İntiharların bu kadar çok gündeme gelmesi de üzücü ama olağan. İşsiz intiharları zaten sıradan ama çalışanların da intiharları şaşırtıcı gelmiyor. İşsiz ya da çalışan, bir kapana kısıldığını hissettiğin, tükendiğin bu düzende son veremediğin bulantıya her şeye son vererek son vermek bir kez olsun hepimizin aklından geçmiştir. Ne yazık ki…
“Bir kere, çalışma işçinin dışındadır. Yani onun (işçinin) özsel varlığına ait değildir. Onun için işçi çalışırken kendini olumlamaz, yoksa, mutlu değil mutsuzdur. Fiziksel ve zihni enerjisini serbestçe geliştirmez, bedenini harcar ve zihnini yok eder.
Onun için işçi ancak çalışma dışında kendine gelir ve çalışırken kendisinin dışındadır. Çalışmadığı zaman kendindedir, çalışırken kendinde değildir. Onun için çalışması gönüllü değil zorlamadır. Zorla çalıştırılır.”
Karl Marx
Bir yazımda “yoksulların hayatı intihar ve ihtilal arasında salınır” demiştim. Çoğunun da mecaz ya da gerçek anlamlarıyla intiharı tercih ettiğini, intihara zorlandığını yazmıştım. Evet, bu bir zorlama. Çağ “gerçekleri”nin, hegemonik kudretin bir zorlaması. Çürümeye, yozlaşmaya, ekmek derdinden kafayı kaldıramamaya, örgütsüzlüğe, umutsuzluğa ya da bireyci umutlara, hayallere (sınıf atlama, kolay yoldan köşe dönme) bir ayak uydurma dayatmasıyla karşı karşıyayız hepimiz.
“İdeolojiler bitti” sözünün alt/asıl anlamı artık burjuva ideolojisinin tek dünya görüşü olduğu kibrini faş ediyor. Moral üstünlüğün, kurulan kesif hegemonyanın yoksullara dönüşü ise yukarıda saydıklarımız olabiliyor ancak. Kimileri kendine ada alabilirken, milyonların temiz suya bile erişemediği ya da çalışıp didinip bir ev sahibi dahi olamadığı (yahut otuz yıllık çalışmayla anca bir ev alabildiği) bu sistemin hayatın normali, gerçeği, zorundalığı olduğu öğretiliyor. Sosyalizm ise bir anomalidir, “insan doğasına aykırı”dır. Kapitalizmin de en büyük başarısı bu illüzyonu geniş yığınlara hakikat diye belletmesi oluyor. Ve işte budur kapitalizmin milyarlara hediyesi.
Terörle, sınıf atlama hayalleriyle, öbür dünya pazarlamasıyla bu sistem ayakta kalıyor.
Hâl böyleyken intiharların bu kadar çok gündeme gelmesi de üzücü ama olağan. İşsiz intiharları zaten sıradan ama çalışanların da intiharları şaşırtıcı gelmiyor. İşsiz ya da çalışan, bir kapana kısıldığını hissettiğin, tükendiğin bu düzende son veremediğin bulantıya her şeye son vererek son vermek bir kez olsun hepimizin aklından geçmiştir. Ne yazık ki…
İşsizlik de çalışma da bu düzene insan örgütlüyor, zira bir alternatif yok. İşsizler iş bulma umuduyla, çalışanlar ise enselerinde bir silah gibi duran, kafalarının içinde salınıp duran, işini kaybetme korkusuyla ehlileşmekte. Sabahtan akşama kadar çalışanlar, akşam eve yorgunluk ve hayal kırıklığından başka bir şey götüremiyorlar. Ama bunu da bulamayanlar var. Zira milyonlar, hiçbir işe yaramama, değersizlik hissiyle odalarında kendilerini yiyip bitiriyorlar.
Bu boyunduruk, kendine köleler bulmakta hiç zorlanmıyor.
Biliyorum, bu yazdıklarım bazılarına “eski moda şeyler” olarak gelecek. Fakat bu arkadaşların “yeni moda”larına bakınca da sokaktaki insana, gerçek hayata hatta dahası hakikatin kendisine dokunan bir şey göremiyoruz. Devrimcilikten aktivizme, eylemcilikten protestoculuğa düşülmesine dikkat çekerken, şimdi vaziyetin onun da gerisine doğru esnetildiğini görüyoruz. Bireylerin ve onların pek kıymetli bireyliklerini her şeyin önüne koyan, hiçbir değer tanımayan, politika alanını bir kariyerizm ve kendine mülk edinme, tekel inşa etme platformu olarak gören, haz alma odaklı, şımarık bir lafızla temayüz eden bir yönelim birikiyor.
Bakın bu kimlik siyaseti değildir, tek tek bireylerin şovuyla karşı karşıyayız. İthale meraklı bu kötü çeviri ehli yerele dokunamıyor zaten öyle bir dertleri de yok.
Bayağılaşma, değersizleştirme, yabancılaşma… Bu üçüyle bütün bir çağ açıklanabilir. Siyasetten ilişkilere, edebiyattan müziğe tüm sorunlu alanlara bu anahtarla girilebilir. Teşhirciliğin “politik” diye meşrulaştırılmasından örgütsüzleşmeye, ilişkiden “flört”e, “takılmaca”ya, “date”lere giden yola, şiirin random, sanatın buluntu olmasına kadar her şeye bu mercekten bakabiliriz.
Var olan her şeyin değersizleştirilmesi, emeğin, birikimin göze zor gelişi ve tabiî ki çağımızın kodu olan hız, her alanı yozlaştırmakla meşgul. Put kırdığını sananlar kendilerinden bir put yapıyor, ona tapıyor, dünyadaki temel çelişmeyi kendi keyifleriyle geriye kalan her şey arasında tanımlayıp gericiliğin egemenliğine katkı sunanlar şimdi devrimcilere “gerici” demeye bile başladılar.
Hakikat değer yitirdi, hakikatin bir anlamı kalmadı. Ortada bir hakikat yoksa uğruna ömür verilecek bir şey de yoktur.
Tam burada silkinme yalnızca hakikatin varlığına tutunarak, onu haykırarak olabilir. Çünkü hakikat, evlerimizde, işyerlerimizde, okullarımızda, sokaklarımızda bizi yönetmeye, düzenlemeye, baskılamaya devam ediyor. “Hakikat kaybı” salt bir mecazdır ve mecaz gerçekte var olan bir şeyi mezara gömemez. Hayat gerçeğimiz her an karşımızda durur. Telefonlarımız başında oyalanırken ağırlığından biraz olsun kurtulabilsek de o hakikat hep bizi bir savaşa, bir mücadeleye çağırıyor.
Yabancılaşma kuşatmasından tek çıkış yolu kendine, gerçeğe dönüştür.
Hayat hercümercinde başkalarının semirmesi adına gönülsüzce harcadığımız bedenimizi ve zihnimizi biraz da gönlümüzün kendine en azından bir sığınak edinebileceği işlere harcayarak başlayabiliriz dönüşmeye.
Bu tek tek hapishaneleri, bu tek tek akıl hastanelerini, yani bedenleri, zihinleri sağaltacak ilk şey üretmektir, paylaşmaktır, çoğalmaktır. Bir farkındalık depremi bu insanlık çölünü altüst edecek.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.