Şimdi çok daha kontrol edilemeyen, öğretmenin devre dışı bırakıldığı, merkeziyetçi, içeriğin bilimsellikten yoksunlaştırılarak boşaltıldığı ve en önemlisi sınıfsal uçurumun çok daha büyüdüğü bir eğitim ortamındayız. Bazıları evinde özel dersler alarak, daha fazla internet destekli, kaynakları çeşitlendirilmiş bir eğitim görebiliyorken yoksul çocukların eğitim hakları üzülerek ve birebir şahit olarak söylüyorum ki tamamen elinden alınmış oldu
Sizi yoklama defterinden öğrenmedim
Haylaz çocuklarım
Sınıfın en devamsızını
Bir sinema dönüşü tanıdım
Koltuğunda satılmamış gazeteler
Dumanlı bir salonda
Kendime göre karşılarken akşamı
Nane şekeri uzattı en tembeliniz
Götürmek istedi küfesinde
Elimdeki ıspanak demetini
En dalgını sınıfın
Hababam Sınıfı’nın usta kalemi Rıfat Ilgaz ne de güzel anlatıyor öğretmen öğrenci ilişkisini “Çocuklarım” şiirinde. Yaşamın içinde tamamlanan bir ilişkiden bahsediyor. Okulu, sınıfı, sıraları, yoklama defterini aşan bir ilişkiden… Okulların kapanmasıyla tamamen hasret kaldığımız o gerçek ilişkiyi merkeze alarak özellikle; “dalgın, tembel, devamsız” diye ezbere yaftaladığımız öğrenciye bir de yaşamdaki var oluş mücadelesinin gerçekliği üzerinden bakmamızı sağlıyor. “Bütün gerçek ilişkiler sokakta kurulur” gibi bir motto bile çıkar buradan ve aslında öyledir de… Hangimiz çocukluk yıllarında, sokakta oyunlar oynarkenki kadar gerçek/cesur/hesapsız ilişkiler kurduk ki hayatta… Neyse konumuz eğitim! Mevzuu ciddi! Pandemi sonrasında eğitimin gerçek ilişki zemini olan sokaklardan, okul bahçesinden, koridorlarından hepimiz uzak kaldık. Çünkü dünya, küresel bir krizin ortasına düştü ve sağlığını (özellikle ticari sağlığını ve sermaye gruplarının afiyette kalışlarını) korumaya çalışırken, eğitim-öğretim hayatının devamlılığına ilişkin de yepyeni bir sürecin içine girmiş oldu. Verili kapitalist devlet modellerinin şekillendirdiği eğitim, pandemi sürecinde salgının ilk yok ettikleri arasında yerini aldı. Onun yerini ise birazdan tartışacağımız uzaktan eğitim/çevrimiçi eğitim modelleri doldurmaya çalıştı. Rıfat Ilgaz’ın şiirindeki gerçek ilişkinin tadını hiç vermeyen hatta yarattığı sıkıntılar ile gittikçe kabak tadı veren bu modeller yetersiz kaldığı için ağustos ayı itibariyle dünyanın çeşitli ülkelerinde okullar tekrar tekrar açılıp kapandı. Var olduğumuz coğrafyada ise hâlâ “Okullar açılsın mı, açılmasın mı?” kısır döngüsünden çıkamayan tartışmaları ve 21 Eylül’e kadar online eğitime devam kararının 12 Ağustos itibariyle alındığını düşünürsek eğitim alanının ciddi bir sınavdan geçtiğini söyleyebiliriz.
Herkesin evinde olması ve salgının hepimizi birden vurma ihtimalini komik ve basit bir algıyla toplumsal/sınıfsal eşitlenme olarak görenlere inat bunun bir beyaz yakalı karantinası olduğunu ısrarla savunmak gerekiyor. Okulların açık olduğu örgün eğitim sürecinde, sınıfının başında, birebir işin içinde bir öğretmen olarak söyleyebilirim ki eşitlikçi, bilimsel, seküler, anadilde bir eğitimi zaten yaratamamışken şimdi çok daha kontrol edilemeyen, öğretmenin devre dışı bırakıldığı, merkeziyetçi, içeriğin bilimsellikten yoksunlaştırılarak boşaltıldığı ve en önemlisi sınıfsal uçurumun çok daha büyüdüğü bir eğitim ortamındayız. Bazıları evinde özel dersler alarak, daha fazla internet destekli, kaynakları çeşitlendirilmiş bir eğitim görebiliyorken yoksul çocukların eğitim hakları üzülerek ve birebir şahit olarak söylüyorum ki tamamen elinden alınmış oldu.
Çoğunuz semtine uğramaz oldu okulun
Palto ayakkabı yüzünden
Kiminiz limon satar Balıkpazarı’nda
Kiminiz Tahtakale’de çaycılık eder
Biz inceleyeduralım aç tavuk hesabı
Tereyağındaki vitamini
Kalorisini taze yumurtanın
Karşılıklı neler öğrenmedik sınıfta…
Yoksulluğun içinden gelen ve yoksul çocukların tam da şiirde anlatıldığı gibi palto, ayakkabı yüzünden okula gelemediğini çok iyi bilen bir öğretmen olarak itiraf etmeliyim ki sınıflarımız çocuk işçilerle doludur aslında… Ve bu “çocuk işçiler” en azından örgün eğitimde belli saatler aralığında da olsa okula gelebiliyorken okulların kapatılması sonucu bu çocuklar tam zamanlı birer işçiye dönüştü. İstanbul’un yoksul semtlerinde yaşayan öğrencilerimin bu süreçte fabrikada tam zamanlı çalışmaya zorlandığını, çalışma koşullarından kaynaklı olarak COVID-19 salgınına yakalandığını ve ekonomik sebeplerle daha iyileşemeden tekrar işe devam ettiğini biliyorum!
İçeriğini ve öğrenci devamlılığını kontrol edemediğimiz, sınıfsal eşitsizlikleri daha da görünür hale getirerek eğitim hakkını gasp eden, trajikomik TRT ve EBA yayınlarına birileri güzellemeler yapadursun; uzaktan eğitimde televizyon kanallarının ayarlanmasındaki problemlerden tutun da çalışmak durumunda olan, özellikle kırsal bölgelerde bulunup uzaktan eğitimden neredeyse hiç yararlanamayan, bilgisayarı olmayan, internet bağlantısı bulunmayan evlerde öğrencilerin EBA kullanımının mümkün olmamasına varıncaya dek birçok sorun hala çözümsüz şekilde karşımızda duruyor. Ders içerikleri, sunuş şekli, niteliği ve hızı ayrıca tartışılır. Bu kadar açık bir dijital eşitsizlik varken yapılan merkezi sınavlar ne kadar meşru idi, bu da başka bir tartışma konusu… Kısacası uzaktan eğitim başta yoksul çocuklar olmak üzere, engelli çocuklar, Kürt ve Suriyeli çocuklar gibi belli toplumsal kesimleri yok sayarak sınıfsal farklılıkların gözetilmediği, eşitsizlik üzerine kurulu bir eğitim modeli. Bu gerçeklik üzerinden AKP döneminde yazboz tahtasına çevrilen eğitim sisteminin pandemi ile yeni bir darbe daha aldığını söyleyebiliriz.
Eğitim bürokrasisinin krizi yönetme biçimini, bu konuda iktidarın önerdiği politikaları eşitlik, demokrasi, erişilebilirlik ve toplumsal fayda açısından değerlendirmek gerekirse; öncelikle eğitim bileşenlerinin dışlandığı, kararlara kimsenin ortak edilmediği bir süreç yürütüldü. Sendikaların gücünün açığa çıkmasına izin verilmedi. Bu yeni durum eğitim alanında üreten/mücadele eden emekçiler açısından da oldukça ezber bozan bir süreç oldu. Öğrenmenin bütünüyle kesintiye uğramaması için tabiri caizse bir acil durum müdahalesi olarak görebileceğimiz uzaktan eğitim ne kadar yeterliydi, okulların açılmaması ve uzaktan eğitime devam edilmesi durumunda biz eğitimciler, halk sağlığını tehlikeye atmayan ancak sınıfsal eşitsizlikler de içermeyen, öğrencinin ve öğretmenin etkileşimli eğitim sürecine ket vurmayan alternatif bir eğitim modelini tartıştık mı ya da okulun açılması ve salgının kontrolsüzce yayılması ile içerisinde birçok handikap taşıyan online eğitim modeli arasına sıkışıp kalmayan üçüncü yol bulabildik mi? Maalesef okulların açılmasına ramak kala herkes hala şaşkın şaşkın bakınırken; eğitim emekçilerinin, sendikaların, öğrenci ve velilerin üzerinde tartışmalar yürüttüğü bir zemin yaratamadık. Var olan eğitim sorunlarının üzerine eklenen çevrimiçi/uzaktan eğitim modelinin getirdiği/getireceği problemleri, okulların açılması durumunda salgınla okullarda nasıl mücadele edebileceğimizi beraber kolektif biçimde konuşamadık. Oysa teknolojinin en kıt olduğu, yıllar yıllar öncesinde TRT üzerinden yapılan açık öğretim derslerinin ötesine geçemeyen, içeriği fazlaca gerici yayınlarla donatılmış uzaktan eğitim adı verilen ancak bir mizanseni anımsatan yayınların çok büyük bir buluş gibi lanse edildiği noktada bizlerin “Okullar açılmasın!” önermesinden başka bir sözünün olması gerekiyordu.
Yüz yüze eğitimin 21 Eylül’e ertelendiğini ve devamında biz eğitimcileri, öğrenci ve velileri bekleyen belirsizlikleri göz önüne alarak acilen salgında öğrenci ve eğitimcileri tehlikeye atmayan ancak eşitlikçi ve içeriğini eğitimcilerin kontrol edebildiği, tepeden inme olmayan bir eğitim modeline ihtiyacımız var. Burada bütün önlemleri en iyi şekilde alarak yüz yüze eğitimden tamamen vazgeçmeyen, devlet imkânlarının sokak sokak, mahalle mahalle, bölge bölge tek bir çocuğun dahi online eğitime erişimsiz kalamayacağı şekilde öğrenciye seferber edildiği, süreci eş zamanlı yürütebileceğimiz yeni bir strateji geliştirmeliydik. “Her duruma hazırız; a, b, c planlarımız var,” diyen bakanlığın aslında hiçbir hazırlığının olmadığı aşikar. Pandemi sürecinde yapılan sınavlarda dahi sosyal mesafeyi ayarlayamayan bir bakanlıktan bahsediyoruz. Okullardaki hijyen şartları, bina, öğretmen ve derslik yetersizlikleri düşünüldüğünde; “a, b, c, d” şıklarını geçip direk “e: hiçbiri” şıkkını seçmek istiyor insan! Ancak topu sadece düzen sahiplerine atarak da bu işin içinden sıyrılamayız. Bir öğretmen olarak ve bütün sorumluluğu da yüklenerek soruyorum: Hepimizin masa başında her şeyi bildiği, çözdüğü bir ülkede neden bu bilmeceye bir cevabımız yok? Uzun süredir bolca boş vakti olan biz eğitimciler gerek sendikamız gerek farklı toplumsal mücadele mecralarında neden bir araya gelemedik? Kimse #evdekal #karantina vs demesin… Uzunca bir süredir evde de değiliz zaten. Sokaktayız, çarşı, pazar, tatil, kafelerdeyiz… Kimse kimseyi kandırmasın! Hepimiz birbirimizi bir yerlerde görüyoruz. Pek tabii “Eğitimde ne yapmalıyız?” gündemli bir tartışma için de yan yana gelebilirdik. Yalana, kaçmaya, ertelemeye gerek yok. Söyleyecek sözümüz, sunacak reçetemiz yoksa o başka. Evet hepimiz için yeni bir deneyim. Ancak kaçamayacağımız, kaçtığımız noktada bizi, çocuklarımızı vuracak bir süreçle karşı karşıyayız.
Eğitim filozofu Paulo Freire ‘Ezilenlerin Pedagojisi’ kitabında diyaloğun olmadığı bir ortamda dayatmanın olduğunu söyler. Pandemi koşullarındaki tek taraflı eğitim kapsamında, EBA üzerinden müfredatla alakasız şekilde çocuklara izletilen Menderes Belgeseli türünden yayınlar tam da bu dayatmanın sonucudur. Sürece müdahale etmediğimiz takdirde de çocuğun bilincini, yaratıcılığını evcilleştiren “bankacı eğitim modeli”ne paralel bu uzaktan eğitim modeli ile yetinmek zorunda kalacağız. Tablo bu şekilde giderse ki uzun bir süre böyle devam edecek görünüyor, gerçek zeminlerde ancak halk sağlığını da tehlikeye atmadan öğrencilerimizle buluşabilecek miyiz? Evinde interneti, bilgisayarı olmayan çocuklara eğitim imkânı sağlayabilecek miyiz? Yapılan yayınların içeriğini kontrol edebilecek miyiz? Yoksa okular açılmasın deyip çocuklarımızı TRT’nin ve EBA’nın güvenli(!) kollarına teslim edip köşemize mi çekileceğiz? Rıfat Ilgaz’ın ifadeleriyle; neler öğrenmedik ki biz sınıfta karşılıklı… Çevresini ölçtük dünyanın, yıldızların uzaklığını hesapladık, laf kıtlığında Orta Asya’dan konuştuk, burnumuzun dibindekini görmeden bulutlara karışıp, güz rüzgarlarında dökülmüş hasta yapraklara üzüldük, kış günlerinde serçelere acıdık kendimizi unutarak… Neler öğrenmendik ki karşılıklı… Şimdi bu uzak eğitimler içimizi, yarattığı sorunlar bilincimizi yakar! Artık talep siyasetini bırakıp aktif rol alabileceğimiz yeni bir eğitim sürecini örgütlemeyelim mi? Hazır bahar da geliyorken…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.