21 Temmuz günü alelacele OHAL ilan edildi: OHAL, anayasayı askıya alıp kanun yapma gücü elinden alınmış meclisi büsbütün işlevsizleştiriyor, o günden itibaren ülke Saray merkezli dar bir ekip tarafından KHK’lerle yönetilmeye başlanıyordu. AKP iktidarı bu sayede yalnız Cemaat’in hakkından gelmekle kalmıyor, “terör” kapsamına dahil ettiği toplumsal muhalefeti de hedef alıyordu. Böylece 21 Temmuz darbecilerin ötesine taşarak sol muhalefeti de hedef alan sivil bir darbeye dönüştürüldü. Ardı arkası gelmeyen OHAL, daha ilk haftalarda beli kırılan Cemaatçilerden çok, Kürt ve Türk sollarını hedef aldı
Darbe girişimi 15 Temmuz 2016 gecesi başladı. İslamcı iki fraksiyon arasındaki alışılmadık iç savaş bir gece bile sürmedi. Karanlıkta başladı, karanlık bitmeden sona erdi.
On yıllık dostluk ve iki yıllık kapışmadan sonra “son koz”ların paylaşıldığı kanlı düello, 246 ölüye, 2194 yaralıya mal oldu. Başarıya ulaşsaydı adı “zafer” olacaktı, ulaşmayınca kayda “darbe girişimi” diye geçti.
Kısa sürmesi ne Tayyip Erdoğan’ın çağrısı ne de sokağa dökülenlerin “demokrasi aşkı” marifetiyledir. Sonucu ulusalcı subayların ağırlıklarını iktidardan yana koymaları belirledi.
O zamana kadar kavga devlet aygıtlarında mevzi kazanmak için verildi. Son kavgaysa devletin tümü için. Cemaat Said Nursi, AKP İskenderpaşa Dergahı’na bağlıydı. İkisi de tarikat kökenliydi, ikisi de İslami renkte faşist bir düzen kurmak istiyorlardı. Nihai hamleyi kaybeden cemaat Türkiye’deki her şeyini kaybetti.
Sayısız askeri darbe ve darbe girişimi yaşayan Türkiye, askerin askerle, askerin polis ve sivillerle çatıştığı; bombardıman uçaklarının, helikopterlerin ve tankların kamu binalarını ve sivilleri taradığı böylesini ilk defa görüyordu. Diyanetin ve “tek adam”ın çağrısıyla çoğu AKP taraftarı mutaassıplar salalarla sokaklara döküldüler. İroni sanatlarını icra etmekte olan darbeci askerlerin de tekbir getirmelerindeydi.
Yıllarca her iki taraf da kendilerini “ılımlı” diye pazarlamışlardı. Ama “bir gece ansızın” hiç de öyle olmadıkları görüldü. İslam’ın başına “ılımlı” sıfatı konunca ılımlı olmuyordu. Samir Amin, “bir tarafta vahşi IŞİD, diğer tarafta ‘demokratik olma potansiyeli bulunan’ AKP, Müslüman Kardeşler” türü ayrımlar için, ABD propagandası derken haksız değildi.
Darbe girişimi, kendinden öncekilerden yalnız tuhaflıkları ve benzeşmezlikleriyle değil, bilinmeyenlerinin çokluğuyla da ayrılıyor. Cemaatçi subayların bir ay sonraki YAŞ toplantısında tasfiye edilecekleri için darbeye kalkıştıkları yorumu fazlasıyla naiftir. ABD’nin darbeden habersiz olup dahli bulunmadığıysa ihtimal dışıdır. Tahmini zor olan ne boyutta içinde olduğu ne amaç güttüğüdür.
“Erdoğansız AKP” formülü gereği güvenilmeyen Erdoğan ülkeden kaçmaya mı zorlanmıştı? Yolsuzlukları nedeniyle yargılanıp karizması çizilmek mi istenmişti? Yoksa kaos ortamı yaratılarak iç savaş çıkartılmaya veya ordu güçten düşürülmeye mi çalışılmıştı? Bunlar hala cevap bekleyen sorulardır.
Darbe olasılığı yazılıp çizilmesine rağmen hiçbir önlem alınmamasını anlamak zordur. İktidarın TSK’nin üst kademesiyle birlikte makarayı ters sarması (“kontrollü darbe” hikayesi) iktidar için riskli olmasına rağmen ihtimal dahilindedir.[1] Erdoğan’ın darbe girişimi haberini MİT ve Genelkurmay’dan değil eniştesinden öğrenmesi akla şu iki soruyu getiriyor: Kimin ne iş yaptığının belli olmadığı bu devlet ne biçim bir devlettir ki, iyi planlanmadığı belli bir darbe girişimi karşısında darmadağın olmuştur? Bundan sağlam sanılan AKP iktidarının ne kadar güçsüz ve kırılgan olduğunu, karşısında yıkmaya çalışan ciddi bir güç olmadığı için ayakta durduğu sonucunu çıkarıyoruz. Rusya’nın bile haberdar olduğu darbe girişimini Genelkurmay ve MİT son gün bir ihbarla öğreniyor. “Dünya lideri”nin çağrı yapmak için bir televizyon muhabirinin cep telefonuna muhtaç hale gelmesi yorum gerektirmiyor.
İkinci soruysa Cumhurbaşkanı’nın ve Genelkurmay erkanının etrafı Cemaat’in kriptolarıyla kuşatılmışken, darbenin hedefindeki kişinin yerini Marmaris’te sokaktakilere sorarak öğrenmeye çalışmalarıyla ilgilidir. Normalde bir darbecinin ilk yapması gereken cumhurbaşkanının ve başbakanın enterne edilmesi ve koz olarak kullanılması değil midir? Bunu sıradan insan bile bilir. Demek ki işin içinde başka hesaplar vardı.
Cemaat darbesi başarılı olamazdı, başarısı muhalefete yarardı. Birbirlerine verecekleri her zarar emek cephesinin hanesine yazardı. Toplumsal tabanı olmayan, en güçlü olduğu kadrolaşmada bile devlete hâkim olmaktan uzak Cemaat uzun süre iktidarda kalamazdı. AKP’yi siyasetten silip, tepeden inme yöntemlerle toplumsal tabanının üzerine oturması da mümkün değildi.
Başarısızlığı baş belanın normal şartlarda kolay ulaşamayacağı hedeflere ulaşmasının bahanesi oldu. Darbe girişimi ertesi günden itibaren fırsata çevrildi. Orduda, askeri okullarda, yargıda, emniyette, üniversitelerde, medyada, iş dünyasında yapılan operasyonlarla kuru yaş demeden on binlerce tutuklama ve ihraç gerçekleşti. Orduda, yargıda, emniyette boşalan yerlere AKP-MHP ittifakının adamları dolduruldu. Cemaat medyası ve sermayesi AKP lehine mülksüzleştirildi.
Tayyip Erdoğan, “bu girişim bize Allah’ın bir lütfu” diye boşuna demedi. Her şeyden önce “FETÖ”yü devletten ancak İslamcı bir hükümetin temizleyebileceğini düşünen subayların desteğini arkasına alarak ittifakını çift dikişle yenileme imkânı buldu. Yaklaşık bir yıl önce Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı konuşmada Ergenekon ve öteki davaların suçunu ortağına yükleyip yargılananların dışarı çıkmalarını sağlayarak eski düşmanını dost, eski ortağını düşman yapmıştı. Cemaat’e düşmanlık temelinde aralarındaki ittifakı pekiştirdi.
Muhalif kesimleri etkisizleştirip Kürtlere kurşun yağdırarak başkanlık sisteminin tıkanan yolunu açmak için bundan iyi fırsat bulamazdı.
21 Temmuz günü alelacele olağanüstü hâl ilan edildi: Olağanüstü hal (OHAL), anayasayı askıya alıp kanun yapma gücü elinden alınmış meclisi büsbütün işlevsizleştiriyor, o günden itibaren ülke Saray merkezli dar bir ekip tarafından kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) yönetilmeye başlanıyordu. AKP iktidarı bu sayede yalnız Cemaat’in hakkından gelmekle kalmıyor, “terör” kapsamına dahil ettiği toplumsal muhalefeti de hedef alıyordu. Böylece 21 Temmuz darbecilerin ötesine taşarak sol muhalefeti de hedef alan sivil bir darbeye dönüştürüldü. Ardı arkası gelmeyen OHAL, daha ilk haftalarda beli kırılan Cemaatçilerden çok, Kürt ve Türk sollarını hedef aldı.
21 Temmuz’dan sonra yargı kararı olmadan, üstelik hak arama yolları kapalı yüz binin üzerindeki kamu personeli KHK’larla işten atıldı. OHAL sözde “darbe girişiminde bulunan terör örgütünün tüm unsurlarıyla ve süratle bertaraf edilebilmesi” için ilan edilmişti. Fiiliyattaysa, “Milli tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı belirlenen”ler hedef alınıyordu.
Cemaati her zaman hasım bilmiş Türk ve Kürt soluna mensup yüzlerce dernek, kültür-sanat merkezi, TV, radyo kanalı, gazete ve derginin mal varlıklarına el konulması gerçek niyeti ortaya koyuyordu. Oysa işten atılan kamu emekçilerinin, sol görüşlü öğretim üyelerinin, düşünce, toplanma, örgütlenme ve eylem yasaklarının 15 Temmuz darbe girişimiyle en ufak bir ilgisi olmadığını hükümet herkesten daha iyi biliyordu.
Kürt halkına yönelik baskı ve katliamlara son verilmesini ve Kürt hareketiyle müzakerelerin yeniden başlatılmasını isteyen akademisyenler dahil, üniversitelerin İslamileştirilmesine karşı mücadele eden sosyalist, ilerici öğretim üyelerinin büyük bir kısmı tasfiye ediliyorlardı. AB’ye üye adaylığı ve “Kürt Açılımı” sürecinde verilen kırıntılar bile geri alınıyor, yerine savaş yasaları geçiriliyordu. Gerekçesi çoktan ortadan kalktığı ve sürdürülmesini gerektirecek olağan dışı bir durum olmadığı halde, OHAL her üç ayda bir uzatılarak 12 Eylül’ün bitmez tükenmez sıkıyönetimlerine geri dönülüyordu.
Tayyip Erdoğan’ın “milli birlik” görüntüsü vermek adına düzenlediği (figüran CHP’nin de yardımıyla) “Yenikapı” mitinginin muhalefeti yedeklemeye çalışan bir manevra olduğu daha ilk günden belli oldu. Ordusu, yargısı, emniyeti ile yarı yarıya çökmüş AKP iktidarının meşruiyet ve güç kaybını yeni ittifak ve araçlarla takviyeye ihtiyacı vardı. Bir yandan MHP ve BBP’yi yanına alıyor, öte yandansa kendi yönetimine karşı olan herkesi “terörist örgüt” ve düşman devletlerle birlikte hareket eden iç düşman (“FETÖ’cü”/”PKK’ci”) kategorisine sokuyordu. “Mili irade”ye toz kondurulmazken, Kürt halkının iradesi hiçe sayılarak HDP eş başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları tutuklanıyor, belediyelere kayyum atanıyordu. “Tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatan” sloganının dillerden düşürülmemesi, 1990’ların Kürt düşmanı militarist söylemine geri dönüldüğünü gösteriyordu.
Hayatları boyunca Gülencilerin hedefinde olmuş gazeteciler, aydınlar “FETÖ’cü” diye içeri atılıyor; CHP “FETÖ”cü, HDP “PKK uzantısı” ilan edilerek fiilen siyaset minderinin dışına düşürülüyordu.
En ufak mağduriyetten meşruiyet üreten AKP’nin 15 Temmuz’u unutulmaya terk etmesi düşünülemezdi. Birinci yıldönümünde her yıl kutlanmak üzere, demokrasinin mezar kazıcısı Tayip Erdoğan’ı savunmak adına “Demokrasi Bayramı” ilan edildi. Şaşaalı kutlamalar ve hamasi nutuklarla Çanakkale veya Sakarya ayarında bir “zafer” (“demokrasi destanı”) olarak reklam edildi.
İktidarın böyle bir efsaneye ihtiyacı vardı. Tarihsel hafızaya nakşedilmek üzere 15 Temmuz anısına anıtlar dikildi, Boğaz Köprüsü’nün adı Şehitler Köprüsü olarak değiştirildi, şölen havasında “Demokrasi Nöbetleri” düzenlendi. Ve bunlar tankı egzoz borusuna tişört tıkayarak durduranların, F-16’lara taşla karşı koyanların kahramanlık hikayeleri olarak destanlaştırıldı.
Erdoğan, 15 Temmuz darbe girişiminin birinci yılında yabancı sermayeli yatırımcılara hitaben yaptığı konuşmada hedefinin kim olduğunu açıkladı:
“Olağanüstü hali biz iş dünyamız daha iyi çalışsın diye yapıyoruz. Soruyorum, iş dünyanızda herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız.”[2]
TÜSİAD, MÜSİAD ve diğer sermaye örgütleri AKP iktidarından memnundu. Proletaryayı, Kürt hareketini, ezilenleri ve tüm solu zapturapt altına aldığı sürece mesele yoktu.
Dipnotlar:
[1] DEVA Partisi kurucularından emekli Korgeneral Mehmet Şanver şöyle diyor: “Darbe girişiminin belirtilerini nasıl değerlendirdiler de önlem almadılar çıkıp konuşmalıdır. Bir değerlendirme hatası var. Cumhurbaşkanı ile görüşmek istedim ama kabul görmedi. 15 Temmuz günü Genelkurmay Başkanlığı önemli bir kararla hava sahasını kapatıyor. Ama bundan sorumlu olan benim. Bana haber verilmiyor. Bunu yanlış buluyorum. MİT Müsteşarı ihbarı aldıktan sonra yemeğe gidiyor. Komuta ve yönetimde karanlık noktalar var.” (odatv4.com, 11.07.2020
[2] https://www.evrensel.net/haber/326078/erdogandan-itiraf-ohalle-grevlere-musaade-etmiyoruz
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.