İkisi de dananın kuyruğunun bir gün kopacağını biliyorlardı. AKP, Cemaat’in yargı ve emniyetin kilit noktalarını kendisinden esirgediğinin farkındaydı. Saray’daki adam, yeni rejimi kurarken, gözü kara dalışlarına yakından tanık olduğu ortağının devlet içinde ikinci bir baş çekmesine izin vermeyecek kadar totaliter bir tabiata sahipti. Nitekim komplo ve darbelerle iktidarı ele geçirmeye yöneldiğini ilk fark eden de o oldu. Aynı alemin insanları birbirlerini iyi tanırlar
20’li, 30’lu yıllarda Avrupalı faşistler kendilerini nasıl görüyorlarsa öyle tanımlar, düşmanlarının adlarının arkasına saklanmazlardı. İkinci Dünya Savaşı’nda toptan yenilip gerçek yüzleri ortaya çıktıktan sonra açıkça sahiplenecek cesaretleri kalmadı; “demokrasi”, “özgürlük” gibi maskeler kullanmaya başladılar.
Bunun farklı bir versiyonu da bizde yaşandı. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin karşı bir darbeyle bastırılmasının adı “demokrasinin zaferi” oldu. Her yıl olduğu gibi bu yıl da “Demokrasi ve Milli Birlik Günü” olarak resmen kutlanacak.
Eğer Gülenciler galip gelseydi 15 Temmuz’u onlar da aynı başlıkla kutlayacaklardı. Her şeyi tersine çeviren muktedirler faşizan darbelere “demokrasi”, kamplara bölünmüş topluma “milli birlik ve beraberlik”, işgale “barış harekâtı” yaftası yapıştırmayı huy edindiler.
İkisinin bir olup kökünü kazıdıkları, sonra da dönüp birbirlerinin kökünü kazımaya kalkıştıkları olmayan “demokrasi”nin nesi kutlanacaksa?
2002’de seçimi kazanan AKP, dışarıda ABD, AB ve Suudilerin, içeride MÜSİAD, TÜSİAD, Gülenciler ve Nakşilerin desteğiyle iktidara geldi. Asli müttefiki Gülen Cemaati, yedek müttefiki ise liberallerdi. Cemaat iktidarın en önemli gayri resmi ortağıydı.
Biri Millî Görüş kökenli bir siyasal parti, öteki dini bir cemaat olarak biliniyordu. İkisine de “dünya lideri” ayarı verildiğini ilk Amerikan kaynaklarından öğrendik. Tarikat kökenleri ve faşizmle mayalanmış siyasi İslamcılıkları ikisini de aynı mecrada birleştirmişti.
AKP, Cemaat’in bürokrasi içindeki elit kadrolarından ve uluslararası tanıtım ağından yararlanacak, iktidara yaslanan Cemaat ise bürokrasi, özellikle baskı aygıtları içerisinde kilit noktalara yerleşme imkânı bulacaktı.
Başlarda hedef devlete yerleşmekti, tek adam devletine daha vakit vardı.
Cemaat’in programlı, tüzüklü bir siyasi parti değil, dar kadrolu, yarı gizli dinsel bir yapılanma olduğunu herkes biliyordu. Bilinmeyen, yasal ve resmi bir statüsü olmadığı halde neden “parti” muamelesi gördüğüydü. Yine de egemen güçler tarafından komünizmin, “bölücülüğün” ve fundamentalizmin panzehri olduğu düşüncesiyle devletin arka kapısından içeri alındığını bilen biliyordu.
Faşizmden aşırma “yeni insan” (“altın nesil”) ve “sosyal ahlak düzeni” yaratma iddiasıyla yola çıkan ‘vatansever’ Fethullah Gülen, hakkında soruşturma (1999) açılınca ABD’ye kaçmıştı.[1] Buna rağmen AKP’li bakanından milletvekiline, köşe yazarından akademisyenine, entelektüelinden iş adamına varıncaya dek geniş bir kesim, “Hocaefendi” diye tapınılan kaçak taşra imamının hayır duasını almak için Kâbe’ye uçar gibi Pensilvanya’ya uçuyor, önünde el pençe divan durup birlikte resim çektiriyordu. CIA ve Türk “derin aklı” Cemaat’i “ılımlı İslam” oyununda joker olarak kullanmayı düşündüğünden olmalı ki, her şey serbestti.
Hıristiyan din adamı Rasputin’in 20. yüzyıl başında Çar ve Çariçe dâhil saray çevresi üzerinde kurduğu nüfuz ile Fethullah Gülen arasında benzerlikler var. Rasputin, Çarlık Rusya’sının yönetiminde öylesine etkindir ki, Çar II. Nikola ve Çariçe, ondan izin almadan bakan veya yüksek devlet memuru bile atayamazlardı. Gerçek bir dolandırıcı, bulaşmadığı rezalet kalmamış dini bütün bir üfürükçü olan Rasputin, derin bir kriz içinde can çekişen Çarlık rejiminin çürüme ve kokuşmasını yansıtıyordu.
Cemaat’in kendi halinde “hayırsever” dini bir topluluk olmayıp, dışarıda ABD ve İsrail, içeride Türk siyaset kurucuları tarafından kollanan nevi şahsına münhasır yarı açık bir örgütlenme olduğu kimse için sır değildi. Türk gericiliği Gülen’in geçmişini geleceğinin teminatı saymaktaydı. Bir imam ve cemaat adamı olmasına rağmen yolu hep aşırı sağın siyasi kuruluşları ve antikomünist figürleriyle kesişmişti: Komünizmle Mücadele Dernekleri, MHP, N. F. Kısakürek vs. vs.
Bunlar bonservis belgesi sayıldı. Malum diktatör, namı diğer “İkinci Atatürk” Kenan Evren, komünizme karşı desteklediklerinin ilk sırasına Gülencileri koymuştu. 1980’den itibaren devlet içinde yuvalanmasına izin verilmesi Yeşil Kuşak stratejisi gereğiydi. Eğitim, medya, bürokrasi ve “iş dünyası”nda etkili bir güç haline gelmesiyse, neoliberal İslamcı Özal zamanında oldu. 1990 sonrasında dershaneler, hastaneler, sivil toplum dernekleri, TUSKON, yurt dışındaki okul ve işletmeler de bunlara eklenince, dışa açılmak ve iş bağlantısı yapmak isteyen sermaye grupları kapısını aşındırmaya başladılar. Sızıntı dergisiyle başlayan serüveni, Işık Evleri, Zaman, Samanyolu TV, vakıflar, sivil toplum kuruluşları ile devam etti.[2]
Hayal edemeyeceği bir hızla büyüyen Cemaat lideri, artık kamuoyunun yakından tanıdığı “Hocaefendi” namıyla maruf saygın bir “kanaat önderi”dir. 1970’lerde çevresinde Nurculuğu bile tartışma konusuyken, yeni dönemde kılıf olarak kullanmak üzere Said Nursi’ye ve Risale-i Nur’a yeniden el atar. Resmî törenlerde, açılışlarda, kongrelerde el üstünde tutulur. Sadece Evren ve Özal tarafından değil, Demirel, Çiller, Yılmaz ve Ecevit tarafından da korunup kollanır. Diyetini 1997’deki askeri müdahaleye ve Ecevit’in başında bulunduğu koalisyon hükümetine destek vererek öder.
En büyük sıçramasını AKP iktidarıyla ortaklık yıllarında yapar. Rasim Ozan Kütahyalı’nın, “o olmasa yeni Türkiye’yi yaratamazdık” demesi, üstyapıdan altyapıya, kültürel kurumlardan spora kadar her yere uzanan ahtapot kollarıyla devlet içinde devlet haline geldiğinin itirafıdır. Erdoğan’ın “Ne istediler de vermedik” sözünün dökümünü eski bakanı Ömer Dinçer şöyle özetler: “2002’den önce kaç valiniz, bakanınız, milletvekiliniz, kaç dersaneniz, kaç ticari kuruluşunuz vardı; şimdi kaç oldu? Tam 15 kat büyüdünüz.”[3]
Devlet içindeki yapılanması olsun Amerikan istihbaratıyla bağları olsun baştan beri biliniyordu. Anti-Batıcı Erbakan’la anlaşamadığından 1999 yılına kadar merkez sağ partileri desteklemekle yetindi. Amerikan ve Yahudi lobileri tarafından uluslararası din adamı diye reklam edildi. Time dergisi “dünyanın en etkili 100 kişisi” arasında gösterdi. ABD ve İngiliz dergileri tarafından yapılan bir listede “dünyanın ilk 100 entelektüeli” (ne entelektüel ama!) arasında sayıldı. Dünyaya bir ağ gibi yayılmış Cemaat okullarının ajan faaliyetlerinde kullanıldığı basında defaatle yazıldı.
Sosyalistler ve kemik ulusalcılar “Hizmet Hareketi”nin ne mal olduğunu sürekli gündeme getirdiler. Devlet kurumları içindeki laik-Kemalist bürokratlar sözlü-yazılı şikayetlerde bulundular. Hakkında soruşturma başlatan Ankara 2 No’lu DGM’nin 31.8.2000 tarihli iddianamesinde “en güçlü ve etkin irticai yapılanma” olduğunu yazdı. Cemaat’in amacının, “Devletin tüm sistemlerinde İslam hükümlerini egemen kılarak teokratik bir İslam diktatörlüğünü kurmak” olduğu, “TSK mensupları arasına” ve “askeri okullara” sızmaya çalıştığı açıkça belirtildi.[4] Yasal kurum ve işletmeleri, gizli örgütlenme ve niyetleri kadar her şeyin delilleriyle ortaya konduğu bu dava 2007’de beraatla sonuçlandı. Böylece AKP iktidarı ve cemaat yargıçları borçlarını ödemiş oldular. Buna rağmen “Hocaefendi” kucağında oturduğu Amerika’yı bırakıp geri dönmedi.
Uzun yıllar kendisini uhrevi bir maskeyle gizleyip olumlu imaj çizmesine sadece dar bir mütedeyyin kesim ve ahmak liberaller inandı. Görünürde İslam devrimini ve siyasal iktidarın fethini bir strateji olarak önermeyen, dini telkinlerle önce bireyleri ve toplumu, sonra devleti ıslah etmeyi hedefleyen bir İslam sivil toplumcusuydu. İslam dini adına yapılan şiddet eylemlerini kınadı; barış, hoşgörü, dinler arası diyalog gibi konularda vaazlar verdi ve bunları organik “Türk Müslümanlığı” adı altında “yerli ve milli” bir paket içinde pazarladı.1990’ların laik-İslamcı, laik milliyetçi-Türkçü milliyetçi kutuplaşmalarında ortada görünerek, “müspet ilimleri” sahiplenerek, giyim kuşam ve ibadette esnek davranarak, müritlerine inandıklarının tersi bir yaşam sürdürerek bütün savaş hilelerini uyguladı.
Gerçekteyse göründüğünün tersine Amerikan güdümlü bir İslam komplocusuydu.
İktidarın resmi sahibiyle çok iyi anlaşıyorlardı, çünkü onun gizli kapaklı yaptığını ortağı mazbatasının verdiği yetkiyle açıktan yapıyordu. Zaten burjuva devleti denilen şey de bu iki yöntemin birleşmesinden oluşuyordu.
Arkasına AKP’yi alarak asker-sivil Kemalist elitin devletten tasfiyesinde koçbaşılık yaptı. Karşılığında boşalan yerleri kendi adamlarıyla doldurdu. “Sızıntı” o raddedeydi ki Eski Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in, o zamanki ikinci Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ve Yaşar Güler’in emir subayları gibi, Cumhurbaşkanının başyaveri de Gülenciydi. Darbe teşebbüsü gecesi Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları bizzat kendi emir subayları tarafından derdest edileceklerdir.
Kumpas, şantaj, bilgi hırsızlığı, suikast gibi yöntemleri Tanrı adına mubah gören, başta ABD ve diğer istihbarat örgütleriyle sıkı ilişkileri olduğu bilinen Gülen’in, Türkiye’de bu denli yükselmesinin “müesses nizam”ın bilgisi dışında olması imkansızdır. Cemaat dini imanı bırakmış para ve politikayla uğraşıyordu. Kendilerini belirli menfaatler karşılığında sağ partilerin seçmen tabanı olmaya ayarlamış öteki cemaatler gibi ucuzcu değildiler.
Teokratik-faşist özellikleri “Hocaefendi”yi iktidarı ele geçirmesi için dürtükleyip duruyordu. Toplumu “yukarıdan aşağı” ve “aşağıdan yukarı” kuşatan AKP’den farkı, devletin baskı aygıtlarında (Emniyet, yargı, ordu) yuvalanmak, tabanı “yukarıdan aşağı” fethetmekti. Eğer Kuran’ı hatim edip duracağına azıcık Gramsci okusaydı, meşruiyet mührünün ve manevi ideolojik-kültürel hegemonya silahının kendisinde değil hasmında olduğunu anlardı.
Sivil ve askeri bürokrasi içindeki ulusalcı-Avrasyacı Kemalistlerin belini alavere dalavere ile kırdıktan sonra iki ortak baş başa kalmışlardı. Ortak düşmanı yenince bu defa birbirlerini düşman görmeye başladılar. İkisi de dananın kuyruğunun bir gün kopacağını biliyorlardı. AKP, Cemaat’in yargı ve emniyetin kilit noktalarını kendisinden esirgediğinin farkındaydı. Saray’daki adam, yeni rejimi kurarken, gözü kara dalışlarına yakından tanık olduğu ortağının devlet içinde ikinci bir baş çekmesine izin vermeyecek kadar totaliter bir tabiata sahipti. Nitekim komplo ve darbelerle iktidarı ele geçirmeye yöneldiğini ilk fark eden de o oldu. Aynı alemin insanları birbirlerini iyi tanırlar.
AKP-Cemaat ilişkileri 17-25 Aralık 2013’ten çok önce bozulmuştu: Mavi Marmara olayında ve Şike Davası’nda ayrı telden çalmışlardı. 8 bin civarında tutuklamanın yapıldığı KCK operasyonları Erdoğan’a rağmen başlatılmıştı. Erdoğan’ın telefonlarının dinlenmesi ve PKK yöneticileriyle görüştüğü gerekçesiyle Hakan Fidan’ın sorgulanmak istenmesi bardağı taşıran son damla oldu.
Söylentilere rağmen yine de bir darbe beklenmiyordu. Oysa öbür dünyadan ziyade bu dünyanın işleriyle uğraşan, Amerikancı, antikomünist, baskı aygıtları içerisinde kilit noktalara yuvalanmış, adı yasa dışı telefon dinleme, montaj kasetlerle şantaj, sahte belge üretimi, iftira, gasp, suikast gibi kirli işlerle anılan radikal ve gizli olmayan bir gizli yapılanmanın rakının şişede durduğu gibi durmayacağı besbelliydi. Rusya ve Özbekistan’daki uzantıları ajanlık faaliyetleri ve Panislamizm, Pantürkizm çalışması nedeniyle yasaklanmışlardı. Piramidin tepesinde Gülen’in bulunduğu asker, polis, yargı, öğretmen, esnaf, semt (vs.) imamlarına dayalı korporatif hiyerarşik yapılanma ne ibadetle ne de ılımlılıkla bağdaşırdı. Madem sivil toplum hareketiydi, eğitim hizmeti veriyordu, devletçi ve statükocuydu, o zaman bunlara ne lüzum vardı?
Demek ki, Gülen’in daha 1995’teki bir söyleşisinde, “Biraz asker ruhluyum”[5] deyip, ardından her ferdini nefer saydığı “Hizmet Hareketi”nde “askeri disiplinin çok önemli olduğunu”[6] söyleten, ruhunun derinliklerine yuva yapmış militarist köpekbalıklarıydı. Şu sözler doğruysa, hedefsiz, konformist bir parasever “Hizmet Hareketi” olması imkânsızdı:
“Mülkiye, adliye, askeriye ve emniyet teşkilatını kan damarlarının içerisine girip işgal edeceksiniz. Hissedildiğiniz anda geriye çekilir gibi yapıp yerinizde zıplayacaksınız. Boşluk bulduğunuz, kuvvet dengesi oluştuğu zaman yürüyeceksiniz.”[7]
Bunları söyleyen “asker ruhlu”, mutlakıyet ve itaat sevdalısı, sorgulanamaz, hep lider kalan, kimlerle ne pazarlık yaptığı bilinmeyen Pennsylvania’daki karargahından emirler yağdıran biridir. Asker savaşmak, silah patlamak içindir.
Çehov kuralının burada da işlediği görülür: Birinci sahnede duvarda asılı duran silah, ilerideki sahnelerden birinde patlayacaktır.
Dipnotlar:
[1] Gülen’in 1997-1999 yılları arasında, hakkında henüz bir soruşturma yokken yaptığı görüşmeler kayda değer: 1997 Eylül’ünde New York Kardinali John O’Conner, kasım ayında Vatikan’ın İstanbul temsilcisi Georges Marovitch’in başkanlık ettiği Süryani heyeti, 1998 Şubat’ında Papa ve İsrail’in Seferat Hahambaşı ile, mart ayında ise Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansınca gönderilen delegasyonla görüşüyor.
[2] Göbekten ulusalcı ve muhkem devletçi Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel daha 2000 yılında düzenlediği iddianamede şu bilgilere yer verdi:
“Grup, yurt sathına yaygın 88 vakıf, 20 dernek, 128 özel okul, 218 şirket, 129 dershane ve yaklaşık 500 öğrenci yurdunun yanı sıra, biri İngilizce olmak üzere 17 yayın organı, ortalama 250 bin tirajlı gazete, TV istasyonu, ulusal düzeyde yayın yapan iki radyo istasyonu, faizsiz finans kurumu ve bir sigorta şirketini denetimi altında bulundurmaktadır.
“Grubun yurtdışında 6 üniversite, 236 lise, 2 ilkokul, 8 yabancı dil ve bilgisayar merkezi, 6 üniversite hazırlık kursu ve 21 öğrenci yurdu da vardır. Gülen, yoğun ve kapsamlı faaliyetlerini yürütebilmek için geniş finans kaynaklarına sahiptir. Bu kaynakları genel olarak bilinmekle birlikte, diğer irticai gruplara oranla mali ilişkilerini büyük bir gizlilik içinde yürütmektedir.” (http://www.milliyet.com.tr/2000/09/01/haber/hab02.html)
[3] Ömer Dinçer, Hürriyet, 01.11.2013
[4] http://arsiv.ntv.com.tr/news/73563.asp
[5] Birikim, Kıvanç Koçak, “Gülen Mutlakiyetçiliği”, S: 282, s. 50
[6] A. g. y.
[7] Aktaran Merdan Yanardağ, Fethullah Gülen Hareketinin Perde Arkası, Siyah-Beyaz, 2007, s.48.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.