Ne oldu bu insanlara? Belki mücadele alanlarını terk etmeleri pandemi ile anlaşılır ama bayrakları aşağı çekmeleri, tek ses vermemeleri pek anlaşılır değil. Birçok alanda devletin almış olduğu kararlara itiraz eden, sokaklara dökülen, protesto eylemlerini örgütleyenler şu an inlerine çekilmiş ve kış uykusuna yatmış görünüyor.
Yıllarca bir toplumun içinde yaşayıp birdenbire onu hiç tanıyamadığının farkına varmak öyle kolay yutulur bir lokma değil. Bir yerde birçok insanın yaşadığını sandığım hayal kırıklığı sonunda beni de buldu. Almanya’da toplumsal hareketlerin “donmuş” bir duruma geleceğini hiç tahmin etmezdim. Yılların verdiği tecrübeye rağmen korona krizi ile geçmiş söylemlerini dahi hatırlamaz halde ciddi bir değişime uğrayan toplumsal hareketlerin içine düştükleri boşluğu bir hastalıkla açıklamak mümkün görünmüyor. Sanırım biraz daha derine dalmak gerekiyor.
Önce şu soruyu sormak gerekiyor. Ne oldu bu insanlara?
Belki mücadele alanlarını terk etmeleri pandemi ile anlaşılır ama bayrakları aşağı çekmeleri, tek ses vermemeleri pek anlaşılır değil. Birçok alanda devletin almış olduğu kararlara itiraz eden, sokaklara dökülen, protesto eylemlerini örgütleyenler şu an inlerine çekilmiş ve kış uykusuna yatmış görünüyor. Muhalefet partileri alınan kararları, yasakları destekleyip, en ufak bir düşünce belirmezlerken toplumun genelinden başka bir şey beklememek gerekir.
Hani yağmur duasına çıkan insanların huzur içinde evlerine dönmeleri ve yağmazsa yağana kadar tekrar deneyen insanlar yağmur yağmasını da bu dualara bağlamaları gibi, ya birilerinin kış uykusundan uyanmasını bekleyen ya da korona aşısı gelince her şeyin eskisi gibi olacağına inananlar aslında filmlerdeki gibi vücutlarını tek etmiş “ruhları” andırıyorlar.
Kış uykusu yok. Bu politik bir tutum, kimse elini taşın altına koymak istemiyor. Planlar gelecek için devleti yönetmeye ortak olmak için yapılıyor. Toplumun bu yasaklar altında neler kaybettiği (aşağıda değineceğim) kimsenin umurunda değil. Zaten sözünü ettiğim Yeşiller ve Alman Sol Parti eyaletler düzeyinde sadece muhalefette değil birkaç yerde hükümet ortağılar da. Bunlardan yardım beklemek yağmur duasına çıkmaktan başka bir şey değil. Bunlar susmakla kalmıyor, ellerindeki olanakları kullanarak edindikleri bilgileri topluma vermemeyi bilinçli olarak yeğliyorlar.
Almanya’da 1987’de yapılan nüfus sayımını hatırlayanlar bilir. Ağırlıkla Yeşiller Partisi’nin ve solun verdiği mücadele her alanda insanların kişisel verilerinin toplanmasına yönelikti. Yürüyüşler, toplantılar, afişler, bildiriler, ardı arkası kesilmeyen açıklamalar vs. bugün unutulmuş görünüyor.
Korona günlerinde sağlık sigortalarının üyelerinin verilerini özel şirketlere vermesinin önünü açan yasa sessiz sedasız meclisten geçiriliyor. Alman devletinin kişisel verilerin korunması görevlisinden (Bundesdatenschutzbeauftragter) başka kimse ne itirazda bulunuyor ne de toplumu bilgilendiriyor. Bunun altında yatan ise geleceğe yönelik siyasi hesaplar. Koronadan önce böyle bir yasanın çıkarılması sonrası yer yerinden oynar mıydı bilmem ama tartışmalara yol açacağı kesindi.
Nasıl geçmişin efsaneleri ile bugün açıklanamıyorsa takınılan sessizlik ile de gelecek açıklanamayacak. Sağlık bakanının torbasında daha birçok yasa var, örneğin 2019 yılında başaramadığı yaşlılara bakım yasası reformu. Buna göre yaşlılar kendi tercihleri ne olursa olsun belli bir aşamadan sonra evlerinde bakılmayacak ve zorla yaşlılar yurduna gönderilecek. Yakınlarının buna itiraz etme olanağı dahi olmayacak.
Meclisin tam çalışmadığı bir ortamda torba yasalar, yasaklar ardı ardına çıkarılıyor. Toplum özgür bir şekilde haber alamazken her değişikliği orkestra misali tek telden çalan televizyonlardan ve basından öğrenebiliyor (eğer onlar da verirse). Burada da muhalefet partileri bu durumun değişmesi için en ufak bir çaba harcamıyor. Sosyal medyada bile alakası olmayan daha az can alıcı konularla meşgul oluyor. Cılız kalan parlamento dışı muhalefet ise korona sarhoşluğunda medyanın propagandası altında eziliyor. Bulaşıcı hastalıklar yasaları kullanılarak alınan “Önlemler-yasaklar” meclisten sınırlı çalıştığı bir dönemde KHK olarak geçti. Mesleki öğrenimini bankacılık uzmanı olarak almış Jens Spahn‘in sağlık bakanlığında olması ve uzman olmadığı alanda can alıcı önlemlere imza atması da ayrı bir tartışma konusu.
Önemli bir konu da birçok doktor ve bilim insanı özellikle hastaların ciddi sağlık sorunlarında ikinci bir fikir almalarını önermeleriydi. Sonuçta herkes kendi sağlığından kendisi sorumlu. Almanya’da uzun süredir her yıl 200 bin civarında hasta yanlış teşhisten dolayı hayatından oluyor. Şimdi korona krizinde ikinci bir doktordan ya da hastaneden ikinci bir fikir almanız koşullar uygun olsa bile imkânsız. Sağlık konusunda bu önerileri ciddiye alan bir toplumun neden korona gibi bir hastalıkta sessiz kaldığını, ikinci bir fikir almadığını açıklayacak tek şey içinde bulunduğu korku. Geçmişten bugüne doktorların vermiş oldukları en iyi tavsiye “ikinci bir fikrin alınması” korona krizinde birdenbire ciddiyetini kaybediyor.
Yasaklara karar verenler kendilerini bilgilendiren kişilerin dışında bağımsız bilim insanlarından oluşacak bir grubun vereceği ikinci bir “fikre” başvurmadılar. Ve aynı kişilerle kendilerini dayatmaya devam ediyorlar.
Korkuya sebep olan ise izlenen tek taraflı yayın politikası. Ne yeterince bilgi veriliyor ne de veriler şeffaf. Ne soru soran var ne de cevaplayan. En azından tartışma kültürü yüksek olan soldan bir girişimin topluma faydalı olacağı açık(tı). Sessizliğe bürünmeyi politik bir çizgi haline getiren solun ya da muhalefet partilerinin korona krizi sonunda söyleyecek lafları da kalmayacak. Atı alan Üsküdar’ı geçmiş olacak. Oy almak için krizde yalnız bıraktıkları, dayanışmayı sıfırın altına çektikleri insanların kapısını hangi yüzle çalacaklar, bekleyip göreceğiz. Yapılan anketlerde sürekli aşağıya inen rakamlar bir gösterge.
Pandemi bir suç ise esas fail kapitalizme değinilmiyor, özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra hayatın her alanında özelleştirmeler ile kârı zengine zararı fakire yükleyen anlayış sorgulanmıyor, yargılanmıyor. Alman Sol Parti’nin ağır toplarından Katja Kipping bir söyleşide soruyor: “Anlayamıyorum nasıl olur da insanlar bir virüsü protesto ederler?”
Bundan iki sonuç çıkıyor; ya bu kadın hiçbir şey anlamamış, ya da suçu bir virüse yüklemek istiyor. Protestolarda virüs kelimesi dahi geçmiyor. Solun öncülük yapmak istemediği insanlar kısıtlanan özgürlükleri için sokaklarda. Alman Sol Parti ise kraldan çok kralcılık yaparak Alman edebiyatına yeni kelimeler ekliyor: “Salak Koronacılar”, “korona inkarcıları”, “nine katilleri”… Adeta bir CIA tavrıyla tüm eleştirenleri komplo teorisyeni ilan edip, sağlıklı bir tartışma yerine eleştiri adı altında suçlamalarla, seçmenleri ile aralarına mesafe koyuyorlar. Alman Sol Parti merkezi bir talimat ile üyelerinin protestolara katılmasını ve konu üzerine açıklama yapmasını yasaklıyor. Burada derin devlete verilen mesaj şu: “Bizim diğer partilerden farkımız yok, yönetmeye hazırız.” Tespih taneleri gibi, renkleri ayrı olsa da aynı ipe dizilmişler, devlet ile aynı hizada dururken en ufak bir eleştiriye bile tahammül edemiyorlar. Alman Komünist Partisi (DKP) diğerlerinden aşağı kalmamak için koroya katılıyor ve protestolara katılanların içinde Nazileri, Salak Koronacıları, Korona inkârcılarını, aşı karşıtlarını tespit ettiklerini ilan ediyor. Hiç kimsenin aklına “Peki siz nerdeydiniz, alanları neden bu insanlara bıraktınız?” diye sormak gelmiyor. Almanya’nın en büyük bulvar gazetesi Bild Zeitung’un manşete taşıdığı “Korona testlerinin %50’si yanlış çıkıyor” bilgisi liberal sola ulaşmıyor.
Kendilerini solcu olarak görenlerin alternatif sunamadıkları anlarda otoriter rejime ve hatta faşizme ne kadar eğilimli oldukları korona tartışmalarında bir kez daha ortaya çıktı. Öyle ki bu biraz da Türkiye’deki “yetmez ama evet” tartışmalarını anımsatıyor. Türkiye’de devleti ele geçirmek için eski iktidar gücüyle mücadele eden hükümetin demokratik hakları genişleteceğine inanıp saf tutmuşlardı; Almanya’da ise iş iktidarın demokratik hakları alenen kısıtlaması ve getirilen yasakların daha da genişletilmesi için devletten daha devletçi olarak öneriler yapmalarına kadar geldi. Bazıları daha ileri gidip kurallara uymayanların sert cezalara çarptırılmasını, yabancıların yurt dışı edilmesini bile önerdi. Anayasanın verdiği güçle sokaklara çıkanlar sadece iktidar partilerinin saldırısına uğramadı. Soldan gelen ataklar sağdan gelenden çok daha sert oldu. Suçlamalar ile kendi acizliğini örtme çabaları tüm toplumda bir korku pandemisine sebep oldu.
Suya sabuna dokunmadan pandemiyi atlatmak isteyenler derin devletin sistem değişikliği yönünde attığı ilk adımların farkına varmadılar. Yasaklar korona gidince ortadan kalkmayacak, şekil değiştirerek farklı boyutlarda uygulanacak, iş hayatı sil baştan yeniden organize edilecek, zayıflar gidecek güçlüler daha da güçlenecek, sağlık sektöründe ve diğer her alanda ücretler düşürülecek ya da 2008 finans krizinden sonra olduğu gibi yıllarca yükselemeyecek. Korona sebebi ile işten atılanlar belki aynı işe ama daha az ücretle alınacaklar. Eğitim ve sosyal güvence alanlarında yıllardır süren kısıtlamalar daha da çoğalacak, sokaklarda kurallara uymayanlar sadece polisin değil (son dönemlerde artan bir fenomen) mahalle halklarının kurdukları sivil savunma gruplarının hedefi olacak. Avustralya Portland’da “Maskeni tak, kaltak!” diyerek yaşlı bir kadına boya dökerek saldırılması örneğinde olduğu gibi…. Tüm bunların örneklerini geçmişte gördük, bakalım bu pandeminin topluma maddi ve manevi maliyeti ne olacak. Daha önemlisi sessizliğe bürünmüş, kendini sol olarak tanımlayanların tavrı ne olacak. Üç maymunu oynamak pandemide belki yenir ama normalleşemeyen toplumda biraz zor.
Siyasilerin başkalarının hayatlarına ne kadar önem verdiklerini yakın tarihte oldukça sık gördük. Çok nadir düşündüklerini açıkça dile getiriyorlar. Askerleri anlamsız savaşlara gönderip onların ölmelerini ve başkalarını öldürmelerini zorunluluk olarak satanların yanında daha edepsizce davrananlar bile var. Örneğin 2003 yazında Fransa’da 11 bin 500’e yakın yaşlı yurtlarda sıcaktan hayatını kaybetti. Portekiz’de sıcaktan ölen yaşlıların sayısı bin 300’ün üzerindeydi. Diğer ülkelerde sayı bu kadar yüksek olmasa da uzun tartışmalara sebep oldu. Tartışmaların odağında alınacak önlemler ve ağır yatalak hasta olup ölmek isteyen insanlara nasıl yardım edileceği vardı.
Avrupa hükümetleri yapılan araştırmalar sonunda yaşlıların yurtlarda yeterince bakılmadığı sonucuna vardı ve önlemler alınacağına karar verdiler. Korona bize o zamanlar verilen sözlerin hiçbirinin yerine getirilmediğini gösterdi. Almanya’da SPD-Yeşiller koalisyonu 1998’den 2005’e kadar iktidardaydı. O zaman “Agenda 2010” adı altında alınan ve toplumda Hartz I-IV yasaları olarak bilinen kararlarla sosyal devletin içi oyuldu. Hastanelerin özelleştirilmesi, emeklilik yaşının yükseltilmesi, iş yasalarına esneklik getirilmesi yani taşeronluğun önünün açılması, aradan 20 yıl geçmesine rağmen hala tartışılmakta.
Dönemin Fransa Sağlık Bakanı François Fillon yasalara göre ölüme yardım edilmeyeceğini belirterek buna karşın insanların yemeksiz ve susuz bırakılarak komaya sokulması şeklinde (künstliches Koma) intihar sonucu ölmelerini öneriyor. Sonuç olarak binlerce yaşlı yemeyi ve içmeyi reddederek yaşamlarına son veriyorlar. Yasaları değiştirerek insanların onurları ile akrabalarının vekaletinde acılardan arınmış olarak yaşamdan ayrılmalarına müsaade edilmiyor. Bir bakanın sözleri ve bugüne dek var olan benzeri aldırışsızlıklar neden dünya çapında yüzbinlerce koruma altındaki yaşlının korona krizinde hayatını kaybettiğini açıkça ortaya koyuyor.
Solun kendini bir kenara çekip küçük hesaplar peşinde koşması Alman Sol Parti açısından ciddi oy kaybına sebep olacak. Ağustos’ta yapılan bir ankette oylarının yüzde 6 olarak görünmesi, oylarını sistem partileri SPD ve Yeşiller Partisi’ne kaptırması sadece bir başlangıç. Fakat demokrasilerde solun olmadığı yerde ne biter hepimiz biliyoruz.
Saldırılar sadece devletten değil de her yönden gelince toplumun korku pandemisine düşmesi de kaçınılmaz oluyor. Korona bir virüstür, varlığını inkâr edenler olsa da kendisi ortada ve her pandemide olduğu gibi bir sonu var. Fakat yaratılan ortamda insanlar birbirlerine şüphe ile bakıyor ve Alman toplumunda geçmişten beri var olan kökleşmis sosyal mesafe ve soğukluk giderek artıyor. Son 40 yılda yabancıların topluma katkısı olarak görülen tokalaşma, sarılma ve candan selamlaşmanın tekrar canlanabilmesi sanırım yine kısa bir sürede mümkün olmayacak. Toplumda açılan yaraların hesabını yeni nesiler ödeyecek.
“Ne oldu bu insanlara?” sorusuna yanıt bulmayı okuyucuya bırakıyorum ve ekliyorum.
Ne oldu bize…. J.J. Rousseau’nun cevabı:
“Bir arazinin etrafını tel örgülerle çevirip, ‘bu topraklar ve üzerindeki meyveler bana ait’ diyen insan, bugünkü modern toplumların kurucusu olmuştur. Arazinin etrafındaki telleri söküp atarak ‘o adama inanmayın, bu topraklar ve üzerindeki meyveler herkesindir’ diyen adam, dünyayı nice savaşlardan, katliamlardan, kan ve göz yaşından kurtaracak olan insandır.”
Kaynaklar:
https://www.rubikon.news/artikel/sozialismus-ohne-freiheit
https://www.welt.de/politik/article2295987/Immer-mehr-alte
https://twitter.com/consent_factory/status/1290727230981709827
https://twitter.com/consent_factory/status/1291813995301740545
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.