Kadınların kendi haklarıyla ve kendisi olarak eşit yurttaş olmaya kalkışması, yani ona giydirilmiş toplumsal cinsiyetten, gerici gelenek ve düşüncelerden kurtulmaya kalkışarak bu doğrultuda yeni bir kadın toplumsal cinsiyetini oluşturmaya doğru adımları, İslamcı patriyarkın kendi toplumsal cinsiyetinin dağılmaya, yıkılmaya başlaması demek, İslamcı ideolojinin ise en temel dayanaklarından birini kaybetmesi demek
Kısaca İstanbul Sözleşmesi diye anılan, İngilizcesi, “Council of Europe Convention on Preventing and Combating Violence Against Women and Domestic Violence” [https://www.coe.int/en/web/istanbul-convention/home], Türkçesi ise “Kadına Karşı Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan ve imzalayan devletleri bağlayıcı kılan, yani hükümlerini yerine getirmek sorumluluğunu yükleyen bir uluslararası anlaşma. 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da yapılan Avrupa Konseyi Dışişleri Bakanları toplantısında imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi’ne ilk imzayı Türkiye adına Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu attı, daha sonra da, 12 Mart 2012’de oy birliği ile Meclis’ten geçerek yasalaştı. Ayrıca, Sözleşme’nin yükümlülüklerine uygun olarak, onu iç hukukta tamamlayan “6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Yasa” da çıkarıldı. Ancak, son zamanlarda iktidar partisi AKP’den İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması gerektiği sesleri yükselmeye başladı. Özellikle, AKP’nin muhafazakar Müslüman tabanında etkin olan Cemaat ve Tarikatların talebinin bu olduğu sıklıkla duyulmaya başlandı.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, 1 Temmuz 2020’de AKP İl Başkanlarıyla yaptığı video konferansta gündeme gelen İstanbul Sözleşmesi hakkında, BBC Türkçe’nin Hürriyet’ten aktardığına göre, “Çalışıp gözden geçirin. Halk istiyorsa kaldırın. Halkın talebi kaldırılması yönündeyse, buna göre karar verilsin. Halk ne derse o olur,” dedi. Ertesi gün, 2 Temmuz’da ise AKP Genel Başkan Vekili Numan Kurtulmuş, pek çok yerel kanaldan izlenen bir televizyon programında, “İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanması gerçekten yanlıştı. … Bu metnin içerisinde iki tane önemli husus var dikkat çekmemiz gereken ve bizimle asla uyuşmayan, bunlardan birincisi toplumsal cinsiyet meselesi bir de cinsel yönelim tercihi. LGBT vesaire gibi marjinal unsurların ekmeğine yağ sürecek kavramlar olduğu ya da onların arkasına sığınarak faaliyet yapabilecekleri alanlar olduğu görülüyor,” dedi. Kurtulmuş’un Tarikatlar ve Cemaatlerin şikayetlerini dillendirdiğini söylemek yanlış olmaz.
İslamcı cenahtan itirazla yükselmeye devam etti. Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu da bu koroya katıldı ve Artı Gerçek’in 25 Temmuz 2020 tarihli internet gazetesindeki haberine göre, Sözleşme için, “Cinsiyeti ortadan kaldırmak istiyor, cinsiyeti nasıl ortadan kaldıracaksın? Erkek erkek, kadın kadındır,” dedi. Devamla, “Cinsiyet kavramını ortadan kaldırmayı toplumun barışı için gerekli görürseniz o zaman şiddet doğar,” dedi. Aslolarak İslamcı cenahtan gelen itirazlar bu kadarla da kalmadı ve İslamcı kanaat önderleri, İslamcı ideologlar da bu koroya katıldılar.
Murat Yetkin 23 Temmuz 2020’de Yetkin Report’ta yayımlanan “İşte Erdoğan’dan fesih isteyen İstanbul Sözleşmesi raporu” başlıklı yazısında, Türkiye Düşünce Platformu’nun “İstanbul Sözleşmesine Yönelik Hukuki ve Psikososyal Değerlendirme” başlıklı raporunda, Erdoğan’a Sözleşme’yi feshetmesi tavsiyesinde bulunduğunu yazıyor. Platform’un Onursal Başkanı, Diyanet’in eski fetvacılarından Hayrettin Karaman. Yetkin’in de yazdığı gibi, “TÜRGEV’e zoraki bağışları ‘helal’ saymaktan, rüşvet vermek caizdir demeye, kadınların ‘dikkat algı kanallarındaki farklı psikolojisi’ nedeniyle erkekle eşit şahitlik yeteneğini sorgulamaktan, boşanan kadının nafaka almasını caiz bulmamaya dek yol açtığı çok tartışma bulunuyor.” Yetkin’in ‘Rüya takımı’ dediği Platform’un üyeleri içinde tanınmış İslamcı ideologlar ve Abdurrahman Dilipak gibi medyadaki tanınmış temsilciler de var. Yanlarına ruhban sınıfının resmi kanadının tepesindeki Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ı da alarak raporlarını sunmak üzere Erdoğan’ı ziyaret etmişler.
Yetkin’in Rapor’dan aktardığına göre Platform Sözleşme’den şikayetlerini şöyle sıralıyor: Sözleşme, toplumsal cinsiyet eşitliği kavramıyla ‘sonu cinsiyetsizliğe varan bir ideolojiyi’ dayatıyor; ‘kadınların daha maskülen, erkeklerin ise daha feminen bir davranış şekline kaydığı’, bunun da ‘cinsiyetsizleştirmeyi’, cinsiyet algısını silmeyi amaçladığı; ‘kadın-erkek eşitliğini sağlamaktan ziyade toplumun din, sosyal ve kültürel kodlarıyla oynamayı’ hedefliyor; ‘töre cinayeti, namus cinayeti gibi kavramsallaştırmalar da iyi niyetli olmaktan çok toplumu ayakta tutan değerlerin itibarını azaltmaya yönelik’; aile içi şiddet yerine ev içi şiddet denilerek, ‘evlilik veya akrabalık ilişkileri dışında partner, sevgili, farklı cinsel eğilimler de hukuk, koruma alanına dahil ediliyor’. Aslında, bu İslamcı ideologlar heyetinin raporu hem Kurtulmuş’un hem Karamollaoğlu’nun yukarıda aktardığım şikayetlerinin ana metni.
Peki, bu grupları rahatsız eden İstanbul Sözleşmesi ve metninde geçen ‘toplumsal cinsiyet’ meselesi nedir? LGBT bireylerin İstanbul Sözleşmesi’nden yararlanmalarından neden rahatsız oluyorlar? Toplumun, ‘din, sosyal ve kültürel kodlarıyla oynamayı hedeflemekten’ neyi kastediyorlar?
İstanbul Sözleşmesi, 12 Bölüm ve 81 Madde’den oluşan geniş kapsamlı bir metin. Amaçlarını şöyle ifade ediyor: “Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve ev içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak; kadınlara karşı ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında eşitliği ‘önemli ölçüde’ yaygınlaştırmak; kadına karşı şiddet ve ev içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak; bu konuda uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak; kadına karşı şiddetin ve ev içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak.”[1] Sözleşme kadına karşı ve ev içi şiddeti önlemek için kadın-erkek eşitliğini sağlamayı, kadına karşı ayrımcılığı ortadan kaldırmayı ve bunu en geniş ve kapsayıcı politikalarla perçinlemeyi en baştan söylüyor ve İslamcılar hemen karşısına geçiyorlar. Çünkü kadın-erkek eşitliği İslamcı ideolojiyle bağdaşmayan bir kavram. İslamcılara göre kadınlar ve erkekler farklı oldukları için eşit de olamazlar. Halbuki insan hakları genel demokratik ilkesi gereğince asıl olan, farklılıklarına rağmen -kadın/erkek, engelli/engelsiz, etnik-ulusal aidiyet, vb.- bütün insanların eşitliği ve bunun yasalarla garanti altına alınmasıdır. İslamcı ideoloji, kırılmasına asla izin vermediği, bu ideolojinin temel dayanaklarından biri olan kadınlar üzerindeki patriyarkal erkek vesayetini kadının cinselliği üzerinden incelikli bir şekilde ayrıntılandırmış. Öyle ki, nasıl giyineceği, nasıl konuşacağı, yakın ailesi erkekler karşısında bile neyi yapıp yapamayacağı, kocasına karşı görevleri gibi. Ev, İslamcı patriyarkın mutlak egemenlik alanı; karısına, kızına, o evdeki diğer kadınlara onun ailesi oldukları için istediğini yapabilir ve buna kimse karışamaz. İslamcı ideoloji bunu, toplumda yaygın olan ‘ailenin kutsallığı’ kılıfının içine sokarak dokunulmaz, eleştirilemez hale getirmiş. Dolayısıyla, hem eşitlik ilkesine hem de ev kavramına karşı. ‘Ev’ onun için, ‘aile’nin yerini tutmuyor, aile olmayanların birlikte yaşadığı ev/ikamet edilen yer, yani kendi denetimi altında olan bir yer olmadığı için kadına şiddetin mekanından bahsedilmesine karşı. ‘Ev’dekilere istediğini yapamayacağı fikrinde, onun hükümranlık alanı kurallarının İslamcı gelenekler tarafından konulduğu aile.
Bir ya da iki ebeveynin çocuklarıyla, hatta en yakın akrabaları da dahil olmak üzere birlikte yaşadıkları birime aile denmesine karşı değilim, burada önemli olan aile fertlerinin arasındaki, başta boşanma hakkı olmak üzere, demokratik ilişki ve anlaşmazlığa düştükleri zaman, kadına ve çocuklara karşı şiddet ortaya çıktığı zaman, mağdur ve zayıf olanın yasalar tarafından korunması. İslamcı patriyark, kadın-erkek eşitliğinin toplumsal olarak sağlanmasında yasaların öneminin farkında, çünkü yasalar eşitsiz olana çok önemli bir dayanak, hakkını arama imkanı sağlıyor ve onlar kadınları tam da bu dayanaktan mahrum bırakmak istiyorlar. Şiddetin tanımı ile de sorunları var.
Sözleşme’nin Tanımlar maddesinde, kadına karşı ve ev içi şiddet tanımları şöyle: ‘Kadına karşı şiddet’i, ‘hak ihlali ve ayrımcılık’ genel kategorisine soktuktan sonra örneklendiriyor: “zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dahil olmak üzere kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri”. Toplumsal cinsiyeti de, “herhangi bir toplumun kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler,” diye tanımlıyor. ‘Ev içi şiddeti’ ise, “eylemi gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya ev biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik, veya ekonomik şiddet eylemleri” olarak tanımlıyor. Sözleşme, ‘mağdur’ terimi için, “yukarıda tarif edilen davranışlara maruz kalan herhangi bir şahıs” olarak anlaşılacağını, ‘kadın’ teriminin ise “18 yaşından küçük kızları da kapsadığını” belirtiyor.
Buradaki ‘toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri’ söylemine dikkat çekmek isterim: çünkü Sözleşme kadına karşı şiddet ve ayrımcılığı o toplumdaki egemen toplumsal cinsiyet anlayışına dayandırıyor; yani kadınlar ve erkekler için uygun olduğu düşünülen, erkek egemenliğinin -patriyarkanın- ideolojik payandası olan oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler. Buna vurgu yapmamın nedeni İslamcıların temel itiraz noktalarından en önemlisinin toplumsal cinsiyet kavramı olması. Çünkü İslamcı ideolojinin kadın fikri tam da bu cinsellik kısmı alabildiğince ayrıntılandırılarak oluşturulmuş kadın fikrine, rolüne, davranışlarına dayanıyor: var olma alanı asıl olarak aile olan, çalışması, okuması istenmeyen, kendi haklarıyla ve kendisi olarak eşit birey/yurttaş olması fikrine yabancılaştırılmış biri. İslamcı ruhban takımına göre kadın ancak böyle olduğu zaman ‘feminen’ oluyor, eşit yurttaş olduğu zaman ise ‘maskülen’ oluyormuş, hatta toplum ‘cinsiyetsizliğe’ teşvik ediliyormuş! Kadınların kendi haklarıyla ve kendisi olarak eşit yurttaş olmaya kalkışması, yani ona giydirilmiş toplumsal cinsiyetten, gerici gelenek ve düşüncelerden kurtulmaya kalkışarak bu doğrultuda yeni bir kadın toplumsal cinsiyetini oluşturmaya doğru adımları, İslamcı patriyarkın kendi toplumsal cinsiyetinin dağılmaya, yıkılmaya başlaması demek, İslamcı ideolojinin ise en temel dayanaklarından birini kaybetmesi demek. Onun için, var olan erkek toplumsal cinsiyetine karşı değil! Kadınınkinin eleştirilmesine karşı, tam tersine pekiştirilmesinden yana. İnsanca olan bütün birlikteliklerin eşitlerin birliği olduğu fikrine sadece karşı değil, bütünüyle yabancı. ‘Ailenin istikrarı ve korunması’ kadının, erkeğin insafına bırakılmasıyla mümkün. Dikkat çekmek istediğim diğer bir nokta ise, ‘kadın’ teriminin ‘18 yaşından küçük kızları da kapsadığı’nın belirtilmesi, yani kız çocuklarına yapılan şiddet de böylece Sözleşme’nin kapsamına girmiş oluyor. Sözleşme, ‘mağdur’ terimiyle tarif edilen kişi için, yukarıda belirtilen şiddet biçimlerine maruz kalan ‘herhangi bir şahıs’ diyerek, kadına şiddetin bir ‘hak ihlali’, yani insan hakkı ihlali olduğu en genel ilkesine geri dönüşler yapıyor.
Temel haklar, eşitlik ve ayrımcılık yapılmaması maddesinde, “imzalayan devletlerin kadınlara karşı her türlü ayrımcılığı kınayacak ve ayrımcılığı önlemek üzere, ‘anayasalarında veya ilgili diğer mevzuata kadın erkek eşitliği ilkesini dahil edecek ve bu ilkenin uygulamada gerçekleştirilmesini temin edeceklerdir … yaptırımların uygulanması yolu da dahil olmak üzere, kadınlara karşı ayrımcılığı yasaklayacaklar … kadınlara karşı ayrımcılık yapan yasa ve uygulamaları yürürlükten kaldıracaklardır,” dendikten sonra “mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü, veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir,” denmektedir. Yani Sözleşme’de, imzalayıcı devletin, sınırları içinde yaşayan herkesi ayrımcılık ve şiddete karşı eşit biçimde koruyacağı hükmü var: LGBT bireyleri de, Suriyeli ve diğer göçmenleri de, mevsimlik işçi kadınları da, hasta ve çocuk bakarak evlerde çalışan göçmen kadınları da… Toplumsal cinsiyet olgusuna tekrar vurgu yapılıp, “Kadınların toplumsal cinsiyete dayalı şiddete karşı korunması için gerekli olan özel tedbirler, bu Sözleşme hükümlerince ayrımcılık olarak sayılmayacaktır,” denilerek, ayrımcılığı ve şiddeti önlemek için pozitif ayrımcılık teşvik edilmektedir. İslamcıların itirazlarına dönersek, burada da tekrarlanan yasal ve fiili kadın-erkek eşitliği vurgusu, yasaların buna göre düzenlenmesi toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesini pekiştirdiği için yukarıda belirttiğim itirazlarına neden olmaktadır. Ama bu tanımda en çok itiraz ettikleri şey, Sözleşme’nin mağdurların korunmasına sıra geldiğinde ‘cinsel yönelim’ ayrımcılığının da yapılmaması, yani LGBTİ+ bireylere yönelik şiddete maruz kalanların da mağdur kapsamına alınması. İslamcı ideologlar bunu kabul edemiyor, ısrarla karşı çıkıyorlar.
Ne acayip değil mi? Bir insan şiddete maruz kalıyor ve LGBTİ+ olduğu için devlet-yasalar onu korumasın, diyorsunuz. Yani, müstahaktır ya da onu görmezden gelelim, ne hali varsa görsün diyorsunuz, aslında dolaylı olarak da olsa onlara karşı şiddeti teşvik ediyorsunuz. Nitekim, Müslüman Kardeşler’e ait olduğu ve İstanbul’dan yayın yaptığı açık basında da yer alan Memri TV’nin geçenlerde yayınlanan bir videosunda, sunucu kadın, bağıra bağıra, “eşcinselleri ya yakmalı ya yüksek bir yerden atmalı ya da taşlamalı,” diyordu.
Ben aslında Türkiye’de Müslüman olan herkesin bu kadar insafsız ve insanlıktan yoksun olduğunu, Şeriat hukuku istediğini düşünmüyorum; kaldı ki LGBTİ+ bireyler arasında Müslüman olanların, dindar ve muhafazakâr Müslüman ailelerden gelenlerin olduğunu biliyorum. Ancak, yukarıda da söylediğim gibi İslamcı ideologlar Şeriat’a göre, yani başta Kuran olmak üzere, İslamın temel metinlerinin üzerine inşa edilmiş hukuk ve ahlak anlayışından, toplumu düzenleyici kurallarından vazgeçemezler, birinden vazgeçerlerse diğerleri arkasından gelebilir. Onun içindir ki, laiklik karşısında asla tavizkâr olamazlar.
Diğer bir önemli itirazları da Sözleşme’deki ‘töre cinayeti, namus cinayeti gibi kavramsallaştırmalar(ın) da iyi niyetli olmaktan çok toplumu ayakta tutan değerlerin itibarını azaltmaya yönelik’ olması.
Sözleşme’nin 3. Bölümü’nün, ‘Genel Yükümlülükler’ başlıklı 12. Maddesi’nin 1. Fıkrası’nda “Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır,” diyor ve 4. Madde’de, Taraflar, “özellikle gençler ve genç erkekler olmak üzere… toplumun bütün bireylerinin her türlü şiddet olayının önlenmesine aktif bir biçimde katkıda bulunmasını teşvik etmeye yönelik gerekli tedbirleri alacaklardır,” dedikten sonra, 5. Madde’de, “Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya sözde ‘namus’ gibi kavramların bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir,” diye ekliyor.
İslamcı ideologların ‘toplumu ayakta tutan’ değerler olarak niteledikleri ‘kavramsallaştırmalar’ (!) topluma vaaz verdikleri erkek toplumsal cinsiyetini yaşatan, demokratik geleneklerin ortaya çıkmasının önünü kesen arkaik düşünceler: kadına karşı önyargılar, kadını ezen töreler ve diğer gelenekler; bunların ‘kökünün kazınması’ amacıyla hem kadınların hem erkeklerin sosyal davranış kalıplarının değiştirilmesinin talep edilmesine karşı çıkıyorlar. Hele de ‘kültür, töre, din, gelenek ve sözde ‘namus’ gibi kavramların’ kadınlara karşı şiddet uygulanmasına gerekçe gösterilmesinin önüne geçilmesini hiç istemiyorlar. Kadınlar ‘namus’ ve töre cinayetlerinin, intikamlarının kurbanı olsun ama onların toplum ve kadınlar üzerindeki kıskacı sürsün. Bu gelenekler son yıllarda Türkiye’deki kültür savaşlarının da bir parçası, Orta Asya ve Kafkas ülkeleri de dahil olmak üzere milyonlarca kişi tarafından izlenen yandaş TV’ler, kadınları cinsel olarak aşağılayan, şiddete maruz kaldıkları töre, ‘namus’, ‘namus almak’ dizileriyle dolu. Sözleşme eğer hakkıyla uygulansaydı bu dizilerin çekilmesi/gösterilmesi mümkün olmazdı ya da RTÜK müsaade edemezdi. Çünkü Sözleşme’de, medyanın da Sözleşme ilkeleri gereğince kendi kılavuz kurallarını hazırlayıp ona göre davranması hükmü var.
Kadınlar İslamcılığın saldırısını savuşturup İstanbul Sözleşmesi’ni koruyabilecekler mi?
Kadınlar toplumun seküler, demokratik kesimlerinin en geniş desteğini almış gözüküyorlar. Hatta AKP içindeki bazı kadınların da Sözleşme’nin kaldırılma ihtimalinden rahatsız olduğu söyleniyor, bu minvalde basında haberler çıkıyor. Metropoll Araştırma’nın 25 Temmuz 2020’de yayımladığı anket sonuçlarına göre de %64’lük bir çoğunluk Sözleşme’nin feshini onaylamamaktadır. CB Erdoğan’ın “halk ne derse o olur” demesini, ‘duruma bir bakalım’ diye yorumluyorum ve kaldırılmayacağını ama üzerinde değişiklikler yapılarak bir ara yol bulunmaya çalışılacağını tahmin ediyorum. Peki Sözleşme’nin feshi engellenirse kadınlar önemli bir başarı elde etmiş olacaklar mı? Evet, hem de çok önemli bir başarı elde etmiş olacaklar, çünkü her ne kadar Sözleşme’yi kurtarmak, kadına karşı şiddette farkedilir bir düşüşe yol açmayacaksa da, -çünkü bunu yapabilmek için ciddi ekonomik/sosyal/kültürel değişiklikler gerekiyor ve bunun için de bu iktidarın değişmesi gerekiyorsa da- hak ararken, iktidarı şiddete karşı harekete geçirmeye çalışırken, yasaları eksiksiz uygulamaya çağırırken ciddi bir dayanakları olacağı ve kamuoyu daha duyarlı hale gelmiş olacağı için, sesleri daha gür ve özgüvenle çıkacak. Türkiye öyle bir dönemden geçiyor ki, hiçbir mevziyi kaybetmemek, hepsi için mücadele etmek çok önemli.
Dipnot:
[1] Yazıdaki bütün altı çizili yerler ve italikler benimdir – SK.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.