Yazar kimden neyin özrünü talep ediyor, sonrasında da neye/hangi ölçüte göre, ayrıca hangi yetkiye ya da vehme dayanarak kimin söz söylemeye hakkının olup olmadığına karar veriyordu?
Evrim Çakır adındaki -muhtemelen- genç bir arkadaşın 10 Ekim 2020 günü Sendika.Org sitesinde yayımlanan yazısını gecenin geç bir saatinde okuyabildim.
Yazının şiirsel başlığının kastını anlayamadım önce: “Önce özür dileyelim ya da söyleyecek sözü olan anlatsın!”
Yazar kimden neyin özrünü talep ediyor, sonrasında da neye/hangi ölçüte göre, ayrıca hangi yetkiye ya da vehme dayanarak kimin söz söylemeye hakkının olup olmadığına karar veriyordu?!!
Sorularımın yanıtını yazıda bulabilirim düşüncesiyle okumaya başladım, zihnim iyice bulandı. Yazı 10 Ekim Ankara Katliamı’nı konu ediyordu. Fakat daha girişte şu paragraflar kimi, neden ve niye suçluyordu:
“10 Ekim’e giderken ülkeyi faşizmle yönetmeye koyulmuş Erdoğan’ın, sosyalistlere ve Kürtlere açtığı savaşı hafife almış, beslediği cihatçı çetelerle Diyarbakır’da, Suruç’ta neler yapabileceğini görmüş olanlar;
Yaşananlara cevap vermek için ‘Emek, demokrasi ve barış’ talebiyle Ankara’da miting yapmayı önüne koyan, olağan koşullar altınday’mış’ gibi bir miting organize ederek ülkenin dört bir yanına çağrı yapanlar;
Ankara’da binleri bu çağrıyla yan yana getirmiş ama bombaları hesaba kat(a)mamış, üzerine ‘hesabını sorma’ sorumluluğu almış ama bu sorumluluğun gereklerini yerine getirmeyi unutarak yoluna devam etmeye çalışmış, bu ülkenin tüm sosyalist muhalefeti özür dilemeli!” (agy)
Gidişin yönünü ve buna bağlı olarak bazı olasılıkların hafife alınıp öngörülmemiş olmasının vehameti konusunda söylenenlerde kısmi bir haklılık payı olsa dahi o koşullarda böyle bir miting organize edilmiş olması mı yanlıştı?!!
Devletin bir saldırı ya da provokasyon olasılığını öngörmek mümkün olmakla birlikte o denli kalleş ve alçakça patlatılan “bombalar nasıl hesaba katılabilirdi”?!!
“Hesaba katılmış” olsaydı bile sırf o mitingden değil o kesitte -ve ilerleyen yıllarda- her türlü etkinlikten, sokaktan, direnişten, faşizme meydan okumaktan vazgeçmenin dışında nasıl bir önlem alınabilirdi ki?..
Hele şu “özür dileme” koşulu da neyin nesiydi?.. Kimden, neyin özrünü dileyecektik? Bu neyi değiştirecekti? Daha da önemlisi Ankara ya da Suruç katliamlarının, Sur’un, Cizre’nin yerle yeksan edilmesinin, işçi sınıfı ve emekçilerin pandemi koşullarında ölüme sürülmesinin ya da helikopterden atılan köylülerin katli karşısında sergilediğimiz güçsüzlük ve etkisizliğin nedeni acı ve utanç duygumuzun eksikliği ya da yetersizliği miydi ki mesele getirilip bir “özür” sorununa bağlanıyordu?..
“Ben de bir anormallik var galiba, okuduğumu anlama yeteneğim dumura uğramış herhalde” diye düşünmeye başlamıştım ki, şu satırları okuyunca nasıl akıl almaz bir ruh hali ve grupçulukla karşı karşıya olduğum gerçeği kafama “dank” etti:
“…Patlamanın olduğu yere doğru koşarken, mitingin ses aracından bir anons yapıldı: ‘Herkes kendi güvenliğini alıp alanı terk etsin, illerden gelen araçlar kalkıyor!’
‘Herkes kendi güvenliğini alsın’ diyordu. Çünkü bizim alacak ne bir güvenliğimiz ne de hazırlığımız vardı. ‘Normal’ şartlar altında bir mitingdi yapacağımız. Bu olanlar hesabımızda yoktu, siz de başınızın çaresine bakmalıydınız!
Bu anonsun ardından, mitingin çağrıcıları başta olmak üzere alan terk edilmeye başlandı. Örgütüm o gün inisiyatif alan/kalan, örgütlü hareket eden yapı oldu.” (agy, abç)
“Lanet olsun” dedim kendi kendime. “Al sana ikinci İnönü Alpat vak’ası…” Ankara Katliamı gibi ortak bir felaketi bile grupçu bir rekabet ve böbürlenme konusu yapanların ilki oydu çünkü. Katliamın üzerinden topu topu 5 gün sonra şimdi Evrim Çakır’ın yaptığını yaparak o felaketi (bile) “bizimkiler yaralıların yardımına koşmak için çırpınırlarken birileri pankartlarını ve bayraklarını alelacele toplayarak panik içinde kaçtılar” içeriğinde bir grupçu istismar konusu haline getirmişti. (http://sendika64.org/2015/10/ölülerimizi-burada-bırakıp-nereye-gideyim-inönü-alpat/).
Bırakalım devrimci değerleri insani değerlere bile bu kadar yabancılaşmaya duyduğum tepkiyle o günlerde Düşmanına benzemek… başlığını koyduğum bir yazı kaleme aldım. A. Can mahlas imzasıyla 22 Ekim 2015 günü Alınteri gazetesinin sitesinde yayınlanan o yazının spotunda “’Sol’ iddiamıza karşın insani değerlere dahi nasıl bu kadar yabancılaştık” diye soruyordum (Düşmanına benzemek… http://arsiv2.alinteri2.com/dusmanina-benzemek.html
Yazının girişinde Türkiye toplumunu “toplum” olmaktan çıkaracak boyutlardaki yarılma ve düşmanlaşmaya dikkat çekerek, “Acıda bile ortaklaşamıyorsak biz daha hangi birlikten ve kardeşlikten söz ediyoruz” düşüncesi, özellikle Ankara Katliamı’ndan sonra Türkiye’deki ilerici-demokrat kamuoyunda da güç kazandı.
Bu tespit ve buna dayalı tepkilerin haksız ve temelsiz olduğu söylenemez. Konya’da oynanan milli maç sırasında Ankara Katliamı’nda yaşamını yitirenler için yapılan göstermelik bir saygı duruşunun bile ıslıklar ve tekbirlerle protesto edildiği bir toplumda hangi “birlik ve beraberlik”ten, “acıda ve sevinçte ortaklık”tan bahsedebiliriz?..
Sosyal medya ortamlarında kusulan kin ve nefret söylemlerinden vazgeçtik, sokakta, işyerinde, otobüste, dolmuşta, vapurda, kahvede yüzümüze baka baka “bana ne senin acından?..”, “herkes sizin mateminizi tutmak zorunda mı?..” vicdansızlığıyla konuşan yaratıklarla aramızda nasıl bir bağ olabilir?..” diye soruyordum.
Fakat bu sorgulamayı burada bırakmayıp devamında da “Ancak bu sorgulamayı yaparken, “sol” adına kendi cenahımızda tanık olduğumuz benzer “yabancılaşma” örneklerinin üstünden atlayabilir miyiz?.. Örneğin, acıları yarıştıran, katliamda yitirdiğimiz kardeşlerimiz arasında bile ayrımcılık yapan, bazıları söz konusu olunca 10 bini aşkın insanın katıldığı cenaze törenlerini bile görmezlikten gelen bir solculuk, sosyalistlik olabilir mi?..
Katliam sonrası o alanda yaşananlardan ‘bizimkiler yaralıların yardımına koştu ama başkaları panik içinde kaçtı’ şeklinde rant çıkarmaya tenezzül edebilecek kadar kendini kaybeden grupçu fanatizmin, katliam sonrası hala oy hesapları yapan, yüzündeki o plastik gülümsemeyle “yüzde 44-45 bandına tırmanışımız sürüyor” diyebilen bir Davutoğlu ile arasında ne fark vardır?..” sorularını gündeme getiriyordum.
Evrim Çakır’ın yazısı bu soruları bir kez daha sormama neden oldu. Burjuvaziyi ve faşizmi bırakıp birbirimizle rekabeti ön plana geçiren bu grupçu fanatizm 1970’li yıllarda birbirimizi vurmaya kadar varan bir körleşmeye sürükledi hepimizi. Bunun nasıl bir illet olduğunu ve sosyalistlik iddiasındaki bireyleri bile nasıl bozup insanlıktan uzaklaştırabileceğini gösteren çok sayıda acı örnek yaşadık. Bunlardan hiç mi ders almadık ya da ders almaya hiç niyetimiz yok mu? Görülen o ki;
“…Dönüp dolaşıp geliyoruz yine başta değindiğimiz noktaya:
Acılarını paylaşmayı bile beceremeyen, dahası birçok konuda giderek daha fazla sınıf düşmanlarına benzeyen bir sol, kime, nasıl güven verebilir?.. Nasıl etkin bir güç ve çekim merkezi haline gelir?.. Göreli olarak biti biraz kanlansa bile bunun kime, ne faydası olur?..”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.