Eğer darbenin sorumlusu aranıyorsa kitleler en sonda gelir. Ondan önce Pentagon, CIA ve NATO’suyla ABD; Koç’u, Sabancı’sı, TÜSİAD’ı, TİSK ve MESS’iyle tekelci sermaye örgütleri; GP, MHP, isterik bazı AP ve CHP milletvekilleri, merkez medya köşe yazarları, zamanın tanınmış bürokratları ve Orhan Aldıkaçtı gibi profesörleri gelir. Halktan önce sorumlu tutulacak bir kesim daha var: Devrimci, sol örgütler. Karşı taraf, başta generaller görevlerini kendi açılarından başarıyla yaptılar; yapamayanlar devrimcilerdi, düzen karşıtı soldu
12 Eylül 1980, Türkiye’nin ilk darbesi 27 Mayıs 1960’dan da, devamı ve tamamlayıcısı olduğu 12 Mart’tan da farklıdır.
Yukarıda kotarılmış olmasına rağmen 27 Mayıs darbesi, sonuçları itibariyle arkasında sınırlı da olsa demokratik nefes boruları açan bir anayasa bıraktı. Türkiye solunun bir bölüğü uzun yıllar böyle bir darbe beklentisiyle asli görevlerini savsakladı.
İlkinin aksine emir-komuta zinciri içinde gerçekleşen son iki darbeyse faşist nitelikteydi. Balyozu devrimcilere, ilericilere indirip, parlamento ve egemen sınıf partilerine dokunmayan 12 Mart 1971 Muhtırası yarı askeri bir darbe olarak kaldı. 12 Eylül ise tam boy, kapsamlı ve kalıcı bir darbeydi. Türkiye’nin siyasal, ekonomik, hukuki, ideolojik, kültürel yapısı üzerinde etkileri bugüne kadar süren köklü değişiklikler yaptı.
12 Eylül cuntasının namlusunun ucunda ne İslamcılar ne de “sorumsuz politikacılar” vardı. Baş düşman devrimci örgütler, işçi sınıfı hareketi ve Kürt özgürlük mücadelesi idi. Faşist ülkücülerin kısmi hasarı karşıdevrimin iç hesaplarıyla ilgiliydi. Yasaklar, işkenceler, idamlar, cinayetler, operasyonlar, toplama kampları esas olarak devrimcileri hedef aldı. Örgütleri dağıtılan, kapatılan, yasaklanan, kadroları katledilen, hapsedilen, sürgün edilen Türkiye solu ağır bir yenilgiye uğratıldı.
Devrimci örgütler 12 Eylül sürecinde tarihlerinin en zorlu imtihanından geçtiler. Büyüğü küçüğü, illegali legali, silahlısı silahsızı, devrimcisi reformcusu denendi. İçinden direnenler, az direnenler, direnmeyenler, tası toprağı toplayıp kaçanlar, boyun eğenler/eğmeyenler, tövbekârlar çıktı.
12 Eylül sınavında notlar kimsenin şöhretine, kendisi hakkında söylediklerine, yazıp çizdiklerine, medyada arkası olup olmamasına bakılarak değil, faşist darbe karşısında direnip direnmemesine, poliste, cezaevinde, mahkemede ne yaptığına, sözünün eri olup olmadığına göre verildi. Siyasi bilinç düzeyinin, örgütsel sağlamlığın, taktik becerinin, devrimci ruh ve direngenliğin asıl böyle zamanlarda belli olduğu bir kez daha görüldü.
12 Eylül boyunca hemen her örgütten yiğitçe, korkusuzca direnenler çıktı. Bunlar geleceğe giden yolda hepimizin ortak değeri, onurudur. Ama ne yazık ki esas eğilim bu değildi. Bu dönemde ağır basan faşist darbeye karşı direnmemek, üstüne düşen görevleri yerine getirmemekti. 12 Eylül tarihimize dövüşerek alınmış haysiyetli bir yenilgi olarak değil, direnişsiz yenilgi olarak geçti.
12 Eylül generallerine kolay zafer kazandıran, yürekleri ve idealleri değil, arkasını dayadığı Pentagon, ordu, sermaye ve bunlara kafa tutma cesareti gösteremeyen solun kendisiydi. 1970’li yıllar boyunca Deniz Gezmiş’in, Mahir Çayan’ın, İbrahim Kaypakkaya’nın mirasını arkasına alarak yükselenler, ne yazık ki bayrağı aldıkları yerden daha yükseğe çıkarmaları gereken kritik noktada ellerinden düşürdüler.
40 yıl sonra 12 Eylül’ü anarken darbecilerin yaptıkları, işledikleri suçlar teşhir edildi. Yenenler kadar yenilenlere de bakmak gerekirken, bu pek yapılmadı. Her geçen yıl olduğu gibi bu yıl da neden yenildiğimiz üzerine yazanlara rastlamadık. Çocuklara masal anlatır gibi, “Hazırlık yaptık, direndik fakat engel olamadık” diyenler ise inandırıcı olmaktan uzaktırlar.
Yapılması gerekeni yapmamak kötü bir şeydir. Ondan daha kötü olan hiçbir şey olmamış, yapılması gereken yapılmış, o koşullarda başka türlü olamazmış gibi davranmaktır. Bu geçiştirme, geçmişe sünger çekme, ileriye gitmemekte ayak direme tavrıdır.
Türkiye solunda büyüklü küçüklü en az elli dolayında fraksiyon vardı. Muhakkak ders çıkaranlar olmuştur. Ama hataları konusunda suskun kalanlar çoğunluktadır. Asıl geçmiş muhasebesi yapması gerekenler yapmamışlardır. 40 yıldır yapmadıklarına göre bundan sonra da yapmayacaklar demektir.
İlerici, devrimci, komünist hareketin tarihi yenilgilerle doludur. Yenilgi istenmeyen bir şeydir, ama Lenin’in dediği gibi bir okuldur. Yenilme üzerinde düşünmek, bir sonrasında yenilmeme üzerinde düşünmektir. Marx, Engels ve Lenin’in en parlak analizlerin (1848, 1871, 1905), en yararlı çıkarımlarını böyle zamanlarda yaptılar. Proletarya diktatörlüğü, devlet ve devrim, ayaklanma, parti, işçi-köylü ittifakı, strateji ve taktik üzerine birçok tez mağlubiyetlerin arkasından üretildi.
12 Eylül yenilgisi muhasebesini çok az grup yapmıştır. Çoğu yanlışı kendinde, örgüt ve siyaset tarzında değil, “dogmatik”, “totaliter”, “işçici”, “popülist” ilan ettiği devrimci teoride, Marx’a Doğu despotizmi bulaştırdıklarını iddia ettikleri Lenin ve Stalin’de aramışlardır. Buradan vardıkları yer plüralizm, uzlaşmacılık, yasalcılık, reformculuk, katılımcılık, özgürlükçülük, sivil toplumculuk olmuştur.
Bunlar sahici, geçmişe ve geleceğe ışık tutan bir muhasebeden kaçıştır. Zarar görsün ya da görmesin, ülkede ya da ülke dışında olsun, 12 Eylül’ün teşhirini herkes, her aydın, her ilerici yazar yapabilir. Ama yenilginin nedenlerini, bunlardan ne gibi sonuçlar çıkarılabileceğini yalnız bu işin mutfağında yer alan devrimciler yapabilirler. Eğer onlar yapmazlarsa devrimcilik mesleğiyle ilgisi olmayanlar devreye girerler. Meydan bilerek ya da bilmeyerek hatayı yanlış yerlerde arayanlara, gerçek suçluları gizleyenlere kalır.
Akademisyen Besim F. Dellaloğlu, Gazete Duvar’da perşembe günü yayımlanan “Bir 12 Eylül muhasebesi” başlıklı yazısında şöyle diyor:
Bunun sorumluluğunu yalnızca darbeyi yapan generallerin omuzlarına yüklemek de hakkaniyetli olmaz. Wilhelm Reich’ın bir sözünü biraz değiştirerek şöyle söyleyebiliriz sanırım: Toplum 12 Eylül’ü istedi, arzuladı. Bugün hâlâ büyük ölçüde cari olan 12 Eylül’ün anayasasını yüzde 90’ların üzerinde bir oranla onaylayan bu ülkenin insanlarıydı sonuçta. 12 Eylül ile faşizm kavramını birlikte cümle içinde kullanırken, generallerin gaddarlığından çok toplumun müdahilliğine odaklanmanın daha anlamlı olabileceğini düşünüyorum.
Bugün hâlâ 12 Eylül’ün sonrasına geçememiş olmanın nedenlerini de, kırk yıl önceki darbenin fiziki gücünde değil, toplumun ruhunda yarattığı rızada aramak gerekir.[1]
Dellaloğlu, nazik ve efendi bir insana benziyor. Ancak görüşleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğiz.12 Eylül darbesinin sorumluluğunu generallere yüklemekten kaçınıp, “toplum”la ikisi arasında bölüştürmesi generalleri aklayan zararlı, ürkütücü bir fikirdir. Liberal sosyolojide sınıf ayrımı olmayıp, toplum “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” olarak kavrandığından, “halk” yerine “toplum” demeyi tercih ediyor.
Eğer darbenin sorumlusu aranıyorsa kitleler en sonda gelir. Ondan önce Pentagon, CIA ve NATO’suyla ABD; Koç’u, Sabancı’sı TÜSİAD’ı, TİSK ve MESS’iyle tekelci sermaye örgütleri; GP, MHP, isterik bazı AP ve CHP milletvekilleri, merkez medya köşe yazarları, zamanın tanınmış bürokratları ve Orhan Aldıkaçtı gibi profesörleri gelir. Bunların hepsi her hafta bir darbe çağrısı yapıyor, darbecilere destek ve akıl veriyorlardı. Dellaloğlu yazı boyunca bunların hiçbirinden şikâyet etmiyor, adlarını bile anmıyor.
Halktan önce sorumlu tutulacak bir kesim daha var: Devrimci, sol örgütler.
Bütün örgütler halka bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm, sömürüsüz baskısız bir dünya vaat ettiler. Buna karşı her örgüt kendi tarzında mücadele yürüttü. İşçisi, köylüsü, memuru, Kürdü, Alevisi en yiğit oğullarını ve kızlarını ön cephede ateş hattına sürmekten kaçınmadı. Halkın hepsinin değilse bile, o zamana kadar misli görülmemiş bir kesiminin desteğini alındı. Miting meydanları, ana caddeler milyonlarla dolup taştı.
Sonunda ne oldu? Nihai kavga günü geldiğinde, yani 12 Eylül darbesi yapıldığında devrim vaat eden, vaat ettiği devrimin sloganlarını dağlara taşlara yazan devrimci, sol örgütlerin çoğunun bırakın önlerinde olmasını, yanında bile göremedi. Kimileri geri çekilme adı altında mülteciliği, teslim olmayı seçti, kimileri generallerde “yurtsever”lik, “anti-MHP’lilik” keşfetti. Kimileri de o hantal, örgütsüz, önderliksiz ve ruhsuz halleriyle isteseler de mücadele edemezlerdi.
Bir 12 Eylül muhasebesi yapılacak ve bundan dersler çıkarılacaksa odak noktası burası olmalıdır. Karşı taraf, başta generaller görevlerini kendi açılarından başarıyla yaptılar; yapamayanlar devrimcilerdi, düzen karşıtı soldu.
Sonuncu sorumlu burada homojen bir yapıya sahip olmadığı konusuna giremeyeceğimiz “halk”tır. Faşist generallere sessiz kalmaları, savundukları talepleri geri çekmeleri, anayasa referandumunda evet oyu vermeleri, kazanılmış hakları gaspedilirken direnmemeleri, idamlara, işkencelere karşı ses çıkarmamaları elbette eleştirilmelidir. Komşu halklar (Ruslar, Kürtler, Yunanlılar, Bulgarlar) kadar mücadeleci geleneklere sahip bir halkımız olmadığının farkındayız. Antrparantez şunu da belirtelim ki önlerinde dövüşen, direnen öncüleri olsaydı, Kürtlerde olduğu gibi bu böyle olmayabilirdi.
Bunları bir bütün olarak ortaya koyduktan sonra Wilhelm Reich’ın sapkın tezlerine yaslanmak anlamsız, ondan daha doğrusunu, etkilisini Nazım Hikmet Akrep Gibisin Kardeşim şiirinde anlatıyor. Devrimci kitle mücadelesine bizler kadar tanık olamamış, durgunluk ve suskunluk dönemlerinde yaşamış Nazım’a katılmak mümkün, fakat “Kitleler aldatılmadı, faşizmi arzuladılar” diyerek neredeyse bütün suçu sömürülen ve ezilenlere yükleyen seçkinci, yukarıdancı W. Reich’a değil.
Kitlelerin “faşizmi arzuladıkları” tezi, suçu sermayenin ve faşistlerin sırtından alıp ezilenlerin omuzuna yüklüyor. Burada kitlelerin Fransa’da, İtalya’da, Belçika’da, Yugoslavya’da, Arnavutluk’ta, Bulgaristan’da, Yunanistan’da (vb.) nasıl direndiklerini anlatacak değiliz. Reich’ın tezinin çıkış noktası Hitler Almanya’sıdır. Hitler iktidara gelmeden Alman proletaryası 1918 Kasım Devrimi, 1924 Hamburg Ayaklanması gibi yenilgiyle sonuçlanan devrimci aşamalardan geçti. Alman burjuvazisinin ve generallerinin desteklediği Hitler yükseliyordu ama engelsiz değil. Onca azgın terör ve baskıya rağmen Hitler’i iktidarın eşiğine getiren Mart 1933 seçimleri dahil, Alman işçi sınıfı kendi temsilcileri bildiği Komünist ve sosyal demokrat partilerin yanındaydılar. Komünistler ve sosyal demokratlar baştan beri hatalar yapmasaydılar, yenilmeyebilirlerdi. Burada Clara Zetkin’in faşizmin “proleter devrimi gerçekleştirememiş proletaryanın çekmeğe mahkûm olduğu ceza” tespitini doğrulayan aşağıdaki değerlendirme durumu açıklıyor:
Çöküşü ise çok daha sonra, ağır bir düş kırıklıkları birikiminden, belleğini ve bilgi kaynaklarını meydana getiren kadroların fiziki olarak yok edilişinden sonra olacaktır. Bu yüzden, kitlelerin faşizmi istemiş olduğunu söylemekten her zaman kaçınmalıyız. Kitleler ancak ağır bozgunlardan sonra onunla uzlaşmıştır.[2]
W. Reich, faşizmi finans kapitalin açık, terörist, saldırgan diktatörlüğü olarak görmediği, “ortalama adamın akıldışı nitelikteki bütün tepkilerinin toplamıdır” gibi çarpık bir tez savunduğu için kitleleri baş suçlu ilan ediyor. O, kitleleri suçlamadan önce dönüp kendine baksa daha iyi ederdi: Hitler başbakan olduğunda Almanya’dadır. Bir Nazi gazetesi Reich’ın Ergenlerin Cinsel Mücadelesi adlı kitabı hakkında bir saldırı yazısı yayımlar. Bunun üzerine Reich önce Viyana’ya, sonra İskandinavya’ya, en son da Amerika Birleşik Devletleri’ne kaçar. Oldum olası gerici geleneklere ve güçlü bir yapıya sahip Alman devletinin terör ve propaganda aygıtlarının tepesine çöktüğü işçi sınıfının böyle bir şansı yoktur.
Dipnotlar:
[1] Besim F. Dellaloğlu, “Bir 12 Eylül muhasebesi”, (https://www.gazeteduvar.com.tr), 17 Eylül, 2020,
[2] Faşizmin Analizi içinde, “Faşizmin Yükselişi ve Zaferi Üstüne”, Jean-Marie Vincent, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2016, s.76.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.