Biliyorum, bu çılgınca, hatta düşünülemez. Meksika’nın ufacık bir köşesinde bir termoelektrik santrale direnişin Filistinlilerin, Mapuchelerin, Bask halkının, mültecilerin, Afro-Amerikalıların, genç bir İsveçli çevrecinin, bir Kürt kadın savaşçının, gezegenin diğer bölgelerinde mücadele eden kadınların, Japonya’nın, Çin’in, Kore’nin, Okyanusya’nın ve Ana Afrika’nın da derdi olabileceği kimin aklına gelirdi ki?
Bakışınızı nereye yönlendirebileceğinizi tercih edebilmenin mümkün olduğunu varsayalım. Kısa bir süre için de olsa yalnızca neyi gördüğünüzü ve konuştuğunuzu değil aynı zamanda nasıl gördüğünüzü ve konuştuğunuzu tahakküm altına alan sosyal ağların boyunduruğundan kurtulduğunuzu varsayın. Şimdi, biraz daha yüksekten baktığınızı varsayın; önünüzde olandan yerele, bölgesele, ulusala ve küresele. O kadar uzağı görebiliyor musunuz? Evet, dışarıda kaos, akıl karışıklığı ve düzensizlik var. Şimdi, çabucak tarayan, sınıflandıran, sıralayan, yargılayan ve yaptırımlarda bulunan bir dijital uygulama değil de bir insan olduğunuzu varsayın, nereye bakacağına ve nasıl bakacağına karar veren. Öyle ki (ve bu sadece bir varsayım) bakmak ve yargılamak aynı şeyler olmayabilir, yani yalnızca bakışınızı nereye yönlendireceğinize değil aynı zamanda sorunuzun ne olduğunuza da karar veriyor, “Bu iyi mi kötü mü?” sorusunu “Bu nedir?” sorusu ile değiştiriyorsunuz. Tabii, ilki lezzetli bir tartışma (hala tartışmalar var mı ki?) anlamına geliyor ki bu da “Bu iyi -veya kötü- çünkü ben öyle diyorum”a varıyor. Veya belki de iyi ve kötü hakkında bir münazaraya ve oradan da dipnotlu alıntılara ve argümanlara. Evet, haklısın, bu yine de “beğen”mekten ve “fav”lamaktan daha iyi fakat benim teklifim başlangıç noktasını değiştirmek: bakışını nereye yönlendireceğini seçmek.
Mesela; bakışını Müslümanlara çevirmeye karar verdin. Örneğin, Charlie Hebdo saldırılarını yapanlara ya da şu anda Fransa sokaklarında haklarını duyurmak ve talep etmek için yürüyenlere bakmayı tercih edebilirsin. Buraya kadar okuduğuna göre tercihin sans papiers[i] yönünde olacaktır. Ve tabii ki Macron’un tam bir embesil olduğunu beyan etmek zorunda hissedeceksin. Yukarı doğru bu ufak bakış bir yana, mültecilerin protesto yerlerine ve yürüyüşlerine tekrar bakıyorsun. Kaç tane olduklarını merak ediyorsun; fazla gibi gözüküyorlar veya biraz veya çok fazla veya yeteri kadar. İlgin onların dini kimliklerinden onların numaralarına kaydı. Sonra kendine ne istediklerini, niçin mücadele ettiklerini soruyorsun. Burada cevabı öğrenmek için medyaya ve sosyal ağlara döneceğine mi yoksa doğrudan mültecilerin kendisini dinleyeceğine mi karar vermek zorundasın. Onlarla konuşabildiğini varsay. Onlara dini inançlarını veya kaç kişi olduklarını mı sorardın? Ya da neden memleketlerini terk etmeye ve farklı dili, kültürü, kanunları ve adetleri olan bu uzak topraklara geldikleri mi? Belki de sana tek bir kelime ile cevap vereceklerdir: savaş. Veya belki de seninle o kelimenin kendi gerçekliklerinde ne ifade ettiğininin detaylarını paylaşırlar. Savaş. Biraz araştırmaya karar veriyorsun: savaş nerede? Veya hatta neden savaş? Seni açıklamalara boğuyorlar: dini inançlar, bölgesel çekişmeler, doğal kaynakların çalınması veya basitçe aptallık. Fakat tatmin olmuş değilsin ve yıkımdan, nüfus azaltımından, yeniden inşa etmeden ve yeniden iskan etmekten kimlerin fayda sağladığını soruyorsun. Birçok farklı şirketin isimleri ile karşılaşıyorsun. Bu şirketleri araştırdığında farklı ülkelerde bulunduklarını ve yalnızca silah değil aynı zamanda otomobil, uzay roketleri, mikrodalga fırınlar, paketleme ve kargolama hizmetleri, bankalar, sosyal ağlar, “medya içeriği”, giyim, cep telefonu ve bilgisayarlar, iç çamaşırı, organik ve organik olmayan gıda, taşıma şirketleri, online satış, trenler, devlet liderleri ve bakanlar, bilimsel ve bilimsel olmayan araştırma merkezleri, otel ve restoran zincirleri, fast food, havayolları, termoelektrik santraller ve tabii ki “insani” yardım kurumları imal ettiklerini keşfediyorsun. O zaman, sorumluluğun tüm insanlığın veya tüm dünyanın omuzlarında olduğunu söyleyebilirsin.
Ama kendine dünyanın veya insanlığın aynı zamanda bu yürüyüş ve mülteci kamplarından, direnişten sorumlu olup olmadığını soruyorsun. Belki de evet, bütün sistemin sorumlu olması ihtimal dahilindedir sonucuna varıyorsun: acı verenler kadar acıya dayanmak zorunda olanlarla birlikte o acıyı üreten ve tekrar üreten sistem.
Bakışını tekrar Fransa’daki o yürüyüşe çeviriyorsun. Az, çok az ve hatta yalnızca bebeğini taşıyan bir kadın olduğunu varsay. Bu kadının dini görüşleri, dili, giyimi, kültürü, adetleri umurunda mı? Yalnızca kollarında bebeğini taşıyan bir kadın olması önemli mi? Şimdi o kadını da unut ve bakışını o ufaklık üzerinde yoğunlaştır. Kız mı erkek mi veya diğeri mi, bir önemi var mı? Çocuğun teninin renginin bir önemi var mı? Belki o zaman önemli olanın yalnızca onun hayatını olduğunun farkına varacaksın.
Şimdi biraz daha ileri git. Nasılsa bu kadar geldin, birkaç satır daha fazlasının zararı olmaz. Pek fazla olmaz en azından.
Bu kadının seninle konuştuğunu ve senin de onun ne dediğini anlama ayrıcalığına sahip olduğunu varsay. Sence senden teninin rengi, dini inançların veya onların eksikliği, milliyetin, ataların, dilin veya adetlerin için kendisinden özür dilemeni mi talep edecektir? Olduğun kişi için ondan özür dilemek için bir acelen mi var? Seni affedeceğini ve böylelikle borcunu tamamen ödemiş bir şekilde hayatına dönebileceğini mi düşünüyorsun? Veya seni affetmeyeceğini ve sen de kendine “Neyse, en azından ben denedim ve olduğum kişi için gerçekten üzgünüm” diyebileceğini mi düşünüyorsun?
Veya seninle konuşmayacağından, sana sessizce bakacağından ve bu bakış ile sana “peki ya sen?” diye sormasından mı korkuyorsun?
Eğer bu çıkarım-his-ızdırap-buhrana vardıysan üzgünüm, senin için bir tedavi yok: sen bir insansın.
-*-
Bir bot olmadığına göre bu egzersizi Lesbos Adası’nda, Cebelitarık’ta, İngiliz Kanalı’nda, Napoli’de, Suchiate Nehri’nde ve Rio Grande’de tekrarla.
Şimdi bakışını çevir ve Filistin’i, Kürdistan’ı, Bask Bölgesini, Mapuche Bölgesini ara. Biliyorum, baş döndürücü… ve daha bakacak çok daha fazla yer var. Ama bu yerlerde de hayat mücadelesi veren insanlar (fazla veya az, çok fazla veya yeteri kadar) var. Ve onlar anlıyorlar ki hayat koparılamaz bir şekilde topraklarına, dillerine, kültürlerine ve adetlerine bağlıdır; Ulusal Yerli Kongresi’nin bize yalnızca bir toprak parçası olmayan, “bölge” demeyi öğrettiği. Bu insanların sana kendi hikayelerini, kendi mücadelelerini ve kendi hayallerini anlatmasını istemez miydin? Biliyorum, Wikipedia’ya bakmak çok daha kolay ama bunları doğrudan onlardan duymak ve anlamaya çalışmak cezbedici değil mi?
Şimdi Suchiate Nehri ve Rio Grande arasına dön. “Morelos” dedikleri yere git. Sonrasında bakışını Temoac bölgesine çevir ve Amilcingo topluluğuna odaklan. O evi görüyor musun? O, Samir Flores Soberanes ismindeki adamın evi. Tam da o kapının önünde katledildi. Kendisinin de ait olduğu toplulukların ölüm fermanı olan bir megaprojeye karşı çıkarken. Hayır, yanlış söylemedim: Samir kendi hayatını savunurken değil, topluluklarının hayatını savunurken öldürüldü.
Dahası, Samir daha henüz akıllara dahi düşmemiş nesillerin hayatını savunurken katledildi. Samir için, yoldaşları için, CNI’ı oluşturan asli insanlar için ve biz Zapatistalar için bir topluluğun yaşamı yalnızca bu anda yaşanmaz: her şeyden önce yaşam gelecek olandır. Bir topluluğun hayatı yarın için bugün inşa edilen bir şeydir. Yani, toplulukta yaşam bir sonraki kuşaklara aktarılan bir şeydir. Onun cinayetinin materyal ve düşünsel yazarları af dilendiği için Samir’in ölümünün borcu ödendi mi sanıyorsunuz? Sence Samir’in ailesi, örgütü, CNI, bizler, suçluların özürleri ile tatmin olur muyuz? “Affedin, katiller onu öldürsünler diye onun başına ödülü ben koydum; hiç ağzımı tutamam zaten. Daha iyi olmaya çalışacağım; ya da değil. Tamam o zaman, özrümü diledim, şimdi şu protesto toplanmalarını dağıtın bakalım ki şu termoelektrik santralin inşaatını bitirelim yoksa çok para kaybedeceğiz.” Bunu beklediklerini, bunu beklediğimizi, bunun için mücadele ettiklerini, bunun için mücadele ettiğimizi mi sanıyorsun: özür dilesinler diye mi? Onların beyanatları için mi? “Ay üzgünüz, evet Samir’i öldürdük ve dahası bu megaproje topluluklarınızı öldürüyor. Bizim hatamız. Tamam ama affedin artık işte. Gerçi affetmeseniz de fark etmez, proje devam etmeli.”
Termoelektrik santrali için özür dileyenlerin o kötü isimli “Maya Treni”, “Trans-isthmus Koridoru”, barajlar, açık maden işletmeleri ve elektrik santrallerinin de arkasında oldukları ortada. Kendi tetikledikleri savaşlar ile başlayan mülteci akınlarını durdurmak için sınırları kapatanlar da aynı insanlar. Mapuche halkının peşinde olanlar da, Kürtleri katledenler de, Filistin’i yok edenler de, Afrikalı-Amerikalıları vuranlar da; dünyanın her bir köşesinde doğrudan ya da dolaylı olarak işçileri sömürenler de; cinsiyet şiddetini besleyip kutsayanlar ve çocukları fuhuşa zorlayanlar da; nelerden hoşlandığı öğrenmek ve sana onu satmak (ya da hiçbir şeyden hoşlanmıyorsan ondan hoşlanmanı sağlamak için) seni gizlice izleyenler de; doğayı yok edenler de aynı kişiler. Seni, bizi ve herkesi halihazırda işlenen küresel suçların sorumluluğunun belirli milletlerin ve dinlerin, ilerlemeye karşı direnişin, muhafazakarların, belirli dillerin, tarihlerin, varoluş biçimlerinin omuzlarında olduğuna veya her şeyin tek bir kişide (kadın … erkek … cinsiyet eşitliğini gözardı etme!) sentezlenebileceğine inandırmaya çalışanlar da aynı kişiler.
Can çekişen gezegenimizin tüm bu köşelerine gidebilseydin ne yapardın? Senin ne yapacağını bilmiyoruz ama biz Zapatistalar öğrenmeye giderdik. Ayrıca dans etmeye tabii ama zaten bunların birbirinden ayrı olduklarını sanmıyorum. Eğer bu fırsat olsaydı bunun için her şeyi riske edebilirdik: yalnızca bireysel hayatlarımız değil kolektif hayatlarımızı da. Ve eğer bu ihtimal yoksa bile sanki bir tekneymiş gibi bunu yaratmak, inşa etmek için her şeyi yapardık. Biliyorum, bu çılgınca, hatta düşünülemez. Meksika’nın ufacık bir köşesinde bir termoelektrik santrale direnişin Filistinlilerin, Mapuchelerin, Bask halkının, mültecilerin, Afro-Amerikalıların, genç bir İsveçli çevrecinin, bir Kürt kadın savaşçının, gezegenin diğer bölgelerinde mücadele eden kadınların, Japonya’nın, Çin’in, Kore’nin, Okyanusya’nın ve Ana Afrika’nın da derdi olabileceği kimin aklına gelirdi ki?
Tam tersine, Chablekal’a, Yucatan Yarımadası’na, Equipo Indignación’ın ofisine gidip de “Hey! Sizler dindarsınız ve teniniz beyaz: affımızı dilenin!” diye talep etmemeli miyiz? Eminim ki “Sorun değil fakat sıranızı beklemelisiniz çünkü şu anda Maya Treni’ne direnen ve zorla yerinde etme, hapis ve ölüm ile karşılaşanlara eşlik ediyoruz” diye cevap verirlerdi ve:
“Ayrıca, şu anda Yüce Reis’in bizlerin 4T[ii]yi durdurmak amacıyla oluşturulan gezegenler arası bir komplo teorisinin parçası olarak illuminati tarafından finanse edilmekle suçlamasıyla uğraşıyoruz” diye eklerlerdi. Emin olduğum bir şey var ki “yönetmek” veya “kontrol etmek” fiilleri yerine “eşlik etmek” fiilini kullanırlardı.
Veya Avrupa’yı “Teslim olun, soluk-benizliler!” feryatlarıyla istila etmeli ve akabinde Parthenon’u, Louvre’u ve Prado’yu yok edip, heykel ve resimler yerine her yeri Zapatista süslemeleri ile, özellikle de Zapatista maskeleri -ki söylemeliyim ki hem etkili hem de çekiciler- ile mi doldurmalıyız? Makarna, deniz ürünleri ve paella yerine elote, cacaté ve yerba mora; gazlı içecekler, bira ve şarap yerine zorunlu pozole[iii] rejimini mi dayatmalı; sokakta kim kar maskesi olmadan geziyorsa onu yakalamalı ona para cezası veya hapis cezası (ya biri ya da öteki, abartmaya gerek yok) mı vermeliyiz? Aynı zamanda diyebiliriz ki “Dinleyin rock yıldızları, bundan böyle marimba çalacaksınız! We bundan böyle yalnızca cumbias duymak istiyoruz, artık reggaeton yok! (çekici, değil mi?). Hey, siz, Panchito Varona[iv] ve Sabina[v]– herkes katılsın, Cartas Marcadas[vi] çalınsın, tekrar tekrar, saat akşam 10, 11, 12, gece 1, 2, 3 olsa da… artık o zaman müziği kesmeliyiz çünkü sabah erken kalkmamız gerekiyor! Hey, sen, kaçak eski-Kral[vii], filleri rahat bırak ve pişirmeye başla! Tüm sarah halkı için kabak çorbası! (Biliyorum, zulmüm çok narin değil mi?)
Şimdi söyleyin bakalım: sizce yukarıdakilerin kabusu özür dilemek zorunda kalmak mıdır? Acaba en büyük kabusları ortadan kaybolmak, hiçbir önemlerinin kalmaması, kimsenin artık onları umursamaması, bir hiç olmaları, kimsenin onları hatırlamadan, onlar için heykeller, müzeler dikmeden, türküler söylemeden ve anma günleri düzenlemeden dünyaların sessiz sedasız çökmesi olabilir mi? İhtimal dahilindeki bu gerçeklik asıl panikleme sebepleri olabilir mi?
-*-
Merhum SupMarcos’un bir şeyi açıklamak için sinematik karşılaşmalara başvurmadığı o nadir anlardan birisiydi. Sizler bilmek ve ben de anlatmak için etrafta yoktum ama rahmetli SupMarcos kısa hayatının tüm evrelerini bir filme atıf yaparak açıklardı. Veya herhangi bir ulusal veya uluslararası durumu açıklarken “şu-ve-şu filmde olduğu gibi” cümleler ile renklendirirdi. Tabii ki çoğu zaman eldeki meseleye uysun diye filmlerin senaryosunda değişiklikler yapmak zorunda kalırdı ve fakat birçoğumuz ya filmi izlemediğimiz için ya da Wikipedia’ya bakmak için cep telefonlarımızda internet bağlantısı olmadığı için ona inanırdık. Neyse, konudan sapmayalım. Bir saniye, bu eski sandığı dolduran kağıt yığınları arasında bir yerde bir şeyler yazıp bırakmıştı sanırım. İşte, burada! Tamam, şöyle diyor:
“Kararlılığımızı ve cesaretimizin boyutunu anlayabilmek için ölümün bir kapı aralığı olduğunu hayal edin. Kapının arkasında ne olduğuna dair sayısız spekülasyonlar var -cennet, cehennem, araf, hiçlik- ve bu seçeneklerin bir düzine tarifi. O zaman, hayat, bu kapıya giden bir yol olarak tahayyül edilebilir. Kapı -yani ölüm- bu durumda bir varış noktası … veya bir kesinti veya hayatın havasını yaralayan küstah bir kesiktir.
Öyleyse birisi bu kapıya işkence ve cinayetin şiddetiyle, talihsiz bir kaza ile, hastalıkta kapının acı verici şekilde üzerine kapanmasıyla, yorgunlukla veya arzuyla varabilir. Yani, her ne kadar çoğunluk kapıya istemeden veya niyetlenmeden varıyor olsa bile, bunun bir tercih olması da mümkündür.”
Şimdi Zapatista olan asli insanlar arasında, ölüm, önceleri neredeyse doğum ile birlikte tanışılan bir kapıydı. Sıklıkla çocuklar beş yaşından önce bu kapıya ulaşır ve eşiği ateş ve ishal ile birlikte geçerlerdi. 1 Ocak 1994’te yapmaya çalıştığımız bu kapıyı daha uzağa itmekti. Her ne kadar istediğimiz bu olmasa da bu amaca ulaşabilmek için o kapıdan geçmeye tamamen hazırdık. O zamandan beri, uzmanların “yaşam süresini uzatma” dediği gibi bu kapıyı mümkün olduğunca uzağa itme kararlılığındayız. Ekleyelim ki onurlu bir yaşam. Bu kapıyı bizden çok uzağa, kenara itmeye çalışıyoruz. Tam da bu yüzdendir ki ayaklanmanın en başında “yaşamak için ölürüz” dedik. Sonuçta biz hayatı -yani, bir yolu-, gelecek kuşaklara miras bırakmak için yaşamadıysak ne için yaşadık ki?
-*-
Hayatı miras bırakmak.
Samir Flores Soberanes’in yapmaya çalıştığı tam olarak buydu ve Morelos, Puebla ve Tlaxcala’nın Suyunu ve Toprağını Savunma Halk Cephesi’nin mücadelesinin, termoelektrik santral ve berbat isimli “Morelos için Entegre Proje”sine karşı isyan ve direnişlerinin temelinde de bu yatmaktadır. Hükümetin onların bu ölüm projesini durdurma ve ortadan kaldırma talebine karşı elindeki tek argüman çok fazla para kaybedeceğidir.
Şu anda Morelos’ta olan tüm dünyadaki çatışmanın özetidir: hayata karşı para. Bu yüzleşmede, bu savaşta, dürüst bir insan tarafsız olamaz: ya paranın tarafındasındır ya da hayatın.
Şu sonuca varabiliriz, asli insanlar arasında hayat için mücadele etmek bir takıntı değildir. Daha çok bir zanaat… kolektif bir zanaat.
Pekala o zaman. Sağlığınıza ve unutmayın af ve adalet aynı şeyler değildir.
Alp Dağları’ndan, ilk olarak nereyi istila edeyim diye düşünürken: Almanya, Avusturya, İsviçre, Fransa, İtalya, Slovenya, Monako, Lihtenştayn? Şaka, şaka… mı acaba?
SupGaleano en zarif öğürmesinin pratiğini yapıyorken.
Meksika, 2020’nin Ekim’i.
Dipnotlar:
[i] Fransızca ‘kağıtsızlar’, ‘belgesizler’.
[ii] Mevcut Meksika Devlet Başkanı López Obrador kendi hükümetini, dönemini “Dördüncü Dönüşüm” olarak tanımlıyor. Bu tanımlamaya göre kendi hükümet dönemi Meksika’nın Bağımsızlığı (1810), 19. Yüzyıl ortalarındaki Reform Dönemi ve Meksika Devrimi (1910) gibi Meksika tarihindeki dönüm noktaları ile eşdeğerde önemli ve radikal bir dönem olarak sunulmaya çalışılıyor.
[iii] Elote, taze koçanda mısır; cacaté, Chiapas’a özgü bir meyve; yerba mora, itüzümü ve pozole ise mısır unundan yapılan bir içecek. Hepsi Zapatista topluluklarında yaygın.
[iv] Ünlü bir İspanyol rock müzik bestecisi ve yapımcısı.
[v] Efsanevi İspanyol bestekar ve müzisyen
[vi] Cartas marcadas (İşaretlenmiş Kartlar), aynı isimli 1948 yapımı filmde Pedro Infante tarafından söylenen popüler bir şarkı. EZLN yıllar içinde bu şarkıya birden fazla kez atıfta bulundu ve hatta 1999 yılında Amador Hernandez topluluğunun Zapatist sakinleri Meksika ordusunun işgalinde görev alan askerlere bu şarkıyı söylemişti.
[vii] Eski İspanya Kralı Juan Carlos I bu yılın başlarında kendisine yöneltilen yolsuzluk suçlamalarından sonar ülkeden kaçmıştı. Daha sonra , 2012’de İspanya derin bir ekonomik krizin içindeyken kendisinin Botswana’da fil avlarken fotoğrafları ortaya çıktı.
[Enlace Zapatista’daki İngilizcesinden Mümtaz Murat Kök tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.