COVID-19 krizi ekonomik gücü devletin ve büyük çokuluslu şirketlerin elinde yoğunlaştıracak. Sol’un görevi demokratik alternatifler için mücadele etmek olmalı
Son on iki yıl boyunca, küresel ekonomi 2008 Finansal Krizi’nden beri bir iyileşme sürecindeydi; çok uzun, yavaş ve eşitsiz bir iyileşme. Küresel Kuzey’de durgunluk oyunun adı oldu. Birleşik Krallık’ta (BK), on dokuzuncu yüzyıldan beri hem ücretlerin hem de üretkenliğin durgunlaştığı en uzun süre oldu. ABD’de, ortalama işçi ücreti 1979’dan daha iyiye gitmedi ve eşitsizlik daha önce görülmemiş bir seviyeye yaklaştı. Avrupa’nın az gelişmiş ülkeleri boyunca, devlet borçları krizini takip eden süreçte troykadan dayak yiyen ekonomiler ancak yakın bir zaman önce büyümeye başladılar.
Koronavirüs krizi, bu durgunlaşma döneminde dünya ekonomisini derin bir resesyona soktu. Pandeminin ekonomik etkisini ilk kaydeden, zaten aşırı değerlenmiş olan hisse senedi piyasaları oldu, yakın geçmişteki krizlerden daha çok düştüler. Gerçek ekonomideki etkileri de yakında görülecek. Tasarlandığı gibi, büyük ekonomilerde ekonomik faaliyet yok olacak -bu ise en azından gelecek birkaç çeyrek için negatif büyüme anlamına gelecek. Pek çok devlet kitlesel işsizlik, düşen gelirler ve yaygın bir şekilde şirket iflasları ile kişilerin borçlarını ödeyemeyeceğini bekliyor.
2008 krizi, 1980’lerden itibaren dünyanın en güçlü devletleri tarafından kurumsallaştırılan, finansallaşma öncelikli büyümede içkin olan çelişkilerden ortaya çıktı. Kendi çelişkilerinin ağırlığı altında çöktü -yani, sistemi devam ettirebilmek için giderek artan seviyelerdeki özel borçlanmaya yaslanmanın sürdürülebilir olmamasıydı. Koronavirüs krizi temelden farklı bir durum. Virüs karşısında alınacak tedbirlerin tamamen politik olduğu görülecek, pandeminin kendisi ise gerçek bir ‘dışsal şok’ – kökenleri kapitalist sistemin iç dinamiklerinin dışında olan rastgele, doğal bir olaydır.
Sosyalistlerin çoğu, 2008 Finansal Krizi’nin yarattığı politik olasılıkları kapitalist devleti değiştirmek için kullanmakta başarılı olamadılar. Hemen hemen her yerde, egemen sınıf iktidara tutundu -ya yükselmekte olan yeni muhalif hareketleri kırılgan koalisyon hükümetlerine içinde absorbe ederek, ya da krizin yarattığı anti-sistemik baskıyı milliyetçiliğe ve yabancı düşmanlığına kanalize ederek kendilerini içerden değiştirdiler. Solun, kapitalist sistemin sürdürülemezliği argümanını onaylayan 2008 krizinin avantajını kullanamadığından hareketle, koronavirüse karşı tavrımızın daha iyi olacağına dair umudumuz nedir?
Koronavirüsün yarattığı panik, Muhafazakâr Parti’nin Osborne’un (bir önceki Muhafazakâr Maliye Bakanı) kemer sıkma ekonomisine tamamen son vermek için ihtiyaç duyduğu itki gibi gözüküyor. Rishi Sunak (şimdiki Maliye Bakanı), ilk bütçesinin bir parçası olarak kamu yatırımlarında oldukça kapsamlı bir artış ilan etti, buna ek olarak koronavirüsün etkisiyle baş etmek için 30 milyar sterlinlik doğrudan hükümet teşviki ve 330 milyar sterlinlik iş dünyasına borç paketi sundu. Son on yıldır İşçi Partisi’ni pervasız aşırı harcama politikalarını savunmakla suçlayan aynı politikacılar bugün ulusal borç seviyesini İkinci Dünya Savaşı’ndan beri görülmemiş bir şekilde büyüttüler.
Ama hükümetin müdahalesini aynı çerçeve içine koymak asıl meseleyi gözden kaçırmak olur. Demiryolları ve köprüler inşa etmek, krizin çalışan halk üzerinde yapacağı etkiyi ortadan kaldırmayacak -ayrıca, sosyal mesafelenme kurallarına uygun olmayan daha fazla şantiyenin ortaya çıkmasını teşvik edecek. Daha önce James Medway’in Tribun’deki tartıştığı gibi, gerekli olan bir savaş ekonomisi değil, savaş karşıtı ekonomi. Yani, ekonomik faaliyetin kasıtlı olarak kısıtlandığı bir ekonomi. Ekonomik faaliyet durma noktasına geldiğinde ekonomik teşvik politikaları uygulamak, el freni çekilmişken gaza basmaya benziyor -sadece ekonominin aşırı ısınmasına hizmet edecek. Dolayısıyla, hükümetin görevi tarihsel olarak biricikti.
Başlangıçta, hükümetin verdiği yanıt Muhafazakâr seçmen tabanına doğru bükülmüştü. Ev satın alma kredisi olanlara kredi ödemelerinde üç aylık erteleme imkânı tanındı. Küçük işletmelere geri ödemesiz para verildi ve vergi ödemesi durduruldu. Finans sistemine devlet desteği garantisi verildi. Diğer bir deyişle, işverenler, ön koltuğa oturdular.
Ama sendikalardan gelen büyük tepki üzerine, Sunak nihayet işçiler için de bazı yardımlar ilan etti. Hükümet, işverenleri kriz derinleştikçe işçi çıkarmaktan vazgeçirmek için, 2.500 sterline kadar olmak kaydıyla işçi ücretlerinin %80’ini ödemeye razı oldu. Ve mevcut sosyal refah sisteminin talep edenlerin ancak yaşamasına yetecek kadar olduğunu zımnen kabul eden Sunak, sosyal refah bütçesine 7 milyar sterlin enjekte etti, böylece Evrensel Kredi adı altında verilen yardım ayda 1.000 sterlin artmış oldu.
Ancak, Sunak’ın harcama paketinde büyük kısıtlamalar vardı. Yasal hastalık izni parası 94,25 sterlinde kaldı -gelişmiş ekonomilerdeki en düşük ödeme, pek çok insanın ev kirasını bile ödemeye yetmiyor, nerede kaldı ki faturalarını ve temel yaşam harcamalarını ödeyebilsinler. Pek çok anahtar işçi [toplumsal olarak yaşamsal önemi olan işlerde çalışanlar, örn. hemşireler, yiyecek taşıyan kamyon sürücüleri, temizlik işçileri vb. (ç.n.)] bu çok zor zamanlarda çalışmak zorunda bırakıldı -zaten pek çoğu krizin vurmasından önce zor koşullarda geçinebiliyorlardı- ve çoğu, hastalandıklarında kendilerini haftada 100 sterlinden daha az bir parayla yaşamak durumunda buldular.
Dahası, kendi işi olanlar -düzensiz ya da kısa süreli anlaşmalı çalışan güvencesiz işçiler de dahil olmak üzere- Sunak’ın gelir desteği paketinden mahrum kaldılar. 2008’den beri kendi işi olanların sayısı büyük ölçüde artarak, Koronavirüsten önce ilk defa 5 milyona ulaştı. Sonra, geçici olarak ücretli izin verilenlere ilişkin programla da sorunlar baş gösterdi. Şirketler başvurmak için Nisan sonuna kadar beklemek zorunda bırakıldılar, başvurduklarında ise, söylendiğinden daha zor erişim sağlayabildiler. Programa göre, kimin ücretli izne çıkarılacağı kararı tamamen şirketlere bırakıldı -ve şirketlere işçilerin maaşının geri kalan %20’sini ödemek zorunluluğu getirilmedi. Sonuç olarak, çalışması illa gerekmeyen sektörlerde çalışanlar çalışmaya devam ederken ücretli izne çıkarılanların ücretlerinde kesinti oldu.
Açık ki, Sunak’ın müdahaleleri yeterli değil -ancak, bu müdahalelerin henüz sonu gelmedi. İşverenlere verilen borçlar -geri ödemesiz bağışlar değil- son on yıllık düşük faizler ve son kırk yıllık finansallaşmanın sonucu olarak hâlihazırda çok büyük olan şirket borçlarını daha da büyütecek. Hükümet büyük şirketlerin batmasına izin vermeyip onları kurtaracak, ama eğer devam eden gelir kaybına uğrarlarsa belki de kamulaştırılacaklar. Bu şirketlere borç veren bankaların da büyük devlet desteğine ihtiyacı olacak. Faiz oranları daha önce görülmemiş seviyelerde düşük kalacak ve merkez bankaları, şirketleri iflasa sürükleyecek ucuza satışları engellemek için varlıklarını satın alacak -İngiltere Merkez Bankası 2010’dan beri enjekte ettiği 450 milyar sterline ek olarak finansal sisteme 200 milyar sterlin daha pompalamakta.
Koronavirüs salgınıyla beraber devletin dramatik genişlemesi, soldaki pek çok kişide belirli bir endişe yarattı. Bir yandan da, devletin ekonomik krizin etkisini hafifletmekte hükümetin bir şey yaptığına dair yaygın bir rahatlama var. Sunak’ın gelir desteği paketinde işçilerin perspektifi acınası bir şekilde eksik, ama sendikal hareketin korktuğu gibi sorumluluktan tamamen vazgeçmediler. Diğer yandan ise, Corbynizmin merkezi ögesi olan kemer sıkma politikalarını eleştirmenin artık o kadar da geçerli olmadığı bir zamanda, pek çok kişi Britanya politikasında solun rolünün ne olduğunu merak ediyor.
Pek çok bakımdan, bu kriz, her şeyden önce, Corbynizmin payandası olan kemer sıkma politikalarına karşı anlatısında içkin olan zayıflığı açığa çıkarıyor. Sosyalizm kapitalist devletin boyutlarını genişletmek değil. Egemen sınıflardan -üst düzey politikacılardan, işverenlerden, finansçılardan- gücü almak ve halka geri vermek demek. Daha büyük bir devlet istemek yetmez; devletin, ekonomik ve politik kurumlarımızın doğası köktenci bir şekilde değiştirilmeli.
Bu, gerçek bir demokrasi için mücadele etmek demek. Ama koronavirüs krizi devlet ekonomideki müdahalesini muhtemelen arttırırken, demokrasideki geri adımlarla aynı zamana rastladı -hem resmi politika hem de işçilerin ekonomideki gücü anlamında. Aynı zamanda da, daha küçük işyerlerinin silinmesi ve özel sektörün fırtınayı atlatma kabiliyetine sahip dev şirketlerde yoğunlaşması olası bir diğer geleceğe işaret ediyor: tekelci devlet kapitalizmi dönemi.
Devlet ve Devrim kitabında Lenin refah devletinin erken büyümesini tartıştı, insanların bugün tanıyabilecekleri bir şekilde çerçevelendirilmişti: “Tekelci kapitalizmin ya da tekelci devlet kapitalizminin artık kapitalizm olmadığı, buna ‘devlet sosyalizmi’ ve benzeri şeyler denebileceği yanlış burjuva reformist iddia çok yaygın.’’
Serbet piyasacılar hükümeti her zaman, ‘kazananları seçerek’ piyasa güçlerinin rekabetini bozma gayretlerine karşı çıktılar, devletler ve piyasalar arasındaki çizgi, onların iddia ettikleri gibi, hiç bu kadar berrak olmamıştı. Devletler piyasaları yapılandırırlar –sözleşmeleri zorla kabul ettirirler, temel hizmetleri sağlarlar, herhangi bir cinsten ekonomik faaliyetin olabilmesi için gerekli parasal sistemi sürdürürler- ve bunu bazı çıkarları diğerlerine tercih edecek bir şekilde yaparlar.
Bu gerçek 2008’den beri daha açık bir hale geldi: likidite artışı ve düşük faizler varlık fiyatlarını yukarı itti, şirketleri çok büyük bir borçlanmaya teşvik etti. Bir yandan, zengini daha zengin etti. Diğer yandan da, çoktan kapanmaları gereken ama ucuz kredi sayesinde yaşayan binlerce ‘zombi firmanın’ ortaya çıkmasına yol açtı. Bu koşullarda, devlet politikasının Darwinci piyasa güçleri rekabetine müdahale etmediğini söylemek zor.
Fakat bugün, Johnson hükümeti kazananları ve kaybedenleri seçmede daha da belirgin adımlar atmak zorunda kalacak. Kriz boyunca pek çok küçük işletme zor durumda kalacak. Bazıları yok olacak. Taşımacılık, turizm, perakende ve otelcilik gibi sektörlerdeki daha büyük, yerleşik işletmeler bile fırtınayı atlatmakta zorluk çekecekler.
Hükümetin verdiği borçlar, uzun süreli bir gelir eksikliği nedeniyle de facto iflas etmek durumuna gelecek olan bu şirketleri kurtarmaya yetmeyecek -basitçe, hükümet kötü borcun arkasından iyi borcu atıyor olacak. Pek çok küçük işletmenin batmasına müsade edilirken, hükümetin ülkenin büyük şirketlerini iflasına yüksek olasılıkla müsade etmeyecek, bu da tabii kurtarılmaları anlamına geliyor. Devlet, Birleşik Birleşik Krallık’ın pek çok en büyük şirketinin önemli bir ortağı olabilir.
Ancak, bazı şirketler yüksek bir olasılıkla devlet desteğine ihtiyaç duymayacaklar. Finansın başını çektiği büyüme döneminde ortaya çıkan uluslararası şirketlerden oluşan dev gruplar herhangi bir fırtınayı savuşturacak kadar çok nakit paranın üstünde oturuyorlar. Bu firmalar rezervlerini tekel pozisyonlarından istifade ederek işçilerini, tüketicilerini, tedarikçilerini ve vergi ödeyenleri sömürdüler. Tekeller, işçilerine karşı adil olmayan pratikleri, vergiden kaçınma, tedarikçilerini sömürmek kadar, normalin çok üstündeki kârlarını, ürünlerini kısıtlamak yoluyla piyasaya arz ettikleri mal ve hizmetlerin fiyatını yukarı iterek de elde ederler. Kullandıkları talancı tekniklerle ölçek ekonomilerinin avantajlarını birleştirerek daha küçük rakiplerin piyasaya girmesini engelliyorlar.
Bugünün en büyük şirketleri kârlarını tekrar üretime yatırım yerine tekelci pratiklerinin sonucunda elde ettikleri nakdi küçük rakiplerinin satın alarak veya fiyatlar yoluyla aradan çıkararak pozisyonlarını devam ettiriyorlar, ya da, giderek daha çok görüldüğü üzere, finansal piyasalara yatırıyorlar. Geçen yıl Financial Times’ın yazdığı gibi, dünyanın en büyük uluslararası tekellerinden bazıları nakitlerini diğer şirketlerin tahvillerini satın alarak banka gibi davranıyorlar. Ekonomistlerin bir zamanlar tarif ettiği, hane halkı tasarruflarının korporasyonların aldıkları kredileri finanse etmek için kullanıldığı dünya tekelci kapitalizm çağında tersine döndü, hane halkı giderek daha da büyüyen bir şekilde borçlanırken şirketler daha büyük kârların üzerinde oturuyorlar. İş dünyası ve finans arasındaki bağlantı daha da derinleşiyor -bu şirketlerin finansal işlerini yöneten bankalar ve hisselerine sahip olan yatırımcılar tekelci kapitalizmden büyük kazançlar elde ediyorlar.
Koronavirüs krizi geliştikçe, dünyadaki bütün kapitalist devletler ekonomik müdahaleleri genişletecekler. Pek çok hane halkı ve şirket yaşamlarını sürdürebilmek için hâlihazırda devlete dayanmaktadırlar. Eğer böyle bir durumu hayal etmek bile mümkün olursa, finansal sistem regülatörler ve merkez bankalarının müdahalelerine daha da bağımlı hale gelecek. Devlet desteğine dayanmak zorunda olmayan daha büyük şirketler, rakiplerinin yok olmasıyla pazardaki güçlerinin daha da arttığını görecekler. Amazon, Netflix ve bazı sosyal medya devleri -ve tabii sağlık ve ilaç firmaları- muhtemelen ürün ve hizmetlerine olan talebin arttığını görecekler. Sayıları çok küçük olan politikacılar, merkez bankacılar, finansçılar ve şirketlerin CEO’ları ulusal ekonomik faaliyetin -ve bu eğilimler başka ülkelerde de tekrarlanırsa, küresel ekonomik faaliyetin- devasa bir kısmını kendi kontrolleri altında bulacaklar.
Marksistler, yüzyıldan fazla bir zamandır böyle bir durumun ortaya çıkacağını tahmin etmekteydiler. Marx’ın kendisi kapitalizmin merkezileşme eğilimi hakkında yazdı; üretimin artan bir şekilde sermaye-yoğun hale gelmesiyle, bir firmanın rekabet yeteneğinin sahiplerinin yeni makineler ve teknolojiye yatırım yeteneğine bağlı olduğunu anladı. Daha çok yatırım yapabilen daha büyük firmalar küçükleri yutacaklar, bu da piyasa yoğunlaşmasına yol açacak. Bu yoğunlaşma kredi sisteminin evrimiyle şiddetlendi: daha büyük firmaların krediye erişimleri daha çok ve bu nedenle, rakiplerini rekabette alt etmelerini sağlayacak yeni teknolojilere yatırım yapabiliyorlar. Hisse senedi piyasalarının genişlemesiyle, firmalar finansa daha da çok erişim sağladılar ve finansal kurumlar da pek çok büyük şirket üzerinde kontrolü ele geçirdiler.
Yirminci yüzyılın en tanınmış Marksçı ekonomistlerinden Rudolf Hilferding’e göre, kapitalizmin evrimiyle bağlantılı olan büyük firmalarla finansal kurumlar arasındaki sıkı ilişki nihayetinde, sonuç olarak kapitalist üretimi planlayacak bir ‘genel kartel’in ortaya çıkmasına yol açacak. Lenin, devletlerin bu genel kartelle devletler ilişkinin nasıl olacağını, onun çalışması üzerine inşa etti: politikacılar, devlet ve sermayenin farklı çıkarlarını birbirinden ayırt etmek zor bir hale gelene kadar, büyük firmaların çıkarlarını desteklemek için devlet gücünü kullanacaklar.
Rekabet ölmeyecekti. Tekelci firmalar birbirleriyle sınırlı biçimlerde rekabet edecekler ve Lenin için büyük öneme haiz olan, devletler birbirleriyle yerli sermayenin genişleyebileceği yeni pazarlara sahip olmak için rekabet edeceklerdi. Bu, Lenin’e göre, kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmin temeliydi.
Lenin’in emperyalizm teorisi Marksistler arasında tartışmalı olarak kaldı -özellikle, tekellerin elde ettiği süper-normal kârların genel kâr oranını nasıl etkileyeceği konusu. Fakat, koronavirüs salgını arttıkça, en azından bu konuda, Marx, Hilferding ve Lenin’in yanlış olduklarını iddia etmek daha da zorlaşacak. Devletler ve tekellerin hem boyutları hem güçleri artacak, neyin üretildiği ve ne zaman üretildiğini tayin etmek için giderek artan bir şekilde sıkı işbirliğine girecekler.
Bankalar ve yatırımcılar da muhtemelen bu kıskaca dahil edilecekler, ta ki Hilferding’in ‘genel kartel’ine benzeyen bir şeyin devletlerin çoğunda ekonomik faaliyetin önemli bir kısmını planlamakla sorumlu hale gelinceye kadar. Küresel sistemdeki en güçlü devletler var olmaya devam ederken ve hatta yükselirken, bu ortamda, daha güçsüz olanlar zor durumda kalacak. Sermaye daha zayıf olanlardan kaçacak, böylece potansiyel olarak yükümlülüklerini yerine getiremez hale gelecekler ve küresel Kuzey’de yerleşik tekeller küresel ekonominin daha büyük bir kısmına hükmedecekler.
Tarihin tuhaf ironilerinden biri, bir olgunun ölümünün bazen onun etrafındaki ideolojiyi nasıl daha güçlü hale getirdiğidir. Son zamanlarda, ulus devletin gücünün erozyonu milliyetçiliğin yükselmesiyle bağlantılandırıldı. Rekabetin süre giden erozyonu serbest piyasa ideolojisini aynı şekilde kuvvetlendirecek mi? Belki. Ama devlet müdahalesindeki önemli artış ve sürekli bir ekonomik planlama ile uğraşan bir oligarşinin büyümesi başka bir etkiye yol açabilir: ekonomi yönetimini politikleştirmek.
Modern kapitalizmin belirleyici özelliklerinden biri ekonomi ve politika arasındaki katı ayrımdır -devletler ve piyasalar. Devlet faaliyetinin ‘müdahale’ olarak çerçevelendirilmesi, ekonominin kendi kendine yeten, kendi kendini regüle eden piyasa sistemi olarak sunulmasındaki dereceyi gösterir. Sıklıkla, böylesi müdahalelerin sistemi nasıl da rotasından çıkardığı konusunda uyarıldık.
Fakat iş dünyası, finans ve nüfusun büyük bir kısmı devlete bu kadar bağımlıyken, ekonomik koordinasyonu durdurduğunda ekonomi yok olabilecekken, böyle bir akıl yürütme nasıl devam ettirilebilir? Bu krizin sonunda, ekonominin yönetimi, daha önceki yıllardan çok daha fazla politik tartışmanın konusu olacak. Devletler, yüksek maliyetli, sürdürülemez, uygulamaya konulamaz oldukları gerekçesiyle, daha yüksek ücret, daha iyi kamu hizmetleri, kırılgan gruplara daha çok yardım taleplerine cevap veremeyecekler.
O halde, karşı karşıya meydan okuma, aslolarak daha fazla devlet müdahalesi talep etmek değil. Onun yerine, devlet gücünün nasıl kullanıldığı ve onu kimin kullandığı ile meşgul olmalıyız. Bu krizin sonunda, politikacılar, merkez bankacılar, finansçılar ve şirket CEO’larından oluşan küçücük bir oligarşi küresel ekonomi içindeki güçlerini daha da arttırmış olacak. Sol’un görevi onlara hesap sormaktır.
Bunu yapmanın tek yolu, ekonomilerimiz ve devletlerimizi radikal bir şekilde demokratikleştirmeyi mesele haline getirmektir. Kamunun sahibi olduğu şirketler işçiler, tüketiciler ve genel kamuoyunun temsilcileri tarafından yönetilmelidir. Ekonomik kurumlarımız -en önemlileri merkez bankası ve Hazine- karar verme süreçlerine halkı dahil etmeli.
Bu kriz bittiğinde, genişleme, yönetme ve ekonomik faaliyeti planlama genel kapasitemiz tartışmaya açık olmamalı. Karşı karşıya kalacağımız soru ekonomik yönetimi kimin üstüne alacağı ve bunun kimin yararına olacağıdır.
Grace Blakeley, Tribune’ün yazarlarındandır. Stolen: How Finance Destroyedthe Economy and Corrupted Our Politics (Repeater, 2019) adlı kitabın yazarıdır.
[Tribune’deki İngilizce orijinalinden Sevil Kurdoğlu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.