1980’li yıllar boyunca, merkez ülkelerinin neoliberal yolu seçmesiyle birlikte üretim süreci çevre ülkelere ihraç edildi ve böylece çevre ülkeleri sanayileştiler. Bu dönem boyunca sanayi üretimi çevre ülkelerinde yoğunlaştı, ancak emperyalist sistemin gövdesinde bir değişiklik olmadı; sanayileşmelerine rağmen bu ülkeler çevre ülkeleri olarak kalmaya devam ediyorlar
Günümüzde anti-emperyalist mücadele, emperyalist ülkelerle bağımlı ülkeler arasında ortaya çıkan (en yüzeysel değil ama) en bariz ilişkilere karşı yürütülüyor. Örneğin: askeri müdahale, ülkelerin iç işlerine ve egemenliğine karışılması, devletler arasında çatışmanın kışkırtılması, medyanın emperyalist çıkarlar için kullanılması, kültürel hegemonya vb. Bununla birlikte bu anti-emperyalizmin, özellikle de onun batılı versiyonunun köklü bir sorunu var: bu mücadelede emperyalizm döneminin ekonomik mekanizmaları (Marx, bu mekanizmalara “hayatın maddi temeli” derdi) unutuluyor.
Marx, Kapital’e, uluslararası mübadele konusunu inceleyen dördüncü bir cilt daha eklemeye niyetindeydi, ancak şaheserini bitiremedi. Arghiri Emmanuel ise, Ricardo’nun liberal uluslararası ticaret teorisini eleştiren bir eşitsiz mübadele teorisini Marx’ın değer teorisini temel alarak geliştirdi; böylelikle Marx’ın bitiremediği görevi üstlenenler arasına katıldı.
Emmanuel’in düşüncesinin ana çizgilerini yansıtmayı amaçlayan bu kısa yazıda, onun eşitsiz mübadele teorisine yönelik itirazlarla ilgilenmeyeceğiz; ancak unutulmamalı ki, bunların bir kısmı, özellikle (bütünüyle farklı bir okuldan) E. Mandel’in ve N. Satlıgan’ın ve (aynı okuldan olmakla birlikte) S. Amin’in eleştirileri son derece önemlidir.
Emperyalist dünya sisteminin hiyerarşisinde bulunan ülkelerin ilişkilerinden bahsederken muhtelif kavramlar kullanılır: emperyalist ülkelere merkez ülkeleri, birinci dünya, kuzey veya global kuzey denir; öte yandan yoksul ülkeler de çevre ülke, bağımlı ülke, gelişmekte olan ülke, azgelişmiş ülke, yeni sömürge, üçüncü dünya, güney veya global güney şeklinde isimlendirilir. Her bir kavram, bu ülkelerin belli bir niteliğini vurgulamaktadır, ancak bu makalenin tutarlığını korumak için, söz ettiğimiz kavram setlerinden birisini seçmeliyiz. Emperyalist ilişkiler tahlilinin esas kısmı bağımlılık ve dünya-sistem teorilerinden geldiği için biz burada merkez-çevre kavram setini kullanacağız.
Emmanuel’in teorisinin temel fikri oldukça basit: sermaye ve işgücünün hareketi, bir ülkenin milli ekonomisi (milli, burada sadece devlete gönderme yapıyor, yoksa sınıfların milli olmasıyla ilgisi yok) içinde ve uluslararası düzeyde tamamen farklı bir şekilde işliyor. Sermaye uluslararası ortamda serbest bir şekilde akarken, işgücü milli ekonomiyle sınırlanıyor.
Bu ne demek? Marx’a göre, sermaye hareketliliği uzun vadede ortalama kâr oranının oluşmasını sağlar. Diğer bir deyişle, kâr oranı farklı üretim kollarında eşitleme eğilimi taşır. Örneğin: bir üretim kolundaki kâr oranı azalırsa, sermaye bu koldan daha yüksek kâr oranına sahip olan kola kaçar. Bu, sermayenin sürekli hareketini de koşullar, zira sermaye daima en yüksek kâr oranını arar. Dünya piyasasında sermayenin serbest hareketi de aynı etkiyi yaratır: böylelikle uluslararası mübadelede de ortalama bir kâr oranı ortaya çıkar. Bu şekilde hem milli hem de uluslararası düzeyde ortalama kâr oranı oluşuyor.
Diğer yandan, işgücü de, ülke içinde üretim kolları arasında yer değiştirebilir, ancak uluslararası düzeyde işgücünün serbest dolaşımı mümkün değildir. Milli ekonomi içinde işgücü hareketliliği, tıpkı kâr oranlarında olduğu gibi, ücret seviyesini eşitler, fakat uluslararası düzeyde böyle bir etkide bulunamaz: ücretler her ülkenin tarihi ve sosyal koşullarına bağlı olarak belirlenir.
Tarihi olarak, merkez ülkelerinde sınıf mücadelesinin gelişmişliği, kârın bölüşümüne etki etmeye imkân sağlar; dolayısıyla merkez ülkelerinde ücret seviyesi yüksektir.
Uluslararası mübadelede kâr oranı eşitlenirken ücret farkının korunması, çevre ülkelerden merkez ülkelerine değer aktarılmasının temelini oluşturur.
Eşitsiz değişimin teorik işlevini, aşağıdaki şemayla canlandırabiliriz. Ne var ki öncelikle, kullanacağımız terminolojiyi belirtmeliyiz.
Marksist iktisat teorisine göre sermaye iki bileşenden oluşur: değişmeyen sermaye (makineler, hammadde, vb), ve değişen sermaye (maaşlar). Bizim burada kullanacağımız, Emmanuel’in önerdiği, Marx’ta ortalama kâr oranının gerçekleşmesini gösteren şemadır:
Artık değer oranının yüzde 100 olduğunu kabul edelim. Yani, işçinin ücreti, yaratılan değerin yarısı olur (yaratılan değer: 100, ücret: 50, artık değer: 50).
Bu tabloda eşitlenmiş kâr oranını yaratan sermayenin üretim kolları arasında serbest hareketliliğini esas alıyoruz. A ve B, iki ayrı üretim kolu olmak üzere:
Bu tabloda bir ülkenin milli sınırları içinde gerçekleştiren mübadeleyi görüyoruz. Ancak, A ve B’yi ayrı üretim kolları olarak değil de ücret oranları farklı iki ayrı ülke ele aldığımızda durum değişir. Merkez ülkede (A) ücretlerin, çevre ülkedeki (B) ücretlerden on kat fazla olduğunu kabul edelim (makul bir kabuldür bu); metanın değeri ise dünya piyasasında belirlendiğine göre ilk tabloda olduğu gibi değişmeden kalacaktır (110); bu durumda üretilen değer de değişmeden kaldığına göre artık değer çevre ülkede artar (95):
Sonuç: ücretlerin etkisi ters orantılıdır. Değer (toplam 410) değişmiyor, fakat onun bölüşümü ücretleri yüksek olan ülkenin avantajına değişiyor. Yani, bir ülkenin ücret yükseltmesi mübadeleyi onun avantajına iyileştiriyor; tersine olarak, ücret azaltması da mübadeleyi kötüleştiriyor.
Çıkaracağımız ilk sonuç şudur: emperyalist sömürge sisteminin işlemesi için kapitalizmin ekonomik mekanizmalarından başka bir şey gerekmiyor. Sömürü mekanizmasını tamamlayan bütün diğer unsurlar, bu çerçeve içinde anlam kazanıyor. Çevreden merkeze değer transferi, dünya piyasası aracılığıyla gerçekleşiyor.
İkinci sonuç tarihsel bağlamda önem kazanır. Bu teori, 1970’li yıllarda, emperyalizmin yeni bir aşamaya geçmesini önceleyen petrol krizinden önce geliştirilmişti. O dönemde sanayi üretimi merkez ülkelerinde yoğunlaşmıştı; çevre ülkeleri ise esas itibariyle hammadde ihraç ediyordu. Aynı zamanda tarım ülkeleri olan çevre ülkelerinin gelişimimin sanayileşmeyle gerçekleşebileceği sanılıyordu. Emmanuel’in teorisi bu varsayımın yanlış olduğunu kanıtlıyor.
Tablolarımızda sanayileşmeyi nasıl yansıtabiliriz? Yukarıda ifade edildiği gibi, sermaye iki bileşenden oluşuyor: değişmeyen ve değişen sermaye. Bu iki bileşenin oranı Marksist iktisat teorisinde sermayenin organik bileşimi diye adlandırılır. Değişmeyen sermayenin oranı değişen sermayeden daha yüksek olursa organik bileşim yüksek diyoruz. Değişen sermayenin oranı daha yüksek olduğu takdirde ise organik bileşimin düşük olduğunu söylüyoruz. Örneğin petrokimya sanayii gibi makineleşmiş bir sanayi kolunun organik bileşimi yüksektir; oysa tarımın organik bileşimi düşüktür.
Şimdi, çevre ülkesinin (B) sanayileşme yoluna girmeye başlayacağını, bu yönde bir irade ortaya çıktığını kabul edelim. Bu demektir ki, sermayenin organik bileşimi yükselmeli. Çevre ülkesi ücret düzeyi sabit kalsın (veya, başka bir deyişle, merkez ve çevre ülkeleri arasındaki organik sermaye bileşimleri eşitsizliğini korusun) ve artık değer oranını değişmiyor olsun. (Emmanuel, bunu geniş anlamda eşitsiz mübadele diye niteler. İlk şart aynı kalırken artık değer oranının değişmesi ise dar anlamda eşitsiz mübadeledir. Bu ikinci ve tali durumu, bu özet makalede incelemeyeceğiz.)
Tarih bu teoriyi haklı çıkarmıştır. 1980’li yıllar boyunca, merkez ülkelerinin neoliberal yolu seçmesiyle birlikte üretim süreci çevre ülkelere ihraç edildi ve böylece çevre ülkeleri sanayileştiler. Bu dönem boyunca sanayi üretimi çevre ülkelerinde yoğunlaştı, ancak emperyalist sistemin gövdesinde bir değişiklik olmadı; sanayileşmelerine rağmen bu ülkeler çevre ülkeleri olarak kalmaya devam ediyorlar.Bir kez daha, ücret düzeyi yüksek olan ülkenin sahip olduğu avantaj açıkça karşımıza çıkıyor: 324,36/275,64 > 300/300. 300/300 oranı, eşit mübadele koşullarında üretim fiyatının değere eşit olması gerektiğini gösteriyor.
Karşılaştığımız en çarpıcı sonuç ise üçüncüsüdür: eşitsiz mübadele koşullarında batı ülkelerde devrim mümkün mü? Uluslararası dayanışmadan neleri bekleyebiliriz?
Eşitsiz mübadele teorisine göre ücret, işçinin ürettiği değerle örtüşmeyen sosyal ve tarihsel bir kategoridir. Çevre ülkesinin işçileri merkez ülkesinin işçileriyle aynı alet, süreç, teknoloji vb. kullanarak aynı değeri üretiyorlar, ancak ücretleri, yarattıkları (dünya piyasasında gerçekleşen) değere değil, yerli koşullara uygun. Böylelikle, çevre ülkesinde işgücü fiyatının merkez ülkesindeki işgücü fiyatından daha düşük olmasından ötürü, çevre ülkesinin ürettiği değer merkez ülkesine aktarılıyor. Bununla birlikte, merkez ülkesinin işçi sınıfı, sınıf mücadelesi sayesinde, merkez ülkelerine aktarılan bu değerin, yüksek hayat standardını garantileyen daha büyük bir payını temin etmeyi başarıyor.
Hal böyle olunca, bir merkez ülkesinin işçi sınıfı, bu durumu değiştirmekle ilgilenmiyor. Merkez ülke işçi sınıfı, çevre ülkeden aktarılan değerden daha büyük pay almak için milli sınırları içinde sınıfsal mücadeleyi yoğunlaştırıyor (veya yoğunlaştırabiliyor), ancak ekonomik anlamda gerçek menfaati, eşitsiz mübadele şartlarını muhafaza etmekte, hatta güçlendirmekte yatıyor.
Emmanuel’in dediği gibi: “Demek ki ABD, ABD olmasını, İsveç, İsveç olmasını, diğerlerinin, yani 2 milyar nüfuslu üçüncü dünya yurttaşlarının bir ABD, bir İsveç olmalar��nın imkânsızlığına borçludur.”
Emmanuel’in eserinden bir karşılaştırmayı nakletmeye değer. 1973 yılında ABD’de ortalama ücretler 10.500 dolardı. İstatistiklere göre, 1973 yılında kapitalist dünyanın geliri 2,7 trilyon dolardı. Dünyadaki bütün işçilere ABD’deki ortalama ücreti garantilemek için bu gelirin 11 trilyon dolar olması gerekliydi. Oysa mevcut gelire göre, varsayımsal bir sosyalist dünya devriminden sonra ABD’de ortalama ücretler 2,500 dolara düşecekti. Demek ki, eşitsiz mübadele teorisinin dolaysız siyasi sonucu, gelişmiş ülkeler işçi sınıflarının dünya devriminden çıkarları olmadığıdır.
Bu, aynı zamanda tarihsel bir saptamadır: merkez ülkelerde devrimci eylemler oldu, kimi zaman son derece yükseldi de bunlar; ancak her defasında akamete uğradı ve bütün başarılı devrimler çevre ülkelerde gerçekleşti.
Ancak bir iktisat teorisi sadece iktisat teorisi değildir; Marksist bir iktisat teorisi, eğer iktisat incelemeleriyle yetiniyor ve siyasi mekanizmalara, bunların özgül işleyişlerine ve özgül sonuçlarına yeterince dikkat çekmiyorsa, ekonomizmle malul olma tehlikesi gösterir.
Eşitsiz mübadele teorisinin en zayıf tarafı da, siyasi sonuçlarıdır. Teori, aristokrat niteliği bütün emperyalist ülkeler işçi sınıflarına yayarken, bunların neoliberalizmle birlikte örgütsüzleştirilmesine, yerli ve göçmen işçilerin parçalanarak atomize olmasına ve sınıf yapılarının amorflaşarak yerine kimliklerin konulmasına değinmez. Dahası bu süreç sadece metropol değil sömürge ülkelerde de gözlenir. Neoliberalizm, iktisadi bir zaferden başka ideolojik bir zafer de kazanmıştır. Bu durumda siyaset, sadece iktisadi ilişkilere bakarak tayin edilemez; milli-cinsel-mezhepsel vb. kimlik siyasetinin alt edilerek işçi sınıflarının örgütsel birliğinin sağlanması, şekilsizlikten çıkartılarak sınıf bilincinin ve halk sınıfları ve onların çeşitli kesimlerini, katmanlarını temsil eden sosyalist yapılar arasında dayanışma kültürünün yaratılması, tahkim edilmesi ve pekiştirilmesi, temel görevler haline gelir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.