Parasız (ve herkese eşit) sağlık talebi ilk kez 1848 Ayaklanmaları’nda sosyalistlerin programlarında yer aldı. Her ne kadar Paris’te sosyalistlerin iktidara gelmesiyle parasız sağlık sunulmasına çalışıldıysa da tarihsel olarak parasız ve herkese eşit sağlık hizmeti 1917 Ekim Devrimi ile ilk kez gerçekleşmiştir. Küba, halkına hâlâ parasız sağlık hizmeti sunan bir ülke. Yani herkese eşit ve parasız sağlık hizmeti gerçekte politik bir tavır
Dr. Ümit Kartoğlu, DSÖ eğitiminde çocuklarla. Puskesmas Nagrak – Endonezya, 28 Haziran 2012, Fotoğraf: Gençer Yurttaş
İlk kez Avrupa’daki 1848 Devrimleri sırasında sosyalistlerin dile getirdiği parasız ve herkese eşit sağlık talebinin üstünden 172 yıl geçti. Komünist Manifesto da aynı yıl yazılacak, Halk Sağlığı Yasası aynı yıl kabul edilecekti. 1871’de Paris Komünü’nün sağlıkta eşitliği yaşama geçirmeye çalışmasının üstünden 149 yıl, tarihsel olarak parasız ve herkese eşit sağlık hizmetinin 1917 Ekim Devrimi ile ilk kez gerçekleşmesinin üstünden de 103 yıl geçti… Bugün Küba, halkına parasız sağlık hizmeti sunuyor… Sağlıkta ideoloji saklı. Sağlığı politik tavrınız belirliyor. Peki, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) anayasasında sağlık nasıl tanımlanıyor? Sağlık, sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, bedence, ruhça ve sosyal yönden tam iyilik halidir diyor DSÖ. Söyleşimize bu tanımı tartışarak başlayalım mı? Doç. Dr. Ümit Kartoğlu, “En çok tartışılan tanımların başında gelir sağlık. Düşünsenize, bedensel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik halinden söz ediyoruz. Üniversite mezunlarının bile iş bulamadığı, iş bulduğunda iş güvenliğinin olmadığı, belirli grupların ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaşadığı, toplum dışına itildiği, işe göre değil, cinsiyete göre ücretlerin belirlendiği, adaletin yalnız belirli kesimler için geçerli olduğu, kadınların çocuk doğuran ve bakan, ev işlerini yapan kişiler olarak görüldüğü ve bunun tellallığının yapıldığı bir sosyal eşitsizlik ortamında ne kadar iyilik halinden söz edebiliriz?” diyor.
Kim mi Doç. Dr. Ümit Kartoğlu? 1981’de mezun olduğu Hacettepe Tıp Fakültesi’nden sonra sonrası Akyurt Sağlık Ocağı, Sağlık Bakanlığı, Çapa Tıp Fakültesi, UNICEF, DSÖ’de çalıştı. Dünyanın dört bir köşesinde haritada yeri olmayan yerlerde de halk sağlığı biliminin gereklerini yaşama sundu, sunmaya devam ediyor. 2005’te eski Sovyetler Birliği Cumhuriyetleri’nde difteri salgını patladığında UNICEF’te Orta Asya Cumhuriyetleri ve Kazakistan Bölgesi’nin sorumlusu… Kuzey ve Güney Sudan arasında süren savaş sırasında Güney Sudan’daki savaş bölgesinde “Operation LifeLine Sudan” sağlık koordinatörü… SARS, MERS, H1N1 salgınlarında DSÖ’nün Aşı/Biyolojik Ürünler Departmanı’nda Aşı Kalitesi, Güvenliği ve Standartları biriminde bilimsel danışmanlık görevinde… 2019 Ağustosunda DSÖ’den emekli olduktan sonra yine bilimsel danışmanlığa, eğitmenliğe devam ettiği Cenevre’de, dünyanın ümididir Ümit.
Söyleşimize görünürde küçük ama etkide büyük katkı sağlayan Prof, Dr. Özlem Kayım Yıldız ise Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nde nöroloji dalında uzman. Geleneksel hekimlikle sınırlı kalmayan bir gelecek ustası. Bilmediğimiz, pek de tanık olmadığımız bir hekim. Korona günlerinde attığı tweetlerle tanıdık, takip eder olduk onu. Kayım Yıldız, sağlık tanımı için, insanın yaşam amacını ve özsaygısını sürdürebilmesini de içeren, fizyolojik yetilerin devamından daha geniş bir bakış açısı gerektiğinin açık olduğunu söylüyor.
Sağlık tanımından sonra sağlık hizmetlerinin tanımına geçiyoruz. Özlem Kayım Yıldız, “Sağlık hizmetleri sadece hasta bireyin sağaltımına indirgenemez. Sağlıklı çocuk ve gebe izlemi, hastalığa yatkınlık oluşturan sosyal ve biyolojik etkenlerin henüz hastalık oluşmadan saptanması ve engellenmesi, aşılama, sağlıklı ve güvenli barınma ve çalışma koşullarının sağlanması, yeterli ve sağlıklı gıdaya erişim, temiz su ve atık sisteminin temin edilmesi, enfeksiyonlara ve radyasyon gibi diğer hastalık yapan etkenlere maruz kalmanın önlenmesi, sağlıklı yaşam için uygun davranışların öğretilmesi ve sürdürülmesinin sağlanması sağlık hizmetlerine dahil olmalıdır” diyor: “Hastalığı tanıma ve sağaltmaya indirgenmiş tıp uygulamalarının başarısı sınırlı kalmaya mahkûmdur. Virchow’dan örnek vermek isterim: 19. yüzyılda Prusya’nın yoksul bölgelerinde gelişen tifüs salgını ile ilgili bir rapor yazması istenen bilim insanı ve tıp doktoru Rudolf Carl Virchow, raporunu, tifüs salgınının baskılanabilmesi için, hastalığın görüldüğü coğrafyanın kültürel, sosyoekonomik ve demokratik olarak kalkınmasının gerektiğini vurgulayarak bitirmiştir.”
Ümit de Özlem’i destekliyor. 1981’de Hacettepe’de halk sağlığı uzmanlık eğitimi sırasında Ankara Çubuk bölgesine bağlı Akyurt Sağlık Ocağı hekimi iken, kimi acil durumlarda hastaları daha ivedi bir şekilde bölge hastanesine ulaştırabilmek için Akyurt’u Çubuk’a bağlayan yolun asfalt olması gerektiğini ve bu isteğin aslında bir sağlık yatırımı isteği olduğunu yetkililere bir türlü anlatamadığına hep hayıflandığını aktarıyor. Ve sürdürüyor: “Sağlık bedensel, ruhsal ve sosyal yönden tam iyilik hali ise, bu hali tehdit eden her şeye karşı yapılan mücadele sağlık hizmetidir. Bu anlamda yalnız hastalar için değil, tam iyilik halinde olmasa da hasta olmayanların iyilik halini bozan etkenlerin ortaya çıkarılması, bunların engellenmesi, engellenemediğinde oluşacak zararın en aza indirilmesi için yapılan tüm hizmetler sağlık hizmetidir. Örneğin işkence insan onuru ve sağlığına karşı bir işlem olduğu için işkenceye karşı verilecek uğraş bir sağlık hizmetidir, savaşa karşı verilen uğraş da… Ya da işkenceye ve savaşa karşı olmak sağlık profesyonellerinin ahlaki sorumluluklarındandır. Bir de bir grup hizmet vardır ki doğrudan sağlık hizmeti olmasa da sağlığa dolaylı etkileri olan hizmetlerdir. Bu anlamda bu tip hizmetler sağlık yatırımı olarak kabul edilebilir.”
Geleneksel hekimlikten başka bir hekimlik bu. Peki uzmanlık alanının adı ne bu hekimliğin? “Kuşkusuz halk sağlığı” diyor Ümit Kartoğlu.
“Toplum hekimliği, halk sağlığı aynı şey midir?” Yanıt Ümit’ten: “Aynı şey değil, ama sıklıkla aynıymış gibi kullanılır. Çok ilginçtir, ben Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde mezuniyet sonrası Toplum Hekimliği bölümüne asistan olarak girmiş, ama sonunda Halk Sağlığı Uzmanı olmuşumdur. Toplum hekimliği aslında bir tıp disiplinidir (hekimlik diyor ya), halk sağlığı ise daha çok ve genellikle devletsel ve sosyal, multidisipliner ve toplumun hemen hemen her yönüne uzanan bir kavramdır. Bu anlamda her kesimden insan halk sağlığı dalında uzmanlaşabilir.”
Ümit’ten halk sağlığının ilkelerini anlatmasını istiyorum. “Özetle” diyor ve sürdürüyor:
-Sağlık doğuştan kazanılmış bir haktır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nde, Avrupa Sosyal Şartı’nda, Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi’nde ve her ülkenin anayasasında sağlık bir hak olarak tanımlanır. Bu nedenle, hiçbir ayrım olmaksızın (cinsiyet, din, dil, ırk, sosyal grup, yerleşim yeri) herkes sağlık hizmetlerine ulaşma ve gereksindikleri oranda yararlanma konusunda eşit sansa sahip olmalıdır.
-Yaşam, doğum öncesi dönemden başlayarak ölüme kadar bir bütündür.
-Kişi, içinde bulunduğu fiziksel, sosyal ve biyolojik cevreden etkilenir. Bu nedenle, kişi çevresi ile bir bütündür.
-Toplum içinde en çok görülen, en çok sakat bırakan ve en çok öldüren hastalıklar önemli hastalıklardır.
-Koruma her zaman için tedaviden üstündür. Bu nedenle, sağlığı olumsuz yönde etkileyen etmenlerin ortadan kaldırılması ve kaldırılamadığı durumlarda risklerin en düşük düzeye indirilmesi her zaman için, riskler ortaya çıkıp kişileri etkilediğinde yapılacak girişimlerden daha etkilidir. Bununla birlikte sağlık hizmetlerinde entegrasyon önemlidir. Koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetleri birbirinden ayrılamaz, bir arada verilmeleri esastır.
-Hastalıkların nedeni yalnız biyolojik değil, aynı zamanda fiziksel ve sosyaldir. Kimi hastalıkların toplumun düşük sosyoekonomik düzeyde olan gruplarda daha çok görülmesinin nedeni biyolojik faktörlerle açıklanamaz.
-Kişinin bozulan sağlığı yalnız kendisinin değil, aynı zamanda ailesinin ve toplumun sorunudur.
-Sağlık hizmeti tek bir meslek sahibi tarafından verilemez, sağlık bir ekip işidir. Bu anlamda, örneğin hastane enfeksiyonlarının önlenmesinde temizlik yapan elemanların da sağlık ekibi içinde değerlendirilmeleri gerekir.
-Sağlık hizmeti yalnız sağlık sektörünün sorumluluğunda değildir. Eğitimden diyanete, yerel yönetimlerden finans kuruluşlarına, sanayiden iç işlerine dek tüm sektörlerin eşgüdümü son derece önemlidir.
-Sağlık hizmetlerinin planlanma ve sunulması aşamalarında halkın katılımı esastır. Hizmetlerin benimsenmesi, kullanılması ve hizmetlerden halkın memnun olması halkın katılımıyla mümkündür.
Ümit anlatırken başka bir dünya canlanıyor gözümde. Bir düş dünya gibi… Gölgesini satamadığı ağacı kesen kapitalizm, sosyalist dünya görüşü temelinde yükselen toplum hekimliği bilim dalına neler yapmaz, diye düşünüyorum. Ümit’e soruyorum: “Toplumda eşitlik sağlanmadan sağlıkta eşitlik sağlanabilir mi? ‘Herkese eşit, ücretsiz sağlık hizmeti’ bir ütopya olmaktan ne zaman çıkar?” “Toplumdaki eşitsizlikler gerçekte sağlığı olumsuz etkiler. Eşitsizliklerin yaşandığı toplumlarda (Anayasa’da yazsa bile) sağlıkta eşitlikten söz etmek ne yazık ki mümkün değildir. İşte halk sağlığı da bu noktada sağlığı olumsuz etkileyen eşitsizliklerle mücadelede ayrı bir önem gösterir, ama sorunun özü, yönetimin bu eşitsizliklerin farkında olup bunların giderilmesi için gerekli yatırımları yapmadığı gerçeğinde yatmaktadır. Parasız (ve herkese eşit) sağlık talebi ilk kez 1848 Ayaklanmaları’nda sosyalistlerin programlarında yer aldı. Her ne kadar Paris’te sosyalistlerin iktidara gelmesiyle parasız sağlık sunulmasına çalışıldıysa da tarihsel olarak parasız ve herkese eşit sağlık hizmeti 1917 Ekim Devrimi ile ilk kez gerçekleşmiştir. Küba, halkına hâlâ parasız sağlık hizmeti sunan bir ülke… Yani herkese eşit ve parasız sağlık hizmeti gerçekte politik bir tavır” diyor Ümit Kartoğlu.
Barışa hasret zamanlardayız… Cehaletle besleniyor damarlar… Termik santral kuruluyor, başka yerde HES’ler, JES’ler… Fabrikalarda işçiler insanca yaşama koşullarının dışında çalıştırılıyorlar… Sağlıklarını tehdit edecek barakalarda konaklıyorlar… Ormanlar yok ediliyor… Cezaevlerinde ölüm oruçları, açlık grevleri… Dışarıda idam çığırtkanlığı… Salgında “Maske, Mesafe, Hijyen” kuralını ilk önce muktedirler kırıyor… Bu ve nicesi… İnsan sağlığına zarar veren etkenler karşısında halk sağlığı uzmanları ne yapacaklar da bu etkenleri ortadan kaldıracaklar?
Ümit, “Bu verdiğin örnekler, Henrik Ibsen’in Bir Halk Düşmanı oyununu aklıma getirdi. Bu şahane oyun, beyazperdeye de Arthur Miller’in adapte ettiği metinden George Schaefer’in yönetmenliği ve Steve MacQueen’in harika oyunculuğuyla aktarılmıştı” diyor. Oyunun hikâyesini anlatmasını istiyorum:
Oyunun geçtiği kasabada, kasabanın ekonomisi için çok önemli olan büyük bir banyo kompleksi yapılmıştır. Kasabanın tek doktoru Dr. Stockmann, banyoların drenaj sisteminin ciddi şekilde kirlendiğini keşfeder. Konu ile ilgili kasabanın gazetesine bir yazı yazar. Yazıda niye banyo kompleksinin kapatılması gerektiğini anlatır ve nelerin yapılması gerektiğini açıklar. Dr. Stockmann bu buluşu ve tutumu ile gazete yöneticilerin takdirini kazanır. Ancak ertesi sabah, aynı zamanda kasabanın belediye başkanı olan kardeşi Dr. Stockmann’ın bulgularına ikna olmadığını söyleyip gerekli onarımların da çok pahalı olacağı için kardeşinden ifadelerini geri çekmesi gerektiğini söyler. İki kardeş ateşli bir tartışmaya girer. Bu arada Belediye Başkanı gazete yönetimini ikna etmiş, Dr. Stockmann’ın yazısının basılmasını engellemiştir bile. Bunun üzerine Doktor, kasaba halkını aydınlatmak için bir kasaba toplantısı düzenler, ancak gazeteci Aslaksen ve belediye başkanı, doktorun konuşmasını engeller, Başkan ileri giderek kardeşi için kasabanın gelişmesini engellediğini, dolayısıyla onun bir halk düşmanı olduğunu söyler. Olaylar, doktorun kızının okuldan atılması ve halk tarafından evlerinin taşlanmasıyla gelişir. Kasabadan gideceği umulan Dr. Stockmann, ailesinin de desteğiyle otoriteye karşı gelmeye ve kasabada kalmaya karar verir. Bu kararı aldıkları sırada son sağlam camları da atılan bir taş ile kırılır.
Bir nefes alıp devam ediyor Ümit Kartoğlu: “Bu oyun 138 yıl önce, yani 1882’de yazılmış… Ne kadar da günümüze benziyor! Senin örneklerine karşı verilecek uğraşta da halk sağlığı uzmanlarının, yani Dr. Stockmannların ayağa kalkması gerek: Bilimle… Hatırlarsınız, Prof. Dr. Kayıhan Pala için, bir internet haber sitesinde COVID-19 pandemisiyle ilgili yayımlanan söyleşisi hakkında, ‘halkı yanlış bilgilendirdiği, paniğe yönlendirdiği’ iddiasıyla, Bursa Valiliği İl İdare Kurulu, Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunmuştu. Savcılık ise suç duyurusunu görevsizlik kararı ile Rektörlüğe göndermişti. Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü açtığı soruşturmayı tamamlayarak Pala’nın açıklamasının, ‘Herkes bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir’ düzenlemesini yapan anayasanın 27. maddesi kapsamına uygun olduğu sonucuna varmıştı. Bu hem dram hem de komedi. Aynı Ibsen’in dediği gibi. Ibsen de Bir Halk Düşmanı kitabını yayınlayacak yayınevi temsilcisine yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Bir Halk Düşmanı’na komedi mi yoksa düz drama mı demem gerektiğinden hâlâ emin değilim.”
Ümit’e, uzmanlık alanı olarak “Toplum hekimliği”ni seçmesinin en büyük nedenlerinden olan, Türkiye’de toplum hekimliğinin önderi, onurlu yaşamın ustası, unutulmaz Prof. Dr. Nusret Fişek’in bir söyleşisinden[1] bir paragraf okuyorum. Nusret Fişek “1942-43 olmalı” diyor ve şöyle anlatıyor: “Çiçek salgınında Sağlık Bakanlığına ihbar edilen vakaların sayısı on binleri bulur. Tifüste de aynı hikâye. Yalnız belki enteresan olan nokta çiçek salgınıyla yahut Bakanlığın tutumuyla ilgili: Niyazi Erzin, çiçek şubesi şefiydi. Mardin ve havalisinde çiçek salgını çıktığı zaman Bakanlık Niyazi’yi incelemek üzere gönderdi. O zaman Müsteşar Asım Beydi. Niyazi gitti, döndü. Asım Bey’le olan görüşmesini bana anlatmıştı. Mezarları saymış Niyazi. Kaç kişi yeni gömülmüş çiçekten diye. Yüzlerce yeni mezar bulmuş. Bakanlık salgının büyük olmadığı havasında. Asım Bey, ‘döndüğünde hemen beni gör’, demiş. Bakana gitmeden önce Niyazi, Asım Beye gitmiş. Durumu anlatmış. ‘Beyefendi buraya rapor edilenden çok fazla’ demiş. ‘Sen bunu Bakan da dâhil kimseye söyleme’ demiş.” Camus’nün 1947’sinde yayınlanan Veba’sında da bu böyle. Bugün de. Araştırmaya göre halk, topluma doğru bilgi verilmediğine inanıyor. Bütün dünyada ekonomi ile halk sağlığı arasındaki çıkar çatışması, toplum hekimliği ile sistem arasındaki durumu sergilemiyor mu bize? Ümit Kartoğlu şöyle anlatıyor: “Salgının başında çok çaresiz olan yönetimler bilim insanlarını, halk sağlıkçılarını dinledi. Zaman içinde sırtlarını dönüp, ekonomiyi biyolojiye tercih etmeye başladılar. Üstelik biyoloji halledilmeden ekonominin kurtulmasının mümkün olmadığını bile bile yaptılar. Aslında sistem çok acımasız. Örneğin, İstanbul Valiliği, koronavirüs salgını gerekçesiyle açık alanlarda yapılacak konser, gösteri, festival gibi toplu etkinliklerin yasaklanmasına karar veriyor. Cuma gecesi başlaması gereken yasaklara ilişkin karar 4 saat sonra değiştirilerek hiçbir gerekçe gösterilmeksizin 2 gün sonraya erteleniyor. Sonra bir bakıyorsunuz, AKP’nin ‘100 Bin Yeni Üye’ etkinliği var hafta sonu ve etkinlikte Cumhurbaşkanı konuşuyor. Başka bir örneğe hiç gerek yok.”
Toplum hekimliği olmadan çağdaş tıp olur mu? Soruyorum: “Sağlık yönetimi, epidemiyoloji ve istatistik bilimlerinden biri olmadan toplum hekimliği yapılabilir mi? Halk sağlığı hizmeti sunulabilir mi? Sac ayağından biri eksik olan sehpa ayakta durur mu?” Ümit Kartoğlu, DSÖ için geliştirdiği eğitim becerileri kursundan çarpıcı bir örnekle veriyor cevabı: “Bu kursta başarılı bir eğitimin verilebilmesi için gerekli olan bileşenleri açıkladıktan sonra, bu bileşenlerden bir tane seçmek durumunda olsalar hangisini seçeceklerini sorardım katılımcılara. Herkes önündeki kâğıt parçasına en önemli olduğuna inandığı bileşeni yazar, ben kâğıtları toplar ve yüksek sesle geri okurdum. Sonra tuttuğum tespihi katılımcılara gösterip tespihin eğitimin oluşmasını sağlayan bileşenlerden yani boncuklardan oluştuğunu anlatırdım. Önceden ipini kestiğim, ama dökülmemesi için sıkı sıkı tuttuğum tespihi katılımcılardan birine uzatır, seçtiği bileşeni yani bir boncuğu almasını isterdim. Katılımcı boncuğu tutup çektiği an, tüm boncuklar ortalığa saçılırdı. Yani ortada ne eğitim kalırdı ne bir şey… Yani tek bir boncuk seçin dendiğinde önündeki kâğıda ‘ya hep ya hiç’ yazmak en doğrusu olacaktı. Çağdaş tıp da böyle bir şey… halk sağlığı olmadan olamıyor, o da sağlık yönetimi olmadan, epidemiyoloji olmadan, istatistik olmadan olamıyor…”
Ve son soru: “3-9 Eylül tarihleri arasındaki halk sağlığı haftası neden ses getirmeyen, halkın haberinin olamadığı bir haftadır? ‘Önemli günler ve haftalar’ arasına niye lâyıkıyla giremiyor?” Kartoğlu, “Doğrusunu söylemek gerekirse, halk sağlığı haftasının temelinin nereye dayandığını bilmiyorum. Yanılıyor olabilirim, ama sanıyorum Sağlık Bakanlığı tarafından önerilmiş bir hafta. Biraz kendin pişir kendin ye misali, Bakanlığın önerdiği ve yine kendisinin kutladığı bir hafta. Google’da bir tarama yaparsanız yalnız İl Sağlık Müdürlüklerinin oldukça sıkıcı bir program çerçevesince bu haftayı kutladıklarını görürsünüz. Başka bir etkinlik yok… Hoş, gerçi bu halk sağlığı haftası bu söyleşiye vesile oldu, yani böyle güzel yanları da var…”
Koronavirüs salgınını yaşadığımız 21. Yüzyılda, sağlığı güncel olanla, şimdiki zamanla değil geniş zamanlı tartışalım istedik. Ve Kayım Yıldız’ın aktarmasıyla öğrendiğimiz 19. yüzyılda Prusya’da kendinden istenilen raporunu tifüs salgının baskılanabilmesi için, salgını sadece biyolojik değil sosyal politik nedenleriyle bir bütün olarak değerlendirip, hastalığın görüldüğü coğrafyanın kültürel, sosyoekonomik ve demokratik olarak kalkınmasının gerektiğini vurgulayarak bitiren bilim insanı ve tıp doktoru Rudolf Carl Virchow’un ve bütün zamanlarda sağlığı ticarileştirmeden halk sağlığı için mücadele veren tüm sağlık emekçilerinin, hangi dalda olurlarsa olsunlar sağlıkta eşitlik için çırpınan bütün emekçilerin ve iyi ki var olan TTB’nin önünde saygıyla eğilerek…
Teşvikiye, 16 Eylül 2020
Dipnot:
[1] Söyleşinin tamamı için: https://www.ttb.org.tr/n_fisek/kitap_3/38.html
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.