Sınıf-kimlik karşıtlığı yerine, sınıf mücadelesiyle, ezilen kimliklerin kavgasını, taleplerini samimi dostlar hâline getirmek sanırım ilk iş. “Vay bunlar eskiden bizim işlerimizdi” demekle yürünecek yol, ortaklaşılacak zemin kalmamıştır
George Floyd’un polis şiddetiyle katledilmesi, canavarın kalbi ABD’yi baştan başa kasıp kavuran, ırkçılık, adaletsizlik karşıtı geniş katılımlı ayaklanmalara yol açtı. Uzun zamandır küresel salgın dışında iki çift kelâmın edilemediği dünyada “yeni normal”in perdesinin bir isyanla açılmış olması ezilenler açısından umut verici, kâinatın efendileri içinse moral bozucu bir gelişme elbet.
Dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleşen bir isyan, direniş, sadece o yeri ilgilendiren, etkileyen bir mesele olarak kalmaz. Hele ki dünyanın bu kadar küçülmüş olduğu bir zaman diliminde ve dahası isyanın patladığı ülke Amerika’ysa.
Doğal olarak, ABD’deki “Siyah öfke” de tüm dünya çapında kendine taraftarlar ve düşmanlar edindi. Fakat, isyanın düşmanlarında bir yaklaşım ortaklığı görülürken, “Siyah öfke”ye esastan dost olanlarda bir kafa karışıklığı ve ayrışma görülüyor.
Ki bu her zaman her isyan gündeminde çeşitli zeminler üzerinden böyle olmuştur. Bu biraz da sağ ve sol ideolojilerin mizacı gereğidir. Daha derin düşünmek, analiz, kılı kırk yarmak, şüphecilik solun kodlarında mevcuttur. Bu vaziyet, temelde menfi bir şey olmasa da fazla abartı, ifrat-tefrit belası gibi durumlarda sapmalar kaçınılmaz olmaktadır.
Öte yandan son birkaç on yıllık süreçte solun zayıflaması, Marksist-Leninist dünya görüşünün itibar kaybı ayaklanmalara yönelik yaklaşımda eğri büğrü teori ve pratikleri çoğalttı.
Kapitalizmin mevcut krizinin pandemiyle beraber daha da derinleştiği, faşizme, otoriterliğe yönelimin yükseldiği, temel insan haklarına saldırıların “modern” Batı’da da daha azgın bir hâl aldığı bir iklimde yeni ayaklanmaların, sosyal patlamaların kapıda olduğunu bu sitedeki son iki yazımda belirtmiştim. Kaldı ki zaten bir sürekli krizler ve çoğu patlayıp sönen ayaklanmalar dönemindeydik.
Bu nicelikli ayaklanmaların nitelikleri birbirinden farklıdır fakat hemen hepsinin ortak bir özelliği var: İsyanlarda örgütlü bir sosyalist hareketin öncülüğünün olmaması ya da mevcutsa da zayıf olması yahut ayaklanmaların sosyalizmle hiçbir ilişiğinin olmayışı.
Bunlardan birini ülkemizde de gerçekleştirdiğimiz için hem mutlu hem de hüzünlüyüz: Gezi. Gezi’nin Amerika’daki son isyan dalgası dâhil bir yığın isyana da ilham olması Türkiye sosyalist, devrimci hareketi için şüphesiz bir gurur kaynağı.
Gezi’den önce Türkiye’de tek adam yönetimine karşı birikmiş bir öfke zaten demlenmekteydi fakat ayaklanmanın patladığı saati de ulaştığı boyutu da dost da düşman da öngörememişti.
Gezi çok bileşenli ve “çok daha iyi zamanlar”da dahi benzeri görülmemiş bir ülkesellikte bir isyan ve direnişti. Bu çok bileşenli olma, öncü yoksunluğu, hedef bulanıklığı karakterinden ötürü isyanın zaafları da elbette vardı. Ki yekpare, sağlam öncülü ayaklanmalarda da sapmalar, zaaflar olasıdır. Malzeme insandır zira.
Ancak Gezi’nin bu denli etkili ve uzun süreli olmasında Türkiye’de, yanıbaşındaki Avrupa’nın ya da dünyanın çoğu yerinin aksine hâlâ güçlü bir devrimci damar, yeri gelince ortaya çıkabilen devrimci dinamizm potansiyelinin var olmasının itkisi olmuştur. Türkiye solunu sık sık zayıflıklarıyla eleştirmek kolay, yaygın, çoğu kez de haklıdır ama bunu da görmek lâzım.
Neticede Gezi’nin o büyük potansiyeli kendi bulanıklığı sayesinde sandıklara büküldü ve sandıkta yenilgi aldı. Sonrasında 7 Haziran 2015 Gezi’nin bir “sandık zaferi” olarak görülebilirse de devletin 1 Kasım’a sürüklediği devinimli, sarsıcı süreç bizi bu tam kuşatılmış hâle getirip bıraktı. Son yerel seçimde AKP’nin bir hayli geriletilmesi iktidarda başta bir nispî hegemonya zafiyeti yaratsa da AKP kısa sürede, ürkek muhalefetin de katkısıyla kudretini toparlamayı becerdi. Pandemi sürecinin de buna katkısı olduğu şüphesiz ama elbette şimdilik…
(Buraya AKP’nin “alt emperyalist” hedeflerinde de -özellikle Libya’da- pek beklenmese de şu an başarılı sayılabilecek bir konumda olduğu gerçeğini de mühim bir “tik” olarak ekleyelim.)
Görkemli bir ayaklanma olan Gezi’den buraya geldik. Yani Gezi de tıpkı dünyadaki çoğu ayaklanma gibi patlayıp sönen, geriye hemen hiçbir şey bırakmamış, öncülük sorunu ve hedef bulanıklığıyla malûl bir isyandı.
Günümüzün sol açısından ciddi problemlerinden de biri olan, ayaklanmaların sosyalistler açısından şöyle gönül rahatlığıyla sahiplenilmesindeki problem Gezi için söz konusu olmasa da birçok isyan için geçerli bir durum.
Kimileri adalet arayışıyla hiçbir ilgisi olmayan kitle hareketlerini sahiplenmekte bir beis görmezken, kimi de her isyanda armudun sapı, üzümün çöpü diyerek isyanın gerçekleriyle, kitlelerle arasına mesafe koymaktadır. Kimisiyse ülkesinde Kürde, kadına, devrimciye yapılan adaletsizliklere ses çıkarmaz da başka ülkelerdeki adaletsizliklere karşı gelişen isyanlara kalpli gözlerle bakar.
İsyan korkutur!.. Sadece düşmanı değil, bazı “dost”ları da. Örneklerini çok gördük, görüyoruz ve göreceğiz. Zira kafa konforu ve fizikî konfor, bazıları için her şeyden daha değerli olabilmektedir. Dünyadaki temel çelişki onların biricik varlıklarıyla geri kalan her şey arasındadır.
Hâlbuki, büyük kitlelerin harekete geçtiği her anda birtakım sapmalar, zaaflar olacaktır. “İdeal” bir hareket arayan oturup kendi hayalini anlatan bir şiir ya da roman yazabilir ama gerçek hayat böyle değil. Bir hareketi, isyanı değerlendirirken o oluşun esasına, temel karakterine bakıp söz söylemek gerekir. Bu temel olumluysa ne âlâ. Varsa- sapmalar, zaaflar, bunlar sadece birer ayrıntıdır. Ayrıca mezkûr gündeme dair “sapma” diye nitelendirilen çoğu şeyin de sapma filan değil esas olduğu açıktır.
Şiddet, ezilenlerin hakkıdır, öz savunma olarak da karşı saldırı olarak da. Önden mösyö burjuvazi ya da “mösyö Beyaz” buyurmuştur. Bu şiddet pratiğinde eğer ki hedef şaşırma, hedef ayırmama varsa, bu da elbette ayrı konu -neyin doğru hedef, neyin yanlış olduğu hususu da devrimci şiddet klasöründeki bir başka tartışmalı başlık.
Bitirirken, içinde bulunduğumuz bu ayaklanmalar ve karmaşalar (ya da kafa karışıkları) çağında düşman kendine sürekli yeni zırhlar edinirken, bizim elimizdeki kör bıçaklarla bir şey elde edemeyeceğimizi de söyleyelim. Yeni zaman, sosyalist hareketi yenilenmeye çağırıyor. “Yeni”nin peşinde olanların “yeni” kelimesinden bu denli “korkar” hâle gelmesi anlaşılabilir değil. Kitlelerden ne koparak ne de kitlelerin peşine gözü kapalı takılarak kitleselleşmek, “kendi sandalye”sinin çekiciliğini yeniden kazanarak büyümek bir görev.
Sınıf-kimlik karşıtlığı yerine, sınıf mücadelesiyle, ezilen kimliklerin kavgasını, taleplerini samimi dostlar hâline getirmekse sanırım ilk iş. “Vay bunlar eskiden bizim işlerimizdi” demekle yürünecek yol, ortaklaşılacak zemin kalmamıştır. Eğer kimlik hareketlerinin liberalizm, milliyetçilik gibi etki merkezlerinden uzaklaştırma arzusu varsa müdahale, irade bu yönde konulmalı.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.