Türkiye’de neo-liberal faşizmin krizi aynı zamanda bir erkeklik krizidir. Kadın düşmanlığı pandemiyle de devam etti. İnfaz yasasıyla salınan katiller tecavüzcüler yetmedi şimdi de çocuk istismarını aklama yasasını yeniden gündeme getirdiler
Pandemide Kadın Kadına Tartışma Buluşmaları sunuşlarımızı paylaşmaya devam ediyoruz.
Normaliniz Batsın başlığı altındaki ilk tartışma, 26 Mayıs Salı günü 90’ın üzerindeki kadının katılımıyla düzenlenen bir zoom toplantısında yapılmıştı. Tartışma başlığının ilk sunuşu, Pandemi öncesi dünyada çoklu krizler başlığını taşıyordu. Dünyada ve Türkiye’de pandemi öncesi krize karşı gelişen 4. Dalga feminizm ve halk isyanlarını konuştuğumuz tartışmanın diğer üç sunumunu ve sunuşlar sonrasında yapılan grup tartışmalarından çıkan ana vurguları da paylaşmaya devam edeceğiz. Şimdi buyrun ikinci sunuşumuza:
İkinci Sunuş : Türkiye’de pandemi öncesi çoklu kriz ve yeni normale uzanan eğilimler (Rüya K.)
Covid-19’un Türkiye’de ilk görüldüğü 11 Mart öncesi nerede kalmıştık hatırlayalım. Tabii biz kadınlar açısından ilk aklımıza gelen 8 Mart eylemleridir. Ama bu bölümde kendimizi değil karşı cepheyi hatırlayacağız. Örneğin Soylu’nun 8 Mart için “İstiklal Caddesi’nde yapamazsınız, onun dışında istediğiniz her yerde yapabilirsiniz” sözünü yaratan koşulları. İstiklal caddesi epey süredir devletin kırmızıçizgisi. Peki, başka hangi kırmızı çizgiler var? Erdoğan eleştirilemez, basın her şeyi yazamaz, sosyal medyada yazdıklarınız yüzünden tutuklanabilirsiniz… Kısacası baskı, zor ve yasaklar epey bir zamandır eski ve yeni biçimleriyle gündemimizde.
Başka neler hatırlıyoruz? Tam o vakitlerde Yunanistan ve Bulgaristan sınırına yığılan mülteciler… Hatta biz de dayanışma amaçlı sınıra gitmiştik. Savaşların ülkemize yığdığı insanlar daha iyi bir yaşam umuduyla gitmek istedikleri Avrupa’ya karşı koz olarak nasıl kullanılıyor biliyoruz hepimiz. Özellikle Suriye savaşından sonra sayıları artan sığınmacılarla ilgili Türkiye’nin şantaj malzemesi yapmak dışında bir politikası yok. Peki, savaş ne durumdaydı? İdlip’te Rusya ve cihatçılar arasında sıkışmış Rusya’nın her dediğini okeylemişti fetihçi Erdoğan.
Biraz daha zorlayalım hafızamızı. Yine herkes hatırlayacaktır. Neredeyse her gün geçim sıkıntısı nedeniyle intiharlar yaşanıyordu. Siyanür kullanarak intihar eden ve ailesini öldüren insanlara tanık olduk. Tam pandemi öncesi artan vergiler, zamlanan temel ihtiyaçlar ve giderek büyüyen işsizlik ekonomi kötü gidiyor demeyi yasaklamaya çalışsalar da çok konuşuluyordu, yaşanıyordu.
Mesela belediyelerle Erdoğan arası gerilimi de herkes hatırlar. Erdoğan yerel seçimlerde kaybetmenin hıncını Kürt belediyelerine kayyum atayarak CHP’li belediyeleri çeşitli şekillerde engelleyerek çıkarmaya çalışıyordu.
Başka örnekler de mutlaka gelecektir aklımıza. Pandemi öncesi normalimizin nasıl olduğunu hepimiz biliyoruz.
Hafızamızı tazelemekte fayda var çünkü biraz düşününce hatırladığımız her şeyin üzerine yenilerinin eklenerek devam ettiğini göreceğiz. En kaba tabirle pandemi öncesi yaşanan her şey devam ediyor ve üzerine yenileri eklenerek hayatımız giderek zorlaşıyor.
Peki, hafızamızı zorladığımızda ve bugün yaşadıklarımızı düşündüğümüzde içimizi daraltan ama emin olun onların da kabusu olan bu koşullar nasıl oluştu?
Buna geçmeden önce tüm bu yaşadıklarımız onların kabusu derken ne kastediyoruz ortak bilincimize çıkaralım. AKP/Erdoğan, elindeki yetki ve devlet gücünü, arkasını yasladığı sermayeyi düşündüğümüzde çok güçlü. Ne var ki bu güç ilelebet iktidarda kalmasını garantilemiyor. Bütün dünyada yaşanan neo-liberal kapitalizmin ve onun temsilcisi iktidarların krizleri Türkiye’de de kendini gösteriyor. Türkiye egemenleri pandemi koşullarına bir dizi krizle girdi. En belirgin olanları ekonomik kriz ve egemen sınıflar içi siyasi kriz olarak görünse de dünyada yaşanan krizlerin birçoğu Türkiye’de de yaşanıyor. Siyasal İslamcılığın krizi, erkeklik krizi, göçmen krizi, uluslararası ilişkilerde kriz gibi görünür ve görünmez olan çoklu kriz koşullarında pandemiyi yaşıyoruz. Ve sistemin ürettiği bu çoklu krizler bizler açısından iktidarı zayıflatacağımız vuruş noktaları.
Adına Cumhurbaşkanlığı Başkanlık sistemi denilen bizim bazen AKP/Erdoğan faşizmi bazen İslamcı faşizm ya da Saray Rejimi dediğimiz sistem, dünyada neo-liberal patriyarkal kapitalizmin yaşadığı kriz ve bu krize yanıt olarak ortaya çıkan neo- liberal faşist iktidarlarla benzer kategoride sayılabilir. Ancak jeo-stratejik konumu, kontrgerilla ilişkileri ve Kürt sorunu Türkiye’deki bu yeni faşist rejime özgün nitelikler katmakta. Dahası Türkiye’de AKP neo-liberalizmin krizi içinde değil onun yükseliş dönemi içinde iktidara geldi. Neo-liberalizmin krizi içinde rejim biçim değiştirdi. Milat olarak 16 Nisan 2017 Anayasa referandumu ve 24 Haziran 2018 seçimlerini alsak da rejimin gelişim seyri açısından çok daha eskiye gitmek gerekiyor. Ne de olsa 2002 yılında bu yana iktidarda oldukları için AKP dışında hükümet görmemiş insanlarla dolu bir ülkedeyiz.
Bu nedenle bu bölümde önce kısaca Türkiye’de rejimin dönüşümü bir başka ifadeyle sömürge tipi faşizmin dönüşümü nasıl bir seyir izledi hatırlayacağız.
2000li yıllar Türkiye’de hem AKP’nin iktidara geldiği hem de neo-liberal politikaların yapısal nitelik kazandığı yıllar. Bu yıllar 2001 ekonomik krizinden IMF’nin kontrolünde politikalarla çıkıldığı ve ilk adımı 90lı yılların başında Özal iktidarıyla atılan neo-liberal politikaların çeşitli yasal düzenlemelerle yerleştirildiği yıllar.
Kabaca bu dönemin özelliklerine bakarsak;
AKP 2007 sonrası hem iktidar olmaya başladı hem de iktidarı sürekli risk altında olduğu için iktidarda kalma yollarını öğrendi. Ancak 2010’dan günümüze kadar gelen dönem hiç doğrusal değil. Özellikle 2010 -2013 arasında AKP politikaları büyük değişim gösteriyor.
2007 yılına gelindiğinde dünyada ekonomik kriz kendini göstermeye başlamış ve Türkiye’de de IMF anlaşmasının yenilenip yenilenmeyeceği gündemdi. Aynı zamanda ordu ve AKP arasında çok sert siyasi gerilimler yaşanıyordu. 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi AKP’nin gücünü ölçebileceği, gösterebileceği bir restleşme zemini üretti. Bu süreç 2010 anayasa referandumuna kadar devam etti.
2008 yılında dünyada yaşanan ekonomik kriz iktidar destekçisi sermaye açısından, Türkiye’ye hem kredi olarak hem de kaynağı bilinmeyen muazzam sermaye girişiyle az hasarlı atlatıldı. Büyük kamu projeleriyle AKP’yle büyüyen sermaye için yeni yatırım alanları açılmaya başlandı. Kürt sorununda “çözüm süreci” olarak bilinen süreç de bu dönem başladı ve bitti. 2009’da başlatılan Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi ve demokratik açılım süreci 2014 yılına kadar çeşitli görüşmelerle ve düzenlemelerle devam etti. Bu dönem aynı zamanda Ortadoğu’da gelişen halk isyanlarını kontrol altına almak için emperyalist müdahalelerin gerçekleştirildiği ve Erdoğan’ın Büyük Ortadoğu projesinin eş başkanı olma planlarının, Davutoğlu’nun stratejik derinliğinin Türkiye’yi adım adım Suriye’deki savaşa doğru çektiği dönem. Kadınlar açısından bir yandan kadın cinayetlerine karşı tepkinin yükseldiği ve bu hareketin ve AB uyum sürecinde çalışan çeşitli kadın STK’larının lobi faaliyetlerinin de etkisiyle 2011 yılında İstanbul Sözleşmesi imzalandığı bir dönem. Öte yandan Erdoğan’ın “kadın ve erkek eşit değildir” sözünü ilk söylediği yıllar. Tarihsel olarak; 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi (Cumhurbaşkanı’nı ilk defa halkın seçmesi) ve Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla devam eden devlet içi krizin 2010 anayasa referandumuyla AKP-Cemaat ittifakının devlet içinde özellikle yargıda güç kazandığı bir süreç olarak yaşandı. 2010 anayasa referandumu aynı zamanda sermaye programına anayasal nitelik kazandıran ve sermaye projelerinin önündeki engelleri kaldıran doğa ve halk düşmanı bir referandum olarak tarihe geçti. Bu dönem liberallerin 12 Eylül’le hesaplaşılıyor diyerek referandum da verdiği “yetmez ama evet” oyu ve HDP’nin (o zaman BDP) çözüm süreciyle paralel giden boykot tutumu halen çok konuşulur. Çünkü rejimin karakteri açısından 2010 anayasa referandumu önemli bir eşiktir.
Tüm bu yükseliş trendi AKP iktidarı için doğrusal ve pürüzsüz olmadı. 2013 yılına gediğimizde bir dizi kriz kendini daha belirgin şekilde göstermeye başlamıştı. Hem ekonomi politikaları hem rejim içi kriz hem de yönetme kapasitesi açısından Erdoğan için 2013 sonrası işler ters gitmeye başladı.
Tüm bunlar yani artık sermayenin tamamını değil kendisiyle büyüyen sermaye gruplarına ve uluslararası sermayeyle iç içe geçmiş büyük sermayeye yaslanma ve ekonomik olarak daralma dönemlerinin başlaması, cemaat – AKP arası kurulan ittifakın çatırdaması ve giderek artan toplumsal hoşnutsuzluklar Erdoğan’ı yeni bir yönetme biçimi aramaya itti.
İşte kaba bir tarihlendirmeyle 2013’le başlayan (Babacan geçenlerde yaptığı reklam niteliğindeki mülakatında Gezi’yi milat olarak vermiş) süreç, 2015 yılı 7 Haziran seçimlerinde tek başına iktidar olamayınca seçimlerin iptal edilmesi ve 1 Kasım’da yeniden tekrarlanması. İki seçim arasında Suruç ve 10 Ekim katliamlarıyla toplumun baskı altına alınması, 1 Kasım’da AKP tek başına iktidar olsa da iktidar içi krizin devam etmesi ve 15 Temmuz darbe girişimine uzanan süreci yarattı. 15 Temmuz Erdoğan’ın deyişiyle “Allah’ın lütfu”, rejim açısından bir dönüm noktası oldu.
Bundan sonrası çoğumuzun birebir de yaşadığı yeni rejim için hızla yapılan 16 Nisan 2017 başkanlık referandumu ve erkene alınan 24 Haziran 2018 cumhurbaşkanlığı seçimiyle bir yol kazasına mahal vermeden yeni rejimin yerli yerine oturtulması.
Hızlı bir özetle geçtiğimiz bu dönem içerisinde her biri tek tek ele alınması gereken bir sürü dönüşüm ve olay yaşandı. Türkiye’de rejimin dönüşümünü inceleyecek hayli uzun bir çalışma ile hakkı verilebilecek bir dönemden söz ediyoruz. Öte yandan bugün birçoğumuz açısından yaşayarak deneyimlenen bir süreç de aynı zamanda.
Bütün bu tarihi neden anlattık? Türkiye’de rejim dönüşümü bütün dünyada açığa çıkan neo-liberal faşist iktidarlarla benzer süreçlerde gerçekleşti. Ancak bu sürecin 2000’li yıllara kadar dayanan bir geçmişi var ve Erdoğan bu süreçte krizleri yönetme konusunda çok deneyim kazandı.
Yine de bu yönetme becerisi Erdoğan açısından iktidarı dikensiz gül bahçesi haline getirmiyor. Bu rejim tüm yetkinin tek elde toplandığı, sermayenin en gerici unsurlarına dayanan, egemen sınıfların çatışmalı birliğini sağlayan, baskı zor ve yalan mekanizmalarının hayati olduğu, sandık meşruiyetine mecbur, fetihçi, kadın ve lgbti+ düşmanlığını, dinci gericiliği ve Kürt düşmanlığını üç temel saç ayağı haline getiren bir rejim. Ama bu yeni rejimin nitelikleri aynı zamanda kriz odaklarını da oluşturuyor.
Ekonomik kriz, yönetme krizi, toplumsal kriz, erkeklik krizi, İslamcılığın krizi, hegemonya krizi, Suriye krizi, bugün pandemiyle görünürleşen sağlık krizi ve daha piyasaya açılan daha birçok kamusal alanda görülen krizler… Şimdi biraz da bu krizlerden bazılarına ve bugüne uzanışlarına bakalım.
Burada anlatmaya çalıştığımız birkaç örnek bile pandemi öncesi yaşananların pandemiyle beraber üzerine yeni sorunlar eklenerek devam ettiğini gösteriyor. Salgın saray rejimi açısından bir fırsata dönüştürüldü. Halkın, doğanın, kadınların, emeğin üzerindeki baskı ve sömürü arttı.
Peki, pandemi sürecinde AKP yönetebilme kapasitesini nelerin üzerine kurdu? Rejim açısından hangi araçlar hangi yöntemler öne çıktı? Bu soruyu özellikle odalara gittiğimde tartışalım.
Bu soruyu hem saray rejimini oluşturan ittifak açısından hem de halk açısından yanıtlamaya çalışırsak“yeni normal” denilen süreçte egemenlerin hangi yoldan gideceğini anlamamız kolaylaşacaktır. Çünkü “eski normal”, “pandemi yönetimi” ve “yeni normal” kesinlikle süreklilik arz ediyor. Ve bu dönemin krizlerin altında ezilen emeğin ilk fırsat bulduğunda başını kaldırdığını sadece dünyadan değil ülkemizden de biliyoruz.
Kaynak: kadinsavunmasi.org
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.