceğiz “üretici güçleri”? Amerika’dan daha fazla üretip-tüketerek mi? Fikret (Başkaya) Hocanın çalışmalarında gösterdiği üzere bugün her Hintlinin ortalama bir Amerikalı kadar tüketebilmesi için birden çok dünya gerekiyor, yani yaşlı küremizin kaynakları böylesi bir üretim ve tüketime yetmiyor! (Örneğin bugün olası Amerikan ve Avrupa devrimi “üretim güçlerini geliştirmeyi” değil; kaynaklarını hızla Latin Amerika, Afrika ve Asya ile paylaşmayı, tüketimini insani ölçülerde ve küresel eşitliği gözeterek kısmayı, doğayı onaracak bir üretim düzenine geçmeyi program edinmek zorundadır. Tek boyuta indirgenmiş “üretici güçleri geliştirmek” gibi ezberlerle, basmakalıp şablonlarla alınacak yol çoktan tükendi!) Ve ekonomik altyapının böylesi bir inşası/gelişimi nasıl bir sosyalizm yaratacak ya da muhayyel “ekonomik sosyalizm” yok-dünyada mı inşa edilecek ki, içinde insana ve insanın/toplumun uyumlu, bütünlüklü ve tam gelişimine yer kalsın?
Bunları şimdilik not edip geçelim.
Açık olmalıyım ki, SSCB’de kadınların durumu konusuna hâkim değilim. Birkaç yıl önce beraber sunum yaptığımız Ekim Devrimi panelinde AvEG-Kon adına konuşan kadın arkadaş, 1930’ların sonuna gelindiğinde kadınların hukuki ve toplumsal durumunda, devrimin ilk zamanlarına kıyasla ciddi gerilemeler olduğunu bir dizi veriyle anlattı. Bu konuda söz öncelikle kadınlarındır ve toplumun yarısına dair geriye gidiş eğilimi tespit ediliyorsa, bu, sosyalizmin de kadınların gerilediği oranda gerilediği anlamına gelir.
Enternasyonalizm bahsine gelince. Bu konuda Hıdır Gürz arkadaşın YouTube kanalında benimle yaptığı iki saatlik bir söyleşi var. (Sendika.Org’da da yayımlandı bu söyleşi.) Birkaç temel sonucu aktarabilirim buraya: Dünya devrimi perspektifine bağlı enternasyonalizm anlayışı, SSCB’nin güvenliği lehine terk edildi. Dünya devrimi ve dünya sosyalist sisteminin inşası anlayışının doğal gereği olarak, sınırdaş olan bütün sosyalist ülkelerin belirli bir plan dahilinde birleşmeyi gündemlerine almaları gerekirken, sosyalist ülkeler arasında sınır savaşları oldu, kan döküldü! Bu enternasyonalizm değil, düpedüz milliyetçiliktir! Dış politikada milliyetçilik, yayılmacılık ve tahakküme prim veren bir çizginin, iç politika ve toplumsal yapıdaki kökleri üzerine düşünmek zorundayız…
Birileri kalkıp, “Eh burada yazdıklarına bakılırsa dünyada sosyalizm hiç inşa edilmemiş!” diyebilir. Şiddetle reddederim bu anti-diyalektik anlayışı! Başka sözcüklerle, tarihi kralların, büyük adamların, partilerin tarihi olarak yazan/anlayan burjuva/gerici tarih anlayışının varabileceği bir sonuç olur bu ancak. Partiler, liderler, devletler doğrular, yanlışlar pek çok şey yaptılar, bu açık. Peki ya kitleler? Sosyalizme gönül veren, devrimlerde kanını akıtan, ekonomik, toplumsal hayatın bütün veçhelerinde ter döken, kendi hayatlarını kurma yönünde emek harcayan yüz milyonlarca işçi, emekçi ve aydının yarattıkları? Hitler sürülerini yenilgiye uğratıp dünyayı faşizm ve kölelik boyunduruğundan kurtaran on milyonlarca emekçi? Listeyi uzatmaya gerek yok: Yüz milyonlarca insan sosyalizm uğruna dövüştü, değerler yarattı, kazanımlar elde etti: Hazine değerinde dersler ve birikimler kaldı onlardan geriye. Yani sosyalizmin tarihi partilerin, devletlerin yanlışlarından ibaret değildir, hatta onlar da salt yanlıştan ibaret değildir. 20. yüzyıl sosyalizmi yüz milyonlarca emekçinin eyleminde yaşam buldu öncelikle. Bu maddi ve moral kazanımlar bizimdir. Geleceğimizi, geçmişimizin kazanımlarını sahiplenip geliştirerek ve bizatihi bir dönemin sosyalizmini yenilgiye sürükleyen hatalarından öğrenerek inşa edeceğiz.
Çünkü tarih bir kez daha haykırıyor: Ya sosyalizm ya barbarlık!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.