Var olan sistem kendine tehdit gördüğü yaşamları ölümle eşdeğer görür ve onların var oluş mücadeleleriyle ilgilenmez. Bir mülteci akademisyenin annesinin ölümünün ve onun cenaze merasimine gelememesinin bozuk sistem için hiçbir karşılığı yoktur
Felsefeden edebiyata sanattan sosyolojiye ve pek çok diğer disipline kadar bu iki karşıt ama aynı zamanda tamamlayıcı kavram tartışılagelmiştir. Yaşamın yokluğu olan ölüm acı verir. Yapılan tanımlar, araştırmalar, farklı yaklaşımlar, yaşamın ve ölümün neden olduğu acıyı açıklamaya niyetlenemezler bile. Ölümün neden olduğu bu acı, kimi zaman haklı bir öfkeyi beraberinde getirir. Öfke ama kime, neye öfkelenmek? Ölümün sevdiğimizi alıp götürmesine mi? Sevdiğimizin ölümünden önce yanında olamamaya mı? COVID-19’un neden olduğu durum bir yana, siyasi koşulların yarattığı yasal engellerden dolayı sevdiğimizin ölüm merasimine bile katılamamaya mı? Ölüm acı verir. Ölüm kaçınılmaz bir gerçek. Hiçbir zaman hazırlıklı olmasak da bunu hepimiz biliyoruz! Peki ama neden bildiğimiz bir sonuç karşısında bu kadar gözyaşı, üzüntü ve keder! Aslına bakılırsa yaşama da hazırlıklı gelmeyiz. Yaşamın getirdikleri karşısında tam olarak hiçbir zaman hazırlıklı değilizdir. Yaşama hazırlıksız yakalandığımız gibi ölümle de neredeyse hep hazırlıksız karşılaşırız!
Yaşam ancak sevdiklerinizle birlikteyseniz veya değilseniz bile onların güvende olduğunu biliyorsanız, sizin gibi başkalarının da yaşama hakları elinden alınmamışsa anlamlı ve değerlidir. Yaşam sadece nefes almak ve biyolojik varlığı devam ettirmek anlamına gelmez. Onu anlamlı kılan koşullar vardır. Biyolojik varlığın devamının mümkünlüğü dışında kaygılardan arındırılmış yaşam yaşamaya değer bir yaşamdır. Yaşam tat alma duygusuyla çoğu zaman ifade edilir. Yaşamdan tat almak. En basit şekliyle bir kır çiçeğinin, bir gelinciğin yolun kenarında açtığının farkında olmak yani kaygıların yarattığı duygulardan uzak bir farkındalık durumu içinde olmaktır yaşam. Yaşamın bilinci diyebiliriz buna. Bunun tersi durumu ise iş bulma kaygısıyla başın önde düşüncelere dalmış bir şekilde yürürken yolun kenarındaki gelincik çiçeğini fark etmeden geçip gitmektir. Bu durum da yaşamın ne kadar ‘boktan’ olduğu ifadesiyle tanımlanabilir ancak. Yaşamın boktanlığına katkıda bulunanlara lanet okumak ise sözün bittiği yerdir!
Birileri adına acı duymak ve onun yaşadığı acıyı kendi acımızmış gibi hissetmek ve göz yaşlarına boğulmak için o birilerini tanımak gerekmez. Biraz empati duygunuz varsa bu kendiliğinden gelir. Bir arkadaş imzacılardan, o azledilenlerden, insanların yaşama, insanlık, özgürlük haklarının savunucusu olanlardan yani tehlikeli bulunanlardan. Uzakta yaşamak zorunda kalanlardan. Evini, işini, arkadaşlarını, ailesini bırakıp yeni bir yaşama başlamaya mecbur kılınanlardan. Kendisinin olan memleketini bir yabancıymış gibi, kendisinin olan memleketini sanki tek bir adamınmış gibi, kendisinin olan memleketini sanki bir tehlikeymiş gibi terk etmek zorunda bırakılanlardan. Bir gün bir telefon alır ve en sevdiği kişiyi annesini kaybettiğini öğrenir. Uzaktadır ve onu görme şansı çok azdır. Ne COVID ne siyasi engeller buna izin vermiştir. Şimdi ise hayatta kalması için ettiği dualar anlamsız kalmıştır. Belki her gününü annesi için inanmadığı bir şeylere dualar ederek endişe içerisinde geçirmiştir. Belki her gün göz yaşları sel olup akmıştır. Belki her gün çocuğunu emzirirken annesini düşünmeden ve ağlamadan edememiştir. Belki her gün annesini dört duvar ekranda dokunamadan, sarılamadan ve öpemeden doyasıya görmek durumunda kamıştır. Belki şimdi keşke son kez annemi kucaklayabilseydim, öpebilseydim, görebilseydim, dokunabilseydim diye hayıflanıyordur. Bir insanın sevdiği ve değer verdiği birini kaybettiğinde hissettiği bütün duyguları kaçınılmaz bir sızıyla yaşıyordur. Yaşamak şakaya gelmez diyor şair ciddiyetle yaşamak gerek. Ama nasıl? Ciddiyetsizlerin, dalkavukların ve kendi pisliklerinde çırpınırken etrafa bu pisliği saçanların olduğu bir yerde ciddiyeti sağlamak ve akıl tutulmasını engellemek ne kadar mümkün!
Mülteci olmak ve başka bir memlekette yaşamak zorunda bırakılmak kolay bir şey değil! Hayatın tadını almaktan çok ‘boktanlığını’ doğrudan deneyimlersiniz. Her ne kadar misafir ülkede hoş karşılansanız da zorlukları en basitinden dil engeliyle başlar. Buna bir de kendi memleketinizde bıraktığınız sevdiklerinizin yanında olamamak, onlar için kaygılanmak ve bir de ailenizden biri yaşlı ve hasta ise ihtiyacı olduğunda anında orada bulunamamak eklenince durum daha içinden çıkılmaz bir hal alır. Mülteci olmak sürekli bir mücadeleyi gerektirir. Yaşama koşullarının misafir olunan memleketin vatandaşları için engellerle dolu olduğu bir yerde iki kat enerji sarf etmek ve sabırlı olmak gerekir. Bir mücadeleden çıkmadan diğerine hazırlanmak gerek. Koşturmak bu koşuşturma içinde bir de üretmek gerek.
Yaşamı ölüme bu kadar yaklaştıran sistemler -yani otoriter, despotik, şiddet kültürünü destekleyen, aklı hiçe sayanlar- sanıldığı gibi iktidar ile siyaset ilişkisinin sadece biyopolitik olmasıyla açıklanamaz. Beden sistemin yani sömürüye dayalı para sisteminin kendisi tarafından her zaman bir meta olarak görülmüştü zaten. Bir ‘şey’den başka bir anlam ifade etmeyen biyo, iktidar sisteminin merkezinde yer almıştı. Kol ve kafa emeği bu sömürünün yani neoliberal sistemle birlikte güçlü öğesi olmuştu. Biyonun zaten her zaman sömürünün hizmetine o döngünün içerisine farklı yöntemlerle girmesi sağlanmıştı. Yaşamın bir meta olarak algılandığı yerde onun değeri ‘şeyinkinden’ daha fazlası olmayacaktı. Akademisyen mültecilerin varlığı -diğer mültecilerle karşılaştırmaya ve derinlemesine bir incelemeye girilmeyecektir- veya biyosu var olan sistemle yok sayıldığı gibi onların yaşamla olan bağlarının da doğrudan KHK’ler ile -Türkiye açısından- koparılmaya çalışıldığını açıkça gördük. Bu durumda doğru tanımlama daha kapsayıcı ve açıklayıcı olabilecek vitapolitica (yaşampolitikası) olacaktır. Böylesi sistemlerde yaşam ölümle özdeşleşmeye başlar. Bu da kapitalist sistem ve onun siyasi karakteri olabilecek olan otoriter-baskıcı-diktatörce yapıların yaşamın bir bütün olarak tehdidine yol açması anlamına gelir. Bu ‘yaşam’ sadece insanın kendi öz yaşamı veya biyosu değildir ama çevresindeki herkesi ve her şeyi -doğayı, ortamı (kültürel, iş, sağlık, vs.), çevreyi- içeren yaşamın tehdit edilmesine karşılık gelir. Bu bağlamda akademisyen mültecilerin yaşamını, sistem politikaları sistematik olarak ölüme yaklaştırmıştır. Tabiî ki ölüme yaklaştırılan yaşam sadece onlarınkisi olmamakla birlikte bu makalenin konusu onlardır. Bir akademisyenin biyosu kendinden bağımsız olmadığı için yaşam diyorum çünkü bu biyonun tehdit altında olması beraberinde başka biyoların ve ortamların tehdit edilmesi anlamına gelecektir. Var olan sistem kendine tehdit gördüğü yaşamları ölümle eşdeğer görür ve onların var oluş mücadeleleriyle ilgilenmez. Bir mülteci akademisyenin annesinin ölümünün ve onun cenaze merasimine gelememesinin bozuk sistem için hiçbir karşılığı yoktur.
Ölüm ve yaşam diyalektiğinde bu sistemin kendisi de elbette payını alacaktır. Var olan sistemin başındaki biyolar ölümün soğuk lanetini elbette enselerinde hissedeceklerdir, yaşamın tatlı gerçeklerinden biri bu. Yaşam için çırpınışlarda olan bozuk sistemler kendi diyalektik sonlarını kendi elleriyle hazırlarlar. Bize ise ya timsah göz yaşları ya sevinç göz yaşları dökmek kalır!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.