Yenilgi kaçınılmaz bir sonuç olarak görülmemeli. Devrimciler sahip oldukları güç ve olanaklarla faşizmi bozguna uğratabilirlerdi. Biz devrimciler görevlerimizi sınıf mücadelesinin gerektirdiği düzeyde yerine getiremediğimiz için yenildik
12 Eylül’de halka ve devrimcilere karşı yapılan faşist askeri cuntanın üzerinden 40 yıl geçti. Her yıl yapıldığı gibi, bu yıl da faşist cunta emek ve insanlık düşmanı icraatlarıyla lanetlendi, teşhir edildi.
Faşist askeri cuntanın üzerinden neredeyse yarım yüzyıl geçtiği halde, hala gündemde olmasının nedeni, toplumsal hayat (ve bireysel hayatlar) açısından yol açtığı yıkıcı sonuçlardır.
Bu faşist darbenin nedenlerini ve amaçlarını kısaca belirtmekte yarar var.
1970’ler boyunca Türkiye kapitalizmi sürekli bir kriz süreci yaşıyordu. Aslında bu kriz uluslararası kapitalist sistemin kriziyle iç içe yaşanan bir durumdu. Türkiye kapitalizminin yaşadığı ağır sorunlar burjuvazinin sermaye birikimiyle ilgiliydi.
Bu nedenle 12 Eylül faşist darbesi, burjuvazinin ihtiyaç duyduğu sermaye birikimini sağlamak ve bu hedefe ulaşmak için sınıflar arası mücadeleyi sermaye güçleri lehine, zor yoluyla düzenleme operasyonudur.
Türkiye egemen sınıflarının parçalanmışlığı, bunun siyasi partilere yansıması, farklı sermaye güçleri arasındaki rekabet, krizin emperyalizm ve tekelci burjuvazi lehine çözümünü imkânsız hale getiriyordu.
Aynı yıllar hem başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halk kesimlerinin önemli bir bölümünün örgütlü olması hem de halkın öncüleri olan devrimcilerin Türkiye ölçeğinki yaygın gücü iktidar sahipleri için aşılması gereken engellerdi.
Emekçi sınıf ve tabakalarının politikleşme düzeyinin geriletilmesi ve devrimci hareketlerin gücünün kırılması gerekiyordu.
Tarihe 24 Ocak Kararları olarak geçen ekonomik tedbirlerle amaçlanan, iktidar kombinasyonunu yeniden kurmak, sermaye birikimini güvenceye almak, neoliberal iktisadi politikalar aracılığıyla Türkiye kapitalizmini dünya kapitalizmiyle uyumlu hale getirmekti.
Devrimci hareketleri ezmeden, halkın örgütlü kesimlerini etkisiz hale getirmeden burjuvazinin emellerine ulaşması mümkün olamazdı. Askeri faşist rejim bu yüzden yerel (milli değil) ve uluslararası sermaye güçleri tarafından görev başına getirilmiştir.
Türkiye tarihinde görülmemiş düzeyde bir sıçrama yapan sosyalizm yanlısı devrimci hareketlerin gücünün kırılması, sermayenin ekonomik tedbirlerini hayata geçirmesi için elzemdi.
Ayrıca bölgesel politik gelişmelerin emperyalizm ve onun uzantılarını Türkiye’de işi sıkı tutmaya yönelttiğini de faşist cuntanın tezgahlanmasının bir diğer nedeni olarak görebiliriz.
1978’de İran’daki emperyalizm uşağı ve Siyonizm’in Ortadoğu’daki en büyük destekçisi Şah rejiminin yıkılması, aynı yıllarda Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a girmesi emperyalizmi Türkiye’yi kaybetme korkusuyla faşist bir cunta örgütlemeye yöneltti.
Yukarıda dile getirdiğimiz politik ve iktisadi gelişmeler, devrimci hareketlerin ve sol güçlerin bildiği gerçeklerdir.
Devrimci hareketlerin ve şahsiyetlerin hala ağır suçlamalar eşliğinde tartışma konusu ettiği olgu ise, devrimci hareketlerin yenilgisiyle ilgili.
Ya da tartışmayı şu esas nokta üzerine yoğunlaştırabiliriz: 12 Eylül faşist cuntası iktidara geldiğinde, devrimci hareketlerin imkân ve olanakları düşmanı uzun vadede bozguna uğratabilir miydi?
40 yıl sonra da devrimci hareketlerin cevaplaması gereken yakıcı soru şudur: İlk etapta faşizmin saldırısını püskürtecek, uzun vadede ise bize zaferi getirecek yol ne olmalıydı?
12 Eylül faşist cuntası işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlere ve onların öncüleri olan devrimcilere, bütün militarist gücüyle saldırdığında devrimciler nasıl direnecekti?
Hangi mücadele metodu diğer mücadele araç ve yöntemlerini ihmal etmeden temel alınacaktı?
Devrimci savaşın zaferi için mücadele hangi alanlarda yaygınlaştırılmalıydı?
Hangi örgüt ve örgütlenme biçimleriyle faşizme karşı mücadele edilmeliydi?
Faşizm devrimci hareketlere topyekûn savaş açtığında, devrimciler saldırıyı püskürtmek ve giderek karşı saldırının olanaklarını yaratmak için güçlerini nerelerde ve nasıl tahkim etmeliydi?
Devrimci hareketler sahip oldukları kuvvetleri nasıl sevk ve idare etmeliydi?
Silahlı mücadele dışında hiçbir mücadele biçiminin, faşizmin saldırılarını etkisiz kılamayacağı koşullarda silahlı mücadelenin hayata geçirilmesi nasıl bir konsept çerçevesinde ele alınmalıydı?
12 Eylül faşist cuntasının karşısında aldığımız yenilgi esasen ve belirleyici olarak, devrimci hareketler yukarıda en önemlilerini sıraladığımız görevleri yerine getiremediği için gerçekleşti.
Yenilgi kaçınılmaz bir sonuç olarak görülmemeli. Devrimciler sahip oldukları güç ve olanaklarla faşizmi bozguna uğratabilirlerdi. Biz devrimciler görevlerimizi sınıf mücadelesinin gerektirdiği düzeyde yerine getiremediğimiz için yenildik.
Bu önlenebilir yenilginin sonuçları biz devrimciler için, tahribatlarını hala gideremediğimiz, ağır politik, moral ve fiziki yıkımlar yarattı.
Devrimci güçlerin sermayenin militarist güçleri karşısında aldığı fiziki ve moral yenilgi, aynı zamanda burjuva liberal görüşlerin Devrimci Marksizm’i yozlaştırmasına uygun bir siyasi-psikolojik ortam oluşturdu.
Sınıfsız, baskısız ve dayanışmacı bir toplum yaratmanın, teorik, felsefi ve ideolojik olarak en devrimci zemini olan Marksizm içten yozlaştırmaya tabi tutuldu.
Çoğu emperyalist güçler tarafından manipüle edilen kültürel amaçlı mücadeleler, sosyalizm için yürütülen mücadelelerin yerini aldı.
Yenilginin nedenlerini sonucu değiştirme gücü olmayan alanlarda aramak, bize ihtiyaç duyduğumuz bilgiyi vermez, gerçek tecrübeyi açığa çıkarmaz. Açık ki güçlerimizi doğru zamanda ve doğru yerde mevzilendirmediğimiz, kuvvetlerimizi sevk ve idare etmede yetersiz kaldığımız ve gerilla savaşını kır ve şehir diyalektiği içinde hayata geçiremediğimiz için yenildik.
Devrimciler işkencelerde direndi, idam edilirlerken sehpayı kendileri tekmeledi, mensubu oldukları hareketlerin yönlendirmesi ve planlaması olmadan gerilla savaşı vermek amacıyla dağlara çıktı, düşmanın elinde tutuklu olanlar hapishanelerin tümünde zaman zaman seyri düşse de teslim olmayı, faşist askeri baskılara boyun eğmeyi kabul etmedi. Devrimciler faşizmin mahkemelerinde görüş ve amaçlarını savundular. Amaçlarının sömürülen halk kesimleri ve işçilere dayanarak silahlı bir devrim aracığıyla sınıfsız sömürüsüz bir toplum inşa etmek olduğunu dosta düşmana gösterdiler. Bütün bu direnişlere rağmen ağır bir bozgun yaşadık.
Devrimci hareketlerin ve sol güçlerin yenilgisinin nedenleri, çok daha kapsamlı ve zincirleme hatalarda aranmalıdır. Karşıdevrimin saldırısı 12 Eylül 1980’den çok önce hazırlanmıştı. 1 Mayıs 1977’de devletin kontrgerilla güçleri tarafından gerçekleştirilen kitlesel katliamı başlangıç olarak alabiliriz.
Paramiliter faşist güçler aracığıyla düzenlenen kitle katliamları toplumu bir askeri faşist cuntaya hazırlamak amaçlıydı.
Sınıf mücadelesinin ulaştığı seviye, emperyalizm ve işbirlikçisi sermaye güçlerinin tahammül edebilecekleri noktayı çoktan aşmıştı.
Başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kesimlerin örgütlülüğünün ve ezilen Kürt ulusundaki milli uyanışın ve devrimci hareketlerin gücünün, sermayenin birikim sürecini kesintiye uğratmaması için kırılması gerekiyordu.
Kaldı ki işçilere ve devrimci sol güçlere yönelik bu kırım, dünya çapında emperyalist-kapitalist güçler tarafından hazırlanmış bir saldırıydı.
12 Eylül 1980’de iktidara gelen askeri faşist cuntanın doğrudan Amerikan emperyalizmi tarafından örgütlendiği burjuva liberalleri tarafından bile kabul edilmektedir.
Dolayısıyla faşist askeri devlet biçimi küresel kapitalizmin, dünya ölçeğindeki yıkım stratejisinin Türkiye ayağıydı.
Devrimci hareketlerin faşist generallerin bile ummadığı bir süre içinde dağılmalarının nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:
En önemli sebeplerden biri devrimci şiddeti teorik olarak kabul eden hareketlerin, 1980’de bunun koşulları oluştuğunda, halkın silahlı mücadeleye hazır olmadığı safsatasını gerekçe yaparak, faşist cunta karşısında etkisiz bir konumda olmayı kabul etmeleriydi.
Kaldı ki bu hareketler devrimci militanların ve sol kitlenin büyük çoğunluğunu sevk ve idare ediyorlardı.
Türkiye devrimci sosyalist hareketinin, 1965’ten itibaren gelişen gençlik hareketi aracığıyla devrimci bir karakter kazandığını dikkate alırsak, bu uzun yıllar boyunca oluşan yığınsal birikimi, birçok etmene bağlı olarak hiç de hak etmedikleri halde pasifist hareketler ele geçirmişti.
Hak etmemişlerdi çünkü 1971 faşist askeri cuntasına karşı, THKP-C, THKO ve TKP-ML devrimci hareketlerinin yürüttüğü silahlı mücadelenin içinde yer almış ve bu hareketlerin yenilgisinden sonra Türkiye devrimci hareketinin en yığınsal güce sahip örgütlerine liderlik yapma imkânı bulmuş kadrolar, silahlı mücadeleden vazgeçmişlerdi.
Halbuki 12 Mart faşist cuntasına karşı yürütülen silahlı mücadele, kitleler üzerinde, devrimin lehine benzeri Türkiye sosyalist mücadele tarihinde görülmemiş düzeyde olumlu etkiler bırakmıştı. Bu silahlı mücadelenin Türkiye devrimci hareketine sağladığı nitel ve nicel sıçrama, o günden bu yana bir daha tekrar gerçekleştirilemedi.
Yaşar Ayaşlı’nın belirttiği gibi, “1970’li yıllar boyunca Deniz Gezmiş’in, Mahir Çayan’ın
İbrahim Kaypakkaya’nın mirasını arkasına alarak yükselenler, ne yazık ki bayrağı aldıkları yerden daha yükseğe çıkarmaları gereken kritik noktada ellerinden düşürdüler.”
En kapsamlı ve o günün koşullarına en uygun biçimini Mahir Çayan’ın yazılarında gördüğümüz Halk Savaşı (gerilla mücadelesi) çizgisinin, 12 Mart 1971’e karşı verilen silahlı isyandan sağ kalan liderler tarafından reddedilmesi,12 Eylül 1980 faşist cuntasına karşı mücadelede devrimci hareketlerin ağır bir yenilgi yaşamasına yol açtı.
1971 silahlı mücadelesinin yenilgisi gerilla yönteminin ülkemize uygun olmamasından kaynaklanmamıştı. Yenilginin esas nedeni; kadroların büyük kısmının, gerilla savaşına uygun bir formasyona sahip olmamaları, silahlı mücadelenin gerektirdiği hazırlığın zamanın darlığından ötürü, yeterince yapılamaması gibi fiziki ve lojistik unsurlardan kaynaklanmıştı. 1972’den sonraki süreçte devrimci hareketler daha büyük imkanlara sahip oldukları halde, gerilla savaşı yöntemi üzerinden direnme çizgisi terk edildiği için, hala tahribatlarını gideremediğimiz ağır bir bozgun yaşadık.
1980 faşist cuntası devrimcilere karşı saldırıya geçtiğinde ancak gerilla savaşı metoduyla direnebilirdik.
Silahlı güçleriyle saldıran bir düşmana ve emir komuta sistemiyle çalışan bir düzenli orduya karşı, devrimci güçlerin gerilla savaşı dışında bir mücadele biçimiyle ayakta kalmasının imkânı yoktu.
Devrimci sol güçlerin aşırı derecede bölünmüş olması ve kendi aralarında çok sık silahlı çatışmalar biçimini alan, rekabetçi bir politika gütmeleri yenilginin bir diğer nedeni olmuştur.
Bir taraftan devrimcilerle faşist güçler arasında, iç savaş görüntüsü veren çatışmalar yaşanırken, diğer taraftan devrimci hareketler arasında da çatışmalı ilişkiler mevcuttu.
Ayrıca dünya sosyalist güçlerinin Sovyet-Çin kutuplaşması ekseninde bölünmesi; tarafların birbirini sosyal faşist-Maocu bozkurt tanımlamalarıyla düşman görmeleri, faşizme karşı mücadelede muhalif güçlerin zayıflamasına, düşmanla savaşta seferber edilmesi gereken kuvvetlerin birbirini yıpratmasına neden oluyordu.
Devrimci güçlerin bir diğer hatası; gerekliliğini ispat etmenin akla ve mantığa aykırı olduğu sürekli bölünmeleriydi. Öyle ki irili ufaklı 40’ın üzerinde örgüt olduğu halde, eğilim daha da bölünme doğrultusundaydı.
En azından faşizme karşı silahlı mücadele üzerinden direnmek niteliklerine haiz güçlerin arasında cephe biçiminde bir birlik oluşmuş olsaydı direnişin imkân ve olanakları genişletebilirdi.
12 Eylül 1980 faşist cuntası küresel kapitalizmin, devrimci ve sosyalist güçlere yönelik, dünya çapındaki saldırısının bir parçasıydı. Yerel düzeyde, bu iyi hazırlanmış saldırıyı göğüsleyecek birlik ve kararlılık olmadığı gibi, uluslararası planda da Kübalı devrimciler hariç sözüm ona sosyalist adını kullanan bütün ülkeler ve bunların her ülkedeki uzantıları, çoktan kapitalizme karşı mücadelede devrimci özelliklerini yitirmişlerdi.
Bu sözüm ona sosyalist ülkeler Küba hariç, küreselleşme diye adlandırılan kapitalist saldırı karşısında direnemedikleri gibi, içten çürümüş halleriyle yıkılıp kapitalizme geri dönüş yaptılar.
Zaten devrimci Marksist ilkeleri tahrif ederek revizyonist bir ideolojik-politik yapıya dönüşmüşlerdi.
Yerel, bölgesel ve dünya çapında enternasyonal devrimci ilişkilerin eksikliği, yenilginin bir diğer nedeni olmuştur.
Devrimci kamuoyunda yaygın olan bir görüş de Türkiye halkının zalimlere karşı mücadelede yeterince kararlı olmayışıyla ilgili.
Bu temelden yanlış bir görüştür. Her ne kadar bazı halkların mücadele azim ve kararlılıkları, göreceli olarak daha ilerde dursa da hiçbir halk ne bugün ne de gelecekte sömürüyü ve zulmü ilelebet kabul eden bir topluluk olarak tasnif edilemez.
Devrimcilerin her koşul ve şart altında halkın gücüne ve devrimci ruhuna inanması gerekir. Kaldı ki 1970’li yıllardan itibaren, işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin devrimci mücadeleye katılımı milyonlar düzeyindeydi.
1970’lerin bütünü boyunca bu halkın en yetenekli genç kuşakları, devrimcilerle aynı safta yer almıştır.
Eğer halkın önderliğini yapan devrimci önderler işini iyi yapsaydı, faşist cuntaya karşı yenilmediğimiz gibi uzun vadede zafer de kazanabilirdik.
Tekrar belirtmekte yarar var; bugün ve gelecekte, sınıfların ortadan kalktığı bir yaşam için yürüttüğümüz mücadelenin, istisnasız bütün burjuva devlet biçimlerini yıkmayı öngörmesi gerekiyor.
Dünya devrimler tarihi, ellerinde muazzam güç ve olanaklar olduğu halde yenilmiş yığınla ilerici, sosyalist harekete tanıklık yapmaktadır.
Burjuva devlet örgütlenmesinin yeryüzündeki bütün biçimleri bir tek silahlı mücadele yöntemiyle ortadan kaldırılabilir.
Büyük Çin devriminin banisi Mao’nun belirttiği gibi, “iktidar namlunun ucundadır”.
Unutmayalım; kapitalist sisteme karşı dünyanın ilk işçi devrimini gerçekleştiren Paris’in yoksulları, Auguste Blanqui’nin önderliğinde ihtilalci bir politik kültürle davrandıkları için muzaffer oldular. Üstelik art arda düzenlenen iki ayaklanma girişimi başarısız olduğu halde, yılgınlığa kapılmadan tertipledikleri üçüncü kalkışmada amaçlarına ulaştılar.
Başta Lenin ve diğer Bolşevik önderler olmak üzere başarılı olmuş bütün devrimlerin önderleri, Paris Komüncülerinin devrimci şiddete dayalı ihtilalci yolunu izleyerek burjuvazinin iktidarına son vermişlerdir.
Bizim sözüm ona “devrimci önderlerimiz” ise 1971’de kalkıştıkları ilk silahlı isyandan sonra ihtilalci çizgiyi terk ettiler.
Bugün dünyada yaygın bir etkinliğe sahip burjuva liberal görüşleri bertaraf etmek ve İslamcı faşizmin karşısında ayağa kalkmak için, devrimciliği yeniden güçlü bir biçimde var etmenin yolu, onu Mahir’lerin, Deniz’lerin ve İbrahim’lerin inşa ettikleri zemin üzerinden bugünün dünden farklı olan gerçeklerini de dikkate alarak yükseltmektir.
Marks’ın Felsefenin Sefaleti eserinde belirttiği gibi: “Ya mücadele ya ölüm, ya kanlı savaş ya da yok olma!”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.