“Ekonomi” ve “Devlet” gibi iki ana kolonunda ağır travma yaşayan bir güç alanı, “mucize” beklentisini bir yana koyarsak, kendisini aşabilmek için olağanüstü “güç” talep eden bu çıkmazda “her alanda sürekli el yükselterek” yol alma durumunu ne kadar sürdürebilecek?
1- Ayasofya’nın açılışı, öncesinde başlayıp sonrasında tempo kazanıp alan genişleterek sürüp gelen bir özel dönemin simgesi oldu. O yüzdendir ki, içinde sürüklendiğimiz güncel süreci onun adıyla anabiliriz. “Bu da olmaz” denilenlerin birbiri peşi sıra oluverdiği, olup bitenlerin sonunun gelmediği, nereden nasıl olacağını bilemesek de sürekli olarak ve aniden bir şeylere maruz kaldığımız yeni bir süreç!
“Neresi yeni, zaten Gezi’den ve özellikle de 15 Temmuz’dan beri hep böyle olmadı mı?” diyecek olursanız; doğrudur, artık bir zamandır hep öyle oluyor; ama şimdi olup bitenlerin hem hızlandığı hem de gittikçe genişleyen bir alanda yaşandığı ve ağırlığının arttığı açık değil mi?
“Ayasofya Süreci” olarak ayrıca adlandırabileceğimiz bir yeni durumun oluştuğunu saptayabiliriz.
“Ayasofya Süreci”, yepyeni bir şey değil, faşizmin kurumsallaşma sürecinin, başka bir deyimle “bir süreç olarak” faşizmin bir yeni “iç” aşamasıdır.
***
2- “Ekonomik kriz” ve “Devlet krizinin” ağırlık noktalarını oluşturduğu ama başka bir dizi krizin daha kendisini var ettiği bir dönemin içindeyiz. “Ayasofya Süreci”, süreklilik kazanmış ve “kaotik” diyebileceğimiz bir siyasal ve toplumsal krizler bileşkesinin belirlediği bu özel dönemin yeni bir aşaması. Bu sürecin akışıyla, ülke “kaotik” durumun da sınırlarına doğru sürükleniyor.
Şimdilerde artık “Kaos” denen “felaketin” uğultusunu duyuyor, ayaklarımızın altındaki zemindeki sarsılmaların, henüz bizi yere düşürmese de öncesindeki “kaotik” süreçte zaten epey bozulan dengemizi daha da zorladığı yeni bir aşamaya sürüklendiğimizi hissediyoruz.
İktidar koalisyonunun, “kaotik” aşamayı “kontrol” edebildikleri ve bu durumun oluşturduğu yüksek gerginliğin baskısıyla terbiye ettiği toplumsal alana kendilerini dayatabildikleri gibi, “kaos sınırlarında gezinme” diyebileceğimiz yeni durumu da kendi iktidarlarının devamı açısından “kullanışlı” gördüğü anlaşılıyor.
Bu güçler, bilinçli bir tutumla ve gerçeklikle herhangi bir bağlantı kurma zahmetine girmeden kendi ihtiyaçlarına göre önceden saptayıp yaptıkları, neredeyse günlük tempo kazanan ve şiddeti de gittikçe artan hamlelerle toplumsal ve siyasal yaşamı zorluyor, adeta bir “kontrollü kaos” dayatıyorlar.
Peki, “kaos” ve “kontrol” birbiriyle ne kadar uyumlu?
***
3- Geri dönüşü olmayan eşikler o kadar çok alanda öylesine kolaylıkla ve o kadar hızlı geçiliveriyor ki, öylesine bir hırçınlıkla davranıyorlar ki; sanki hepimizin içinde yaşadığı “gerçek” dünyanın içinde olup bitenlerin “zorunluluk” düzeyinde kendisini dayattığı hiçbir “belirlenim” iktidar güçlerini bağlamıyor. Onlar, sanki bir “uçan balon” ya da çiçekten çiçeğe konan kelebek gibi “özgürce” istediklerini yapıyorlar.
Üstelik, dağılmak, çözülmek ya da yenilmek bir yana sanki kazanıyorlar!
Peki, öyle ilk bakışta hemen görülmeyen “ayın karanlık yüzünde” neler oluyor?
İleriye doğru parlak hamleler yapılarak kazanılmış gözüken her mevzide aniden “ortada yapayalnız kalıverme” her an yaşanabilir, herkes bu olasılığı da netçe görüyor değil mi? Evet, dünyadaki hegemonya krizinin yarattığı boşlukları kurnazca kullanarak bir biçimde ayakta kalabiliyorlar hatta yol da alabiliyorlar, ama öylesine hassas ve kırılgan dengelerin üstünde konumlanıyorlar ki!
Ek olarak, yol aldıkça, gittikçe göze batan ve sarsıcı sonuçlar yaratan bir “yetememe” ya da “kapasite yetmezliği” gerçekliğiyle de yüzleşiyorlar ve bu durum onları daha gergin yapıyor.
Erdoğan’ın kazanmayı becerdiği “dokunulmaz” denge ve iktidar gücü olma konumu, iradesini bütünüyle yönlendirdiği sermaye birikiminin sürmesi konusunda kolaylık sağlasa da, “denetim” ve “denge” yokluğunun yarattığı “keyfi” tutumlar “lümpen” bir birikim rejiminin önünü açıyor. Gittikçe alan kazanan “lümpen” tutumlar sistemin dengelerinin zorlanması sonucunu da birlikte yaratıyor.
Evet, o ya da bu yolla biriken sorunların birleşerek yıkım gücü kazanmasını özel bir “erteleme” becerisine sahipler, ama nereye kadar?
Acil ihtiyaçları olan “çıkış” olanağını onlara sanki ancak bir “mucize” sunabilir.
Evet, “Ekonomi” ve “Devlet” gibi iki ana kolonunda ağır travma yaşayan bir güç alanı, “mucize” beklentisini bir yana koyarsak, kendisini aşabilmek için olağanüstü “güç” talep eden bu çıkmazda “her alanda sürekli el yükselterek” yol alma durumunu ne kadar sürdürebilecek?
Sürekli “el yükseltme” açmazının yarattığı olağanüstü risklere rağmen adeta bir bağımlık hatta zorunluluk haline sıçraması normal mi?
Nereye kadar?
Gerçek yaşamdaki güç dengelerinin soğuk ve çelikten duvarlarıyla yüzleşme ne kadar ertelenebilir?
Olup bitenler, evet faşizmin iktidar yürüyüşünün gereksindiği hamleler, ama madalyonun öteki yüzünde sürekli azalan toplumsal meşruiyet gerçekliğinin yarattığı bir “hezeyan” halini de görmemek mümkün mü?
“Hezeyan hali” güvenilir bir iktidar olma biçimi olabilir mi?
***
4- Pandemi, toplumu gerçek bir kabusa sürükleyerek, iktidarın “ülkeyi yönetememe” ve “toplumsal destekte sürekli azalma” biçiminde kendisini gösteren kapasite zaafını netçe gösteren güncel bir gerçeklik!
Ancak, iktidar güçleri, benzer diğer hamleleri gibi, hastalığın yayılmasının da, yarattığı korku üzerinden yığınları “terbiye” edebilecekleri bir fırsat olduğunu keşfedip, gayet “gamsız” bir konumlanmaya yerleştiler.
Halkı hastalıkla baş başa bırakmış durumdalar. Hastalığın panik yaratan yıkım gücünü kendi güçleri gibi kullanarak zaman kazanmaya çalışıyorlar.
“Yalan”, üstelik alçakça takınılan “evimizin babası” pozuyla her gece tekrar edilen “yalan”, pandemi sürecini “yönetmenin” zavallı “taktiği” olarak topluma dayatıldı. Ancak, ne yazık ki virüsü “bağımsız” mahkemelerinde yargılayıp “hapse” atamıyorlar! Hastalık kendi gerçekliği üzerinden toplumun içine gittikçe daha fazla nüfuz ediyor, yıkım gücü hükmünü yürütüyor.
Burada aynı zamanda net bir “sınıfsal” durum yaşanıyor, işçiler hastalanıyor, işten atılıyor, kurban ediliyorlar. Sırada ise iflas etmelerini Merkez Bankası matbaalarının gece gündüz karşılığı olmayan para basıp neredeyse bedavadan dağıttığı kredilerle bir müddet engelleyebildiği “esnaf iflasları” var ki, AKP’nin toplumsal destek alanında çatlamalar ve kopuşlar yaratmaya gebe yeni bir dönemi belirliyor.
Evet, pandemi, kendi yetmezliklerine ayna tutan bir acı gerçeklik olsa da iktidar güçleri onu “pandemi faşizmi” diyebileceğimiz özel bir sürecin güç veren elemanı olarak kullanıyor, korkuyla yol almaya çalışıyor.
Ama “gerçek” bu alanda da kendilerinin üstüne yerleştikleri zemini sarsıyor.
***
5- Faşizm, sermayenin 20. yüzyıl koşullarında devreye soktuğu bir terör devleti-rejimiydi. Günümüzde hem sermayenin toplumu içerme-toplumsallaşma seviyesi neredeyse toplumu tümüyle içerme gücüne ulaştı hem de işçileşmenin ulaştığı düzey toplumun işçileşmesi seviyesine doğru hızla ilerliyor. İşsizlik, “yedek işçi ordusu” halinin çok ötesinde bir yapı kazanarak, yüz milyonları çürütüp daha da fazlasını içine doğru çeken bir kalıcı güncel gerçeklik olarak yeryüzündeki yaşamı çürüten bir küresel bataklık oldu.
Ekolojik yıkımsa, sermayenin geniş yeniden üretim devrelerinin doğadan çekip aldıklarının doğanın kendisini yeniden üretme sınırlarını aşması ve doğaya dökülen çöplerin doğanın onları dönüştürerek içerme kapasitesini aşması sonucunda, yeryüzündeki canlı yaşamı mümkün kılan ekolojik dengeleri bozan bir düzeye ulaştı.
İçine sürüklendiğimiz yeni dünya-tarihsel dönem, kapitalizmin yapısal sınırlarının belirginleştiği ama yerleşik siyasal güçleriyle kendisini sürdürme konusunda irade sahibi olduğu bir özel tarihsel an! Bu yeni gerçeklik, faşizmin geçtiğimiz yüzyılda yaşanandan daha derin ve kalıcı bir siyasal-toplumsal gerçeklik olarak kendisini var etmeye çalışmasını belirliyor.
İşte, Erdoğan’ın faşizmi kurumsallaştırma çabası yerel bir durum değil, içinde konumlandığı yeni küresel gerçeklik içinde gerçek anlamını kazanıyor.
***
6- Muhalefetin zavallı gibi gözüken sinsi çakallıklarına gelirsek:
“Erdoğan öncesindeki cennet”, hüsnü kuruntuyla döşenmiş bir sefil “bekleme odası” olarak resmi muhalefet güçlerinin “biçare çaresi!”
Hatta öyle oluyor ki, “geçmişteki cennet” hükmünü yürüttüğü zamanda olduğundan daha fazla itibarla donatılıyor; yetmiyor, dokunulmaz “fetiş nesnesi” haline sokularak yeniden “umut” yapılmaya çalışılıyor.
Aslında, herkes de biliyor ki, Kemalist dönem yaşandı ve bitti, bir daha da geri gelmeyecek; gelmeye ne onun “kılıç artığı” olarak kalabilmiş gücü yeter ne de artık günümüzün yerel ve küresel düzeydeki toplumsal ve küresel gerçekliğiyle uyum sağlayabilir.
Zaten bu güçler de “geçmişin cenneti” gevezeliği yapsa da aslında sadece Erdoğan öncülüğünde kurulan yeni cumhuriyetin “restore” edilerek sürdürülmesinden yana! Bu tutum, hepsinin arkasında duran sermaye birikiminin rasyonelleri, yani kapitalizmin göklerde değil yeryüzündeki “tanrısının” ihtiyaçları tarafından belirleniyor!
O yüzdendir ki, çoğunluğun sandığının aksine, muhalefet “hata” yapmıyor; zaten kendileri de kurulan yeni sistemi “nasıl yapacaklarsa” zaaflarından arındırarak sürdürmeye niyetli oldukları için, yeni sistemin sermayenin yeni dönem rasyonelleriyle uyumlu ana dengelerini bozmadan yol almaya, onu sermaye birikim süreçleri açısından daha yetkin ve verimli bir yapıya dönüştürmeye talipler.
Kemalizm, bir “görüntü” olarak kalmak kaydıyla “işlevli” olduğu sürece önde tutulabilir, sorun yok! Ülkenin halkçı-demokrat birikiminin önemli bir gücünü bu yolla yeni sisteme entegre edebileceklerini umuyorlar.
Güncel olarak da CHP öncülüğündeki “restorasyoncu” muhalefet, faşizmin kurumsallaşma sürecine karşı olan halkçı-demokrat muhalefeti sahte umutlarla pasifize ederek kurulan yeni rejimin önünü açıyor. Yaşanan içi boş atışmalar, yapılan işbirliğinin üstünü örtmekten başka sonuç yaratmıyor.
Ülkenin “despotik devlet-despotik modernleşme” gerçekliğinde ancak devlet fraksiyonlarıyla iç içe var olan/var olabilen “resmi” muhalefet partileri, zaten Erdoğan’la iktidar ortağı olan bu devlet fraksiyonları üzerinden iktidarın dolaylı “gizli” ortağı durumundalar.
***
7- Sermaye birikiminin güncel ihtiyaçları, siyasal düzende halkın bir biçimde zayıf bile olsa devrede olabileceği bütün “denetim” ve “denge” kurumlaşmalarını “hız kesen pürüzler” olarak görüp “temizlenmesini” talep ediyor. Sermaye, pürüzsüz bir alanda tümüyle kendi ihtiyaçlarını elde edebileceği, bu süreçte halkı da kendi rasyonelleri doğrultusunda “içselleştirebileceği” Erdoğan öncülüğünde kurulan yeni rejimi destekliyor.
Sorun yok mu, var: Erdoğan’ın “vasilik” dayatması!
Ordunun hamiliğini sırtından atarak bir “parazitten” kurtulan sermaye güçleri artık iktidar alanını kimseyle paylaşmak istemiyor, o alanın mutlak hâkimi olmayı hedefliyor. Ama bu hedefe “kestirmeden” gidemeyeceğinin bilinciyle tutum belirliyor, Erdoğan’ın kurduğu sisteme hasar vermeden “normalleştirme” hassasiyetiyle davranıyor.
İslam da günümüzdeki sermayenin ihtiyaçlarına uyumlu haline dönüştürülmüş özel bir yorumu üzerinden araçsallaştırılarak, yoksullaşmanın sürekli derinleştiği ve daha da derinleşmesinin kaçınılmaz olduğu günümüzde, sermaye açısından hayli “kullanışlı” oluyor; sorun, nerede durulacağının bilinmemesi ve bir “pürüz” haline dönüşmeyecek seviyeye yerleştirilmesi gereksinimidir. Sermaye açısından, eski despotik laiklik yerine egemen İslam’la uygun denge kurulan özel bir laiklik rejiminin tercih edildiği anlaşılıyor.
***
8- Yeni rejimin “dışa” dönük askeri girişimleri Erdoğan’ın marazi bir tutumu değil, sermaye birikiminin yerelde ulaştığı aşamanın taleplerini karşılamayı hedefliyor.
Sermaye, kendi hegemonyasında yeni pazarlar bulup mallarını daha geniş bir coğrafyada rahatça satarak birikimini hızlandırmak, üretim açısından da ucuz emek kullanabileceği yeni üretim alanları bulmak zorunda! Hangi hükümet gelirse gelsin, aynı tutum farklı biçimlerde sürdürülecektir.
Sorun, yayılmacı yönelimlerin Erdoğan öncülüğündeki iktidar tarafından yürütülüşündeki zaaflar! Sırtta taşınan “İslamcılık” ve “Kürt düşmanlığı” yükleri, yayılmacılığın en büyük gereksinimi olan hızlı, esnek, hareketli ve oynak manevraların önünü kesip, başarı şansını azaltıyor.
Dünya tarihinin içinde olduğumuz “hegemonya krizi” döneminde “yerel hegemon güç” olma arayışlarının önü açık; ne yapılacaksa şimdi yapılması, şimdi kazanılması gerekiyor; oysa iktidarın “yükleri” başarı şansını azaltıyor.
Sınırların seyrelip geçişkenleştiği, devletlerin kendi kontrolleri altındaki coğrafyalarda egemenliklerinin zayıfladığı, devlet dışı güç alanlarının hızla güç kazanıp devletlerle dengeler kurarak kendilerine yaşam alanı kurabildikleri bölgemize özgü günümüz gerçekliğinde, zaman kaybı hızla inisiyatif kaybı sonucunu doğuruyor. O durumda, kazanılan mevziler “başa bela” haline dönüşme potansiyeliyle yüklenip, yıkıcı sonuçlar doğurma kapasitesi kazanıyorlar.
***
9- Sonuç olarak, Erdoğan’ın şimdi kazandığı “özel” konum, sermayenin güncel rasyonelleriyle uyumlu yeni bir devlet ve rejimin kurulması sürecinin pürüzsüz ilerlemesi için kolaylık sağlıyor ve dolayısıyla korunuyor. Hem de ama dayattığı “vasilik” dayatmasının mutlak iktidar peşindeki sermaye tarafından kabul edilmemesi, sırtında taşıdığı yüklerin hız kesip zaman kaybettirici ağırlığı, yeni rejime stabilite kazandırmaktaki yetersizliği ve azalan toplumsal meşruiyeti üzerinden yıpranıyor. O yıpranma sürdükçe de “Reis’in” ayaklarını bastığı zemin zayıflıyor.
Sorun, hepsi de yeni düzenin herhangi bir riskle zorlanmadan sürmesi ihtiyacı üzerinden belirlenen farklı egemen güç fraksiyonları tarafından kontrollü biçimde zamana yayılarak çözülmeye çalışılıyor. Ama gelin görün ki, hayat da kendi hükmünü sürdürüyor ve geçen zaman ufukta görünen “felaket” riskine gerçekleşme yönünde ivme veriyor.
***
10- Halk güçleri “pasif” ve “aktif” direnişlerle faşizmin inşa sürecini zorluyor.
Pasif direniş, onay vermemekte kararlılık ya da hatta geçmişte verdiği onayı geri alma biçiminde kendisini gösteriyor. Kamuoyu yoklamalarına göre, iktidarın toplumsal desteğinde şimdilerde yavaşlasa da süreklilik kazanmış bir düşüş yaşanıyor. Evet, iktidar zaman içinde devlet içindeki egemenlik alanını daha fazla tahkim ediyor ve genişletiyor, medya gece gündüz tek yanlı bir destek yayını yapıyor; ama yine de halkın farklı bir arayış içinde olduğu, en azından bu gidişe destek vermediği anlaşılıyor.
Aktif direniş ise, sürekli daha da kötüleşen yaşam koşullarına sürüklenen halk güçlerinin kendi asgari ve acil ihtiyaçlarını kazanabilmek için yaptığı farklı biçimlerdeki direnişlerde kendisini gösteriyor.
Bu durumda, çıplak gücü artan ama toplumsal desteği azalan ve henüz “güçsüz” de olsa süreklilik kazanmış irili ufaklı direnişlerle rahatsız edilen bir iktidar gerçekliği ortaya çıkıyor. Piramidin sivri ucunun zemine oturduğu, doğal olarak oluşan dengesizliğin de devlet şiddetiyle giderildiği bir durum!
***
11- Toplumsal güçlerin ihtiyaçlarının yasal güvence kazandığı bir demokratik anayasa ve bu anayasanın omurgası olacağı bir demokratik cumhuriyet, faşizmin kurumsallaşma sürecinin tam zıddı yönde hareket eden bir halkçı nesnel ihtiyaç olarak kendisini dayatıyor.
HDP, onca baskıya rağmen sürdürdüğü direnişle ve yaptığı hamlelerle halkçı nesnel ihtiyacın kendi alanındaki umut veren bir temsilci konumunda. Sol-sosyalist güçlerin halkın ihtiyaçlarını esas alan bir ortaklaşma üzerinden aynı nesnel ihtiyaca kendi durdukları yerden farklı biçimde cevap üretmesi gerekiyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.