Türkiye tekelci burjuvazisi kendi dinamiği ile değil ama emperyalist tekellerin müdahalesi ile yukardan aşağı çarpık bir şekilde gelişmiştir. Bu çarpıklık günümüze de damgasını vurmaktadır. Sermaye yetersizliği bu çarpıklığın en önemli sonuçlarından biridir. Türkiye tekelci burjuvazisi emperyalist sermaye olmadan yaşayamaz. Onun gölgesinde soluk alabilir ancak. Ve bu olgu azalma yerine giderek güçlenmektedir. İnşaat sektörü bunun en önemli örneklerinden biridir
Alt-emperyalizm iddiasının altını doldurmak kolay değil. Bunun için Türkiye’nin emperyalizmden iktisadi olarak, en azından nispi de olsa bağımsızlaştığını göstermeniz gerekir. Türkiye’nin emperyal iddialar taşıdığını, Libya, Suriye vb. ülkelerde bu emperyal hedefler için bulunduğunu iddia eden yazarların hemen hepsi, Türkiye kapitalizminin değiştiğini, 70’lerden bu yana büyük değişiklikler olduğunu, hatta Türkiye kapitalizminin sermaye ihracına başladığını, askeri harekatların bu sermaye ihracını garantiye alma amacını taşıdığını ya da en azından bu sermaye ihracının Türkiye’nin emperyal politikalarının arkasındaki sosyal temel olduğunu iddia ediyorlar. AKP döneminin en gözde sektörü olmasının etkisiyle de emperyal bir sektör olarak inşaat sektörünü işaret ediyorlar. Bu konuda en çok adı geçen bir diğer sektör ise savunma sanayii. AKP tarafının güçlü devlet söylemi bizimkilerde eleştirel bir alt-emperyalizm söylemine, inşaat ve savunma sektörleri bağlamında dönüşüyor.
Bu konuda en ilginç yazılardan birisi Bahadır Özgür’ün Gazete Duvar’da yayımlanan yazısıydı. “Yurtta inşaat, cihanda inşaat” başlığıyla yayımladığı yazısında, inşaat sektörünün “yerli ve milli” olduğunu iddia etti. Özgür’e göre, Türkiye inşaat sektörü 2011-15 arası her yıl 31 milyar dolar sermaye ihraç etmiş. Anladığım kadarı ile Özgür alınan ihale bedeli ile sermayeyi karıştırıyor. Bir şirket 100 milyon dolarlık bir ihale aldığı zaman bu sermaye ihracı değildir. Bu fiyat alınan işin ederini gösterir.
Bu tür ihalelerde Türk şirketleri emperyalist şirketlerin taşeronudur ve işlerin emek yoğun ve riskli kısmı bizim müteahhitlere kalır. Zaten işi alabilmeleri, kendileri gibi taşeronluk yapan Kore, Mısır, Tayvan, Hindistan vb. taşeronlarından çok daha ucuza işçi sağlamalarıyla mümkündür. Bu noktada Türkiyeli müteahhitler sermaye filan ihraç etmezler, tam aksine en ucuz işçi emeği ihraç ederler. Büyüdükleri nokta burasıdır. Bu noktada inşaat şirketleri ile mesela, ucuz emek satışı sayesinde büyüyen otomobil sektörü, tekstil sektörü, madencilik vb. arasında özde hiçbir fark yoktur.
Biz inşaat sektörünü emperyalizm ile ilişkileri açısından inceleyelim. Bunu yaptığımızda inşaat sektörünün milli olmadığı (Türkiye gibi yeni-sömürge bir ülkede milli burjuvazi yoktur, bu ayrı bir tartışma konusu), en temel fonksiyonunun emperyalist inşaat tekellerine taşeronluk yapmak olduğu, en önemli özelliğinin ise ucuz işgücü bulmak olduğu görülecektir. Tabii tek fonksiyonları bunlar değil, diğerlerini aşağıda göreceğiz ama yaptıkları her iş batı sermayesinin yatırım alanlarında bulunur.
***
Türkiye inşaat sektörü emperyalizm ile birkaç boyutta bütünleşmiştir. Bu boyutlar incelendiğinde inşaat sektörünün yıllar geçtikçe bağımsızlaşmasının tersine, emperyalizm ile ilişkisinin daha da yoğunlaştığı ve bütünleştiği görülecektir. Bu bütünleşmenin birincisi ve önemlisi finans boyutudur. İnşaat sektörünü büyüten sermayenin temelinde, AKP döneminde ülkeye akan yüzlerce milyar dolarlık para akışı vardır.
AKP’den önce inşaat sektörü çoğunlukla kendi sermayesi ve Türkiye bankalarının sağladığı kredilerle çalışan bir görünümde idi. Yurtdışı müteahhitlik işleri ise genellikle Bechtel, Vinci, Halliburton gibi büyük tekellerin gölgesinde kotarılıyordu. İnşaat sektörü son 30 yılda emperyalistlerin aşırı birikimlerinin aktığı en önemli yatırım alanlarından birisi oldu. AKP döneminde akan bu paradan en çok pay alan kesimlerden birisi inşaat sektörüdür. İnşaat şirketleri artık kendi cılız sermayeleri ya da Türkiye bankalarından aldığı kredilerle ev işhanı vb. yapan, devlet ihaleleri ile büyüyen bir kesim olmaktan çıkmıştı. Bu dönemde inşaat sanayiinde doğrudan kredi, hisse ortaklı şeklindeki dış yatırımların payı hızla arttı, bu para ile inşaat şirketleri (tabii devletin teşviki ve desteği ile) tüm Türkiye’yi bir inşaat sahasına çevirdiler. Herkesin konuştuğu paralı yollar, köprüler, AVM’ler, HES vb. yatırımları, maden yatırımları, yeni havalaanları, şehir hastaneleri vb. emperyalist merkezlerden akan bu para ile inşaat şirketlerinin işbirliği sayesinde yapıldı.
Bütünleşmenin ikinci bir boyutu ise, emperyalist sermaye ile Türkiye inşaat şirketlerinin ortaklığının bazı yurtdışı ihalelerin çok ötesine geçmiş bulunması. İnşaat şirketleri hala batılı tekellerin taşeronu, onlarız ucuz işgücü tedarikçisi rolünü oynamaya devam ediyor. Rönesans’tan Tekfen’e ve ENKA’ya kadar yurt dışı işlerinde ağırlık taşeronluktur. Ancak batı sermayesi ile bütünleşme bu basit işbirliğinin çok daha ötesinde artık.
Mesela en büyüklerden sayılan Rönesans’ı alalım. O artık tam anlamı ile yerli bir firma bile değil aslında. Bu firmanın emlak grubunun yüzde yirmisi geçen yıllarda Avrupalı bir yatırım fonu olan Europe Efes’e satılmış durumda. Yani artık karşımızda yetmişli yılların kendi sermayesi ile iş arayan müteahhidi gitmiş, emperyalist şirketlerle ortak bir firma var. İş orada da bitmiyor; Rönesans, projelerini yabancı sermaye ile ortak olarak yapıyor. Rönesans AVM işinde çok faal. Optimum alışveriş merkezlerini Euro Efes ile yüzde elli ortak yapmış durumda. Rönesans’ın faal olduğu bir başka alan ise şehir hastaneleri. Şirket geçenlerde 5 şehir hastanesi için yabancı bankalardan 450 milyon dolar kredi sağladığını açıkladı. Yurtdışı ihalelerde ise ağırlıkla inşaat tekellerinin taşeronu durumunda. Web sayfasında yer alan bilgileri araştırırsanız beraber çalıştığı firmaların ağırlıkla Rus POTOK, bir Amerikan devi olan AEOM, Japon Kawasaki, İtalyan Maire Tecnimont (eskiden fiyat otomobil şirketinin inşaat kolu idi), İsviçre’den Heitkamp Swiss, Linde, Thyssen Krupp Uhde gibi batılı mühendislik devleri olduğunu görürsünüz.
Yani Rönesans bırakınız milli bir firma olmayı birkaç boyutta emperyalizm ile bütünleşen bir firma. Bir yandan onların doğrudan yatırımlarına aracı oluyor. Türkiye’ye akan kredi akışının kanallarından birisi, bir başkası ise geleneksel rolü olan büyük inşaat projelerine ucuz işgücü sağlamak, taşeronluk.
Diğer firmaların durumu da farklı değildir. Mesela Tekfen’i ele alalım. Türkiye ekonomisinin emperyalizm ile bütünleştiği yıllardan beri faaliyette olan Tekfen iş hayatına Philips’in yerli ortağı olarak ampul üreterek başlamıştı. Philips sayesinde bir anda hiçbir rekabet ile karşılaşmadan Türkiye’nin birkaç ampul tekelinden birisi olmuştu. Türkiye ekonomisinde tekelleşme 45 sonrası emperyalist şirketlerin müdahalesi ile yukardan aşağı çarpık bir şekilde yaşanmıştır. Tekfen ampulleri bu tekellerden birisi. Şu an Türkiye’deki fabrikalarını kapatmış durumdalar ve Philips’in Polonya ve Almanya’daki fabrikalarından ithal ederek ampul işini sürdürüyor.
Tekfen’in ilk yaptığı işler NATO üslerindeki havaalanı inşaatlarıdır. Daha sonra Philips ile ampul fabrikası açmışlar. Mis Süt şirketini Nestle’ye satmışlar. Seksenli yıllarda birçok holding gibi onlar da banka işine el attılar ve Tekfenbank’ı kurdular. Bakınız ne diyorlar bu konuda: “Tekfenbank, 2002 başlarında şube sayısını 30’a yükseltmişti. Tekfenbank’ın Bank Ekspres’i satın almasından sonra yönetimin belirlediği strateji, ya halka açılarak büyümeyi sürdürmek ya da yabancı bir ortakla birleşmek yönündeydi.” Tekfen Türkiye burjuvazisinin sermaye yetersizliği konusundaki ızdırabını çok iyi anlatmış. Sonuçta hisselerin yüzde yetmişini bir Yunan bankasına satarlar. Daha sonra ise banka, bir başka bankaya yüzde yüz sahiplikle satılır. 2002 krizinde bankanın yüzde yetmişini elinden çıkaran Tekfen 2008 sonrası tümünü çıkarmak zorunda kalır. Türkiye burjuvazisinin sermaye ihraç ettiğini düşünen var mı hala?
Bu, Türkiye tekelci burjuvazisinin hikayesidir. Türkiye tekelci burjuvazisi kendi dinamiği ile değil ama emperyalist tekellerin müdahalesi ile yukardan aşağı çarpık bir şekilde gelişmiştir. Bu çarpıklık günümüze de damgasını vurmaktadır. Sermaye yetersizliği bu çarpıklığın en önemli sonuçlarından biridir. Türkiye tekelci burjuvazisi emperyalist sermaye olmadan yaşayamaz. Onun gölgesinde soluk alabilir ancak. Ve bu olgu azalma yerine giderek güçlenmektedir. İnşaat sektörü bunun en önemli örneklerinden biridir. Biz Tekfen İnşaata dönelim.
Tekfen İnşaat’ın en büyük projelerinden birisi Atatürk Olimpiyat Stadyumu. İnşaat Fransız VİNCİ ile yapılmış. Projenin sadece yüzde 37,5’i Tekfen’e gerisi, yani yüzde 62,5’i, VİNCİ’ye ait. Yani işin pahalı kısmı VİNCİ’nin işçilik kısmı ise Tekfen’in. İnşaatta kullanılan bazı malzemeleri Tekfen kendi tesislerinde üretmiş. Paranın birazı da oradan. Tekfen’in diğer projeleri de farklı değil. Azerbeycan BP terminali inşaatında Halliburton payı yüzde 62,5, kendi payı yüzde 37,5. Kazakistan’da bir başka petrol projesi, paylar yüzde elli. Katar’da bir stadyum, paylar yüzde elli. Tekfen yurtiçi ve dışı büyük işlerin hemen hepsindeki rolü bu. Bu bilgilerin hepsine Tekfen sayfasından bakabilirsiniz.
Tekfen de aynı Rönesans gibi, AVM işinde oldukça faal. İlk AVM sayılan Akmerkez’in sahiplerinden birisidir. Halbuki oradaki payı sadece yüzde 11’den biraz daha az. Akmerkez’in en büyük hissedarı yüzde 46’dan fazla hissesi ile Fransız emlak devi Klepierre. Firmanın yüzde yirmisinden fazlası borsada işlem görüyor.
Bu bilgilerin gösterdiği tek bir şey vardır. Gerek Rönesans gerekse Tekfen müteahhit olarak emperyalist şirketlere ucuz işçi sağlayan inşaat şirketleridir. İnşaat projelerinin emek yoğun ve riskli kısımlarını bunlar almakta, kârların çok daha yüksek olduğu kısımlar ise emperyalist şirketlere kalmaktadır. Alınan işler genelde emperyalist tekeller için risklerin büyük olduğu Irak, Rusya Libya, Suudi Arabistan gibi ülkelerdir. Hesapta dünya devi sayılan bu şirketlerin Avrupa, ABD, Çin pazarındaki varlıkları sıfır olmasa da ona yakındır. Kendi pazarlarında değil ama batılı mühendislik şirketlerinin onlara ihtiyaç duydukları pazarlarda var olabilmekteler. Dahası bazılarının hisseleri bile yabancıların elindedir ama en önemlisi AVM’ler vb. dahil olmak üzere tüm yatırımlarında batı sermayesine muhtaçtırlar.
Diğer firmaların durumu da farklı değildir. Yine en büyüklerden sayılan ve Atatürk Havaalanı’nın özelleştirmesi için özel olarak kurulan TAV’ın en büyük ortağı %46 hisse ile Aeroports de Paris (Group ADP) adlı bir Fransız şirketidir. Bu şirket dünyanın en büyük havaalanı operatörlerinden birisidir. Şimdi 25 yaşında bile olmayan Türkiye’nin en büyük on inşaat şirketinden olan TAV’ın neden büyük havaalanı inşaatları aldığını açıklamama gerek var mı?
Son olarak ENKA’ya bakalım. ENKA eskiden basında açıkça Bechtel’in taşeronu olarak bilinirdi. Web sayfasındaki projelere bakarsanız bu durumun hala büyük oranda devam ettiği görülür. 1970’lerde daha çok devletin gölgesinde onların verdikleri kredi, ihale ve imar izinlerinin yarattığı rantlarla büyüyen, yabancı sermaye ile genelde taşeron olarak yurtdışı inşaat işlerinde büyüyen inşaat sektörü, emperyalist sermaye ile daha da bütünleşmiş, kredi, AVM, büyük altyapı projelerinde onlarla daha da fazla bütünleşmiştir. Tüm inşaat sektörü emperyalizmin yatırım alanı olmuş durumdadır.
Mesela, yandaş firmaların yaptığı Gebze-İzmit Otoyolu’nun finansmanı için Deutschebank’tan 5 milyarlık kredi alındı. İtalyan Astaldi firması projenin merkezinde. Aslında İtalyan Astaldi firması özellikle yandaşlar tarafından yapılan birçok projenin merkezinde. Hem mühendislik firması hem de kredi sağlamada. Mesela 3. Köprü için 2,3 milyarlık krediyi sağlayan da Astaldi. Astaldi Kirazlı Halkalı Metro inşaatı, Çanakkale Köprüsü gibi onlarca projenin içinde.
Kısacası, Türk inşat şirketleri ne millidirler ne de emperyal hedefler için bir sosyal temel sağlayabilirler. Bırakınız emperyalizmden bağımsızlaşacak sermaye birikimini sağlamayı ve sermaye ihraç etmeyi, Türkiye tarihinde emperyalist sermaye ile bütünleşme bu kadar güçlü olmamıştı. Bu çok doğal aslında, ne kadar emperyalist sermaye girerse ülkeye, o kadar bağlanırsın. Bu şirketler batı sermayesinin bir uzantısı durumundadır ve çıkarları emperyalizm ile bütünleşmiş durumdadır. Ancak emperyalizm ile bütünleşme kronik sermaye sorunlarını çözmek bir yana, daha da derinleştirmektedir. Ellerindeki firmaları, bankaları kaptırmalarının, hisselerine yabancı şirketlerin çökmelerinin sebebi budur. Bu yüzden bu şirketler hala kredi, ihale vb. alanlarında güçlü devlet desteğine ihtiyaç duymakta, bu destekler olmadan yaşayamamaktadır. “Milli” denilen inşaat sektörünün durumu budur.
Bundan sonra bir de savunma sanayiine bakalım.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.