Türkiye sosyalist hareketinin işçi sınıfı var mıdır, yok mudur sorusuna güçlü bir yanıt olmuştur 15-16 Haziran başkaldırısı. Sınıfın varlığını göstererek bir sorunu çözmüştür. Ne var ki bu görkemli başkaldırı ve varlığını gösteren hareket aynı zamanda bir zirve olmuş, ardından bir düşüşün korkusu ve kaygısı olmuştur…
Tarihsel olayları/olguları yerli yerine oturtup, ders çıkarmak, bir fetişe dönüştürmeden öğretici olsa gerek. Kuşkusuz, yine fetişleştirmeden anlamak da… 50. yılını andığımız 15-16 Haziran başkaldırısı böyle. İşçi sınıfı adına. İşçi sınıfının bir parçası olan kamu emekçilerinin 25. yılında anmamız gereken 16-17 Haziran’ı da öyle. Önce 15-16 Haziran.
Kabaca, eksik soyutlama olsa da 1930-1950 dönemi işçileşmede biraz inat edinilen, vergi ödemek ve çay, şeker, tuz, gaz edinmek için de bir gelire ihtiyaç duyulan dönemdir. Bu nedenle köylerden kentlere geçici işçi olarak gelinir, “köylü-işçi” olarak çalışılır, sonra ilk fırsatta köye dönülür.
1950’li yıllarda kalıcı olmak kaygısı olmasa da kentlere yerleşilir gecekondularda. Yarı köylü, yarı kentli, yarı da işçi olarak hayata dahil olunur, işçileşilir. 1960’lı yıllar artık kentte kalıcılaşma yıllarıdır. Kuşkusuz kentlileşme gereği beklentiler de değişir. Çocukların eğitimi, kentin gerektirdiği harcamalar… Elbette bu da gelirin artırılması demektir. Türkiye’de sanayileşme ve kentleşme politikasına uygun olarak bu çağrı da bulunur. Zira bir sanayileşme politikası vardır, üretici kadar tüketici arayışı da.
Nitekim sanayileşme sürecine damgasını vuran 1960’lı yıllar ve izleyen dönemde, temel olarak dayanıklı tüketim malları üretiminde yoğunlaşan ithal ikameci sanayileşme stratejisi, nihai ürün ithalatının yasaklanarak ithal edilen girdi ve ara mallarının ülke içinde montajı şeklinde ortaya çıkar. Bu süreci belirleyen üç temel gelişme vardır. İlki, iç pazara üretim yapan sektörün gelişmesini hızlandıran sosyo-politik yapı ve bölüşüm ilişkileri, ikincisi ekonominin dünya kapitalist ekonomisiyle bütünleşmesinin bir örneği olan yabancı sermayeli firmaların montaj sanayiindeki ağırlıkları ve son olarak dayanıklı tüketim malları sektörün küçük ölçekli üretim yapısını, göreli yüksek ürün fiyatı ve üretim maliyetini şekillendiren faktörlerden biri olan korumacı dış ticaret rejimidir.
Bu sürecin gereği olarak,1963-1970 döneminde 100-499 işçi çalıştıran özel kesim imalat sanayi işletme sayısı iki kat artarak 265’ten 517’ye, çalıştırdığı işçi sayısı da 51 bin 600’den 109 bine yükselmiştir. 500-999 işçi çalıştıran işletme sayısı ise 31’den 68’e, çalıştırdığı işçi sayısı ise 22 bin 900’den 47 bine yükselmiştir. 1000 ve daha fazla işçi çalıştıran işletme sayısı ise 20’den 36’ya, çalıştırdığı işçi sayısı da 32 binden 58 bine yükselmiştir.[1]
Ancak, dışarıya bağımlı bu montaj sanayiinde, yani imalat sanayiinde her mal için ödenen 100 liranın 38 lirasını döviz olarak dışarıya ödemek gerekiyordu. İthal ikameci birikim modelinde (İİBM) uygulanan korumacılık önlemleri, iç pazarda yüksek kârlar sağlayan özel sektörü, verimlilik, etkinlik ve teknolojik gelişmeler gibi rekabeti arttırıcı stratejilerden uzaklaştırırken, iç pazar için üretim yapan ve ihracata yönelmeyen bir sanayi yapısını ortaya çıkardı. Sermaye birikimi ve kâr oranları için başlangıçta uygun ortam sağlayan bu durum uzun sürmemiş, daha sonra sermaye birikimini genişletecek ve yeniden üretimini sağlayacak kâr oranları 1960’ların sonunda düşme eğilimi içine girmişken, işgücü verimliliği krizi de derinleşmiştir.
1960’lı yıllarda özel kesim imalat sanayiinde mark-up oranı ortalaması yüzde 28 civarında iken kamu kesimi mark-up oranı özel kesimin iki katından fazla bir düzeyde seyretmektedir.[2] Bu durum, tekelci bir yapıya ve büyük ölçeğe sahip kamu kesiminin kar marjını daha yüksek tuttuğunu göstermektedir. 1960’lı yıllarda özel kesimde ücretin katma değere oranı yaklaşık yüzde 33 iken, bu oran kar marjı daha yüksek olan kamu kesiminde özel kesime göre daha düşük olup yüzde 25 civarındadır.[3] Kuşkusuz bu durum kamu kesiminin çalışanlara çok yüksek ücret verdiği yönündeki söylemi doğrulamamaktadır. Üstelik Adalet Partisi’nin tek başına iktidar olduğu bir dönemde mark-up oranları kamuda hızla yükselirken, ücretin katma değere oranı ise hızla düşmüştür. Bu dönem işçi sınıfının örgütlü olarak toplu pazarlık ve grev hakkına sahip olması, 1967 yılında DİSK’in kurulması nedeniyle bu veriler bakımında işçi hareketi ve sınıf mücadelesi açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Kamu kesiminde örgütlü olan Türk-İş, kamuda mark-up oranlarının yükselmesine rağmen ücretleri artırmada etkili olamadığı için ücretlerin katma değer içindeki payı sürekli düşmüştür.[4] Sendikal örgütlenme düzeyinin yüksek olduğu, partiler üstü ve işyeri sendikacılığının benimsendiği, Amerikan sendikacılığı eğitiminden geçmiş sendika yöneticilerinin egemenliğinin olduğu kamu kesiminde kârlılığın artması ve ücretlerin katma değer içindeki payının düşmesi bu alanda keskin bir sınıf mücadelesinin de yaşanmadığını göstermektedir. Bu dönemin her dört grevinden biri kamuda gerçekleşmişken, greve katılan işçilerin yarısından fazlasını kamu kesimi işçileri oluşturmaktadır. Grevlerde kaybolan işgününün ise yaklaşık üçte biri kamu kesiminde yaşanmıştır. Kamu kesiminde ortalama grev süresi 15 gün iken, bu süre özel kesim de 41 gündür.
1963 yılında 274 sayılı Sendikalar Kanunu (SK) ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu (TİSGLK) ile “özgür” ve “güçlü” sendikacılık açısından yasal düzenlemeler ile donatılan sendikacılık hızla gelişirken, dağınıklığı bu dönem de sürmüştür.[5] Bu dağınık yapısıyla, sendikalar az sayıda üyeye sahip çok sayıda fakat küçük ve güçsüz sendikalar olma özelliklerini devam ettirmektedirler. Hem Türk-İş hem de DİSK bütün işkollarında “Türkiye tipi” denilen işkolu sendikalarının kurulması için önemli çabalar sarf etmesine rağmen, bunda istedikleri düzeyde bir başarı sağlayamamışlardır. Bu dağınıklığın yanı sıra, dönem boyunca işçileri örgütlemede kayda değer bir ilerleme de sağlanamamıştır. 1963 yılında, sigortalı işçilere göre sendikalaşma oranı yüzde 62,8, iken, bu oranlar 1970 yılında yüzde 62,4 olarak gerçekleşmiştir.
Üyelik açısından önemli bir gelişme gösteremeyen sendikal hareket, bir önceki döneme göre çok elverişli koşullara sahip olmasına rağmen, sendikal politikalar açısından da başarılı bir sınav verememiştir. 1950-1960 dönemini, siyasal iktidarın baskısı altında geçiren, yöneticilerini iktidara göre belirlemeye özen gösteren Türk-İş, askeri müdahaleden hemen sonra, yeni dönemle uyumlu bir yönetim yapısı oluşturmuş, 27 Mayıs’ın önderleriyle yakın ilişkiler içine girmiştir. Böylece, Türk-İş, geleneksel “devlet sendikacılığını/iktidar sendikacılığını” sürdürme olanağını kaybetmemiş, devletin denetimi ve gözetiminde korporatist ilişkileri sürdürerek sendikal faaliyetlerine devam etmiştir.
Toplu pazarlık ve grev hakkı ile donatılmış bu yeni dönemin sendikacılığında 1960’lı yılların ikinci yarısında önemli gelişmeler oldu. Sendikalı işçi sayısının hızla arttığı[6] bu dönemde, 1967 yılında, Türk-İş’ten ayrılmak zorunda bırakılan[7], özel sektörde örgütlenmiş olan Maden-İş, Lastik-İş ve Basın-İş sendikaları, Gıda-İş ve Türk Maden-İş sendikaları ile birlikte Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu (DİSK) kurdular.[8] Türk-İş’ten ayrılan sendikalara 40 bin işçi üyeydi. DİSK, verdiği mücadele ile işçilerin akımına uğrayarak, hızla büyüdü.[9] Sosyalist hareketin oldukça canlı olduğu ve hızla geliştiği bu dönemde DİSK’in bu gelişimi sürpriz sayılmamalıdır.[10] Asıl sürpriz, DİSK’in 1970’li yıllar boyunca sosyalist hareketten uzaklaşarak, CHP’ye yönelmesidir.[11]
Sendikacılık ve sendikal hareket açısından, 1960-1970 döneminde izlenen ithal ikameci tüketimi malları üreten sanayileşme politikası oldukça elverişli olanaklar sunmaktaydı. Tüketim malları üreten sektörlerin üretimini artırabilmek, iç pazar ihtiyacını karşılayabilmek için ücret ödemelerini de artırmak gerekiyordu. Kuşkusuz bir ekonomide, ücret hem maliyet unsuru olarak hem de talep unsuru olarak, önemli bir bölüşüm aracıdır. Bu nedenle, ücreti maliyet unsuru veya talep unsuru kabul eden farklı iktisat politikalarının sendikacılığa ve sendikal harekete yansımaları, sonuçları da farklı olmaktadır. Türkiye’de ücretler 1970’li yılların ikinci yarısına kadar iç pazara yönelik üretim yapan sektörlerde bir maliyet unsuru olmaktan çok, bir talep unsuru olarak değerlendirilmiştir. Öyle olduğu için de bu sektörlerdeki sendikacılık ile dış pazarlara yönelik üretimin yapıldığı ve ücretin bir maliyet unsuru olarak kabul edildiği sektörlerdeki sendikacılık farklı özellikler taşımıştır.
1967 yılında kurulan DİSK, özel sektörde örgütlenmiş bir sendika olarak, kamu kesiminde örgütlü olan ve “rahat” sendikacılık sürdüren hükümet-sendika işbirliği içindeki korporatist sendikacılığı zorlamaya başlamıştır. Üç yıllık geçmişine rağmen, 1970 yılına gelindiğinde önemli bir sendikal rekabete yol açmış, sendikal tutumu ile Türk-İş’e bağlı sendikaların politikalarını da sorgulatır olmuştur. Ama daha önemlisi üç yıl içinde boş olan özel sektörde örgütlenerek, ihmal edilmeyecek, işçilerin gözlerinden kaçmayacak kazanımlarda elde etmiştir.
Artık biraz kentlileşmiş, bu çerçevede tüketim kalıpları genişlemiş, harcamaları artmış işçiler için bir gelir artırıcı sendikal faaliyet olan DİSK dikkatleri çekmeye başlamıştır. Kamu sektöründe örgütlü olan Türk-İş kadar özel sektör için de DİSK tehlikeli bir sendika olmaya başlamıştır. O zaman işlevsiz kılınması gerekmektedir. Sermaye cephesi, sınıfsal refleksi ile hızla DİSK’i etkisiz kılmak için harekete geçmiş ve bir yasal düzenleme gereği duymuştur.
Bu yasal düzenleme sadece DİSK’i değil, onun kazanımlarından dolaylı olarak etkilenen Türk-İş’e bağlı sendikaların üyelerini de etkilemiştir. Bu nedenle 15-16 Haziran başkaldırısına katılımlarına neden olmuştur.
Türkiye sosyalist hareketinin işçi sınıfı var mıdır, yok mudur sorusuna güçlü bir yanıt olmuştur 15-16 Haziran başkaldırısı. Sınıfın varlığını göstererek bir sorunu çözmüştür.
Ne var ki bu görkemli başkaldırı ve varlığını gösteren hareket aynı zamanda bir zirve olmuş, ardından bir düşüşün korkusu ve kaygısı olmuştur… Oysa bir büyük başkaldırı olarak hep anımsanması gereken, yenilenmesi gereken bir eylemdir.
Neden böyle olmuştur? Bu da bir sonraki yazının konusu olsun…
Dipnotlar:
[1] Yüksel Akkaya, “Türkiye’de İşçi Sınıfı ve Sendikacılık II”, Praksis, Sayı,6, 2002.
[2] Mark-up, sabit maliyetleri ve net bir kâr marjını karşılamak için ortalama değişen maliyetler üzerine satıcıların eklediği fiyatın oranıdır. Mark-up verileri için bkz. Metnin sonundaki Tablo 1.
[3] Ücret/katma değer oranları için metnin sonundaki Tablo 1’e bakılabilir.
[4] İşçi ücretleri açısından kamu ve özel kesim karşılaştırıldığında kamu kesiminin ücretlerinin yüksek olduğu görülmektedir. Ancak, gerek mark-up oranı, gerek ücretlerin katma değer içindeki payı, kamu kesiminde örgütlü olan Türk-İş’in ücretlerini daha da yükseltme olanağının bulunduğu bu kesimde bu türden bir mücadeleyi vermediğini, ya da verdiği mücadelenin yetersiz olduğunu göstermektedir.
[5] 1960 yılında 432 olan sendika sayısı, 1967 yılında 798’e yükseldikten sonra 1971 yılında 631’e düşmüş, ancak daha sonra tekrar artarak 1980 yılında 733’e yükselmiştir. 1967 yılında, işkolu sendikalarının toplam sendika içindeki payı yüzde 30,6, bölge sendikalarının payı yüzde 18,2, lokal sendikalarının payı yüzde 29,6, işyeri sendikalarının payı yüzde 17,8, federasyonların payı yüzde 2,2 idi. Bu yıl, yedi sendika birliği, iki de konfederasyon bulunuyordu. (Işıklı; 1992: 350).
[6] 1962 yılında 307 bin sendikalı işçinin yüzde 68’i olan, 210 bin sendikalı işçi Türk-İş’in bünyesinde toplanmıştı. 1964 yılında Türk-İş’e 10 federasyon ve 24 Türkiye tipi sendika üyeydi. 1964 yılında Türk-İş’e üye sendikalı işçi sayısı 295 bin idi ve sendikalı işçilerin yüzde 60’ını oluşturuyordu. Bu üyelerin yaklaşık dörtte üçü kamu kesiminde çalışıyordu. 1965 yılında ise Türk-İş’e bağlı sendikalarda örgütlü işçi sayısı 458 bin 775’e yükseldi. Bu işçilerin 231 bini Türkiye tipi 30 sendikada, 218 bini 9 federasyonda, 10 bini ise Türkiye tipi veya federasyonlarla birleşmesi gereken 19 sendikada örgütlüydü. DİSK’i kuran sendikaların Türk-İş bünyesinden ayrıldığı 1967 yılında ise Türk-İş’e bağlı 9 federasyon ve Türkiye tipi sendikalara 544 bin 936 işçi üyeydi. 1968-1970 döneminde Türk-İş’e bağlı sendikalara aidat ödeyen üye sayısı ise 428 bin idi. 1976 yılında Türk-İş’e bağlı 6 federasyon ve 26 Türkiye tipi sendikalara üye sayısı 751 bin idi.(Koç; 1986b: 58-71; TİB; 1976: 247).
[7] “Türk-İş Onur Kurulu, işçi haklarını koruyan ve işçilere birçok menfaatler sağlayan çalışmaları yüzünden Petrol-İş’i 15 ay, Maden-İş’i 6 ay, Lastik-İş ve Basın-İş’i 3’er ay süre ile Türk-İş’ten geçici olarak ihraç etmiştir. İşte bu karar, bardağı taşıran damla olmuştur. Sendikacılar ve bir çık sendikalar: ‘Artık yeter’ demişlerdir.” (DİSK, 1967). “Artık yeter” diyen sendikalardan Petrol-İş dışındakiler DİSK’in kurucuları olmuştur (12 Şubat 1967’de T. Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş, Gıda-İş ve Türk Maden-İş sendikaları olağanüstü kongreler yaparak DİSK’i kurmaya karar vermişler ve 13 Şubat 1967’de DİSK Tüzüğü ve Kuruluş Bildirgesi’ni İstanbul Valiliği’ne vererek DİSK’i kurmuşlardır). 1966 yılındaki Türk-İş kongresinde yönetime seçilenlerin Adalet Partisi’ne yakın olması da bu süreci hızlandırmıştır, ayrılanlar “Türk-İş’in sağa kaydığını” belirtmektedir.
[8] Türk-İş’ten ayrılarak DİSK’i kuranlar, bir “manifesto” ile ayrılış ve DİSK’i kuruş gerekçelerini şöyle açıklıyorlar: Türk-İş “1962’den bu yana her gün, biraz daha gerilemiş ve para gücü arttıkça, işçi haklarını savunma yeterliğini yitirmiştir (…) Türk-İş, bir işçi örgütü olmaktan çıkmıştır. İşçilerin kanuni haklarına karşı çıkanlar arasında Türk-İş de yer almıştır. İşçilerin menfaatleri için çırpınanlara karşı cephe birliği kuranlar arasında Türk-İş de yer almıştır. İşçilerin aileleriyle birlikte açlığa mahkûm edilmelerini savunanların en önüne geçenler ne yazık ki Türk-İş yöneticileri olmuştur (…) Türk sendikacılığını milli menfaatlere uygun, Anayasa’da yer alan ilkelere göre geliştirme yolunda bulunanlar, Türk-İş örgütü içinde kalmayı bir hatalı gidişe katılma sayacaklardır” (DİSK, 1967).
[9] DİSK, 1967 yılında yaklaşık 50 bin üyeye sahipti. 1976 yılında ise DİSK’e bağlı 25 sendikaya 190 bin işçi üye bulunuyordu. DİSK 1967-1970 döneminde, özellikle, Marmara Bölgesi’nde özel sektöre ait işyerlerinde örgütlendi. 1975 yılında Genel-İş Sendikası Türk-İş’ten ayrılarak 1976 yılında DİSK’e katıldı. Daha sonra 1977 yılında da OLEYİS DİSK’e katıldı. 1980 yılında sendika kayıtlarına göre, DİSK’in üye sayısı 500 bine ulaşmıştı.
[10] DİSK’i kuran sendikacıların önemli bir bölümünün 1961 yılında kurulan TİP’in kurucusu olması sürpriz olmamalıdır. Kapatılıncaya kadar TİP’in en önemli sorunlarından birinin de tüzüğün 53. maddesindeki “Partinin bütün organlarında görevli bulunanlardan yarısının, kendisi üretim araçlarına sahip olmadığı için, emek gücünü üretim aracı sahiplerine satarak yaşayanlar veya işçi sendikaları yönetim organlarında görevli bulunan üyeler arasından seçilmiş olması gözetilir” şeklindeki düzenleme bu açıdan da değerlendirilmeyi hak etmektedir. Bu madde ile ilgili geniş bir değerlendirme için bakınız: Gökmen, 2001.
[11] Bu tutum için bkz. Yüksel Akkaya, “Ya Faşizm, Ya DİSK(al)ifikasyon mu?”, Sağlık Toplum Siyaset, Sayı: 9, 2002. 1961’de TİP’i kurmuş olan sendikacılar, 1975 yılında TİP’in yeniden kuruluş sürecinden uzak durmuş, sosyalist parti ve hareketlerden çok CHP ile daha sıcak ilişkiler kurmaya yönelmişlerdir.
Tablo 1: Kamu ve Özel İmalat Sanayiinde Mark-up ve Ücret/Katma Değer Oranları
Yıl | Özelde
Mark-up (%) |
Kamuda
Mark-up (%) |
Özelde Ücret/Katma Değer (%) | Kamuda Ücret/Katma Değer (%) |
1950 | 23,74 | 44,88 | 31,75 | 32,70 |
1951 | 22,69 | 45,28 | 32,34 | 31,34 |
1952 | 24,80 | 62,18 | 33,17 | 26,34 |
1953 | 28,58 | 57,19 | 31,19 | 29,03 |
1954 | 28,72 | 47,89 | 30,86 | 31,90 |
1955 | 27,88 | 46,55 | 30,20 | 30,54 |
1956 | 29,24 | 38,57 | 29,66 | 34,45 |
1957 | 30,74 | 42,88 | 29,24 | 32,91 |
1958 | 31,05 | 41,62 | 31,19 | 31,05 |
1959 | 27,22 | 56,16 | 33,43 | 25,21 |
1960 | 24,87 | 62,35 | 35,59 | 23,75 |
1961 | 29,42 | 58,60 | 33,85 | 27,20 |
1962 | 28,33 | 55,41 | 33,43 | 27,99 |
1963 | 24,02 | 39,08 | 32,33 | 30,32 |
1964 | 24,58 | 42,02 | 33,19 | 30,10 |
1965 | 30,34 | 53,97 | 38,00 | 26,02 |
1966 | 30,19 | 51,00 | 29,60 | 26,60 |
1967 | 28,52 | 70,71 | 31,09 | 21,58 |
1968 | 27,44 | 80,87 | 33,42 | 19,47 |
1969 | – | 77,58 | 31,31 | 19,95 |
1970 | 28,49 | 84,28 | 34,54 | 20,40 |
1971 | 29,78 | 87,94 | 33,92 | 18,81 |
1972 | 31,61 | 80,46 | 29,75 | 18,81 |
1973 | 27,32 | 61,69 | 32,02 | 22,33 |
1974 | 25,18 | 57,09 | 34,00 | 21,39 |
1975 | 22,85 | 56,00 | 36,23 | 23,96 |
1976 | 35,76 | 28,55 | 29,75 | 42,49 |
1977 | 30,53 | 33,22 | 35,06 | 40,09 |
1978 | 37,69 | 28,39 | 31,22 | 45,68 |
1979 | 34,95 | 23,94 | 32,20 | 50,13 |
1980 | 35,88 | 31,90 | 27,57 | 35,34 |
1981 | 32,71 | 45,31 | 27,72 | 26,27 |
1982 | 34,38 | 41,32 | 26,30 | 23,55 |
1983 | 31,58 | 39,41 | 25,99 | 23,26 |
1984 | 30,77 | 31,64 | 23,84 | 22,88 |
1985 | 30,97 | 37,88 | 22,83 | 18,62 |
1986 | 38,05 | 71,42 | 18,17 | 12,90 |
1987 | 38,18 | 45,59 | 17,43 | 17,01 |
1988 | 39,75 | 64,02 | 16,66 | 13,01 |
1989 | 36,29 | 61,02 | 19,68 | 17,62 |
1990 | 40,75 | 53,39 | 21,77 | 21,87 |
1991 | 41,86 | 54,24 | 23,64 | 28,00 |
1992 | 45,46 | 58,29 | 20,52 | 27,22 |
1993 | 49,30 | 57,60 | 18,52 | 27,06 |
1994 | 53,09 | 55,58 | 13,62 | 23,91 |
1995 | 44,49 | 68,85 | 14,85 | 16,65 |
1996 | 42,64 | 61,16 | 17,58 | 15,68 |
Kaynak: DİE, Aralık 1991’de Türkiye Ekonomisi İstatistik ve Yorumlar, Ankara, Aralık 1991; DİE, İstatistik Göstergeler 1923-1998, Ankara, 2001.
Not: Özel imalat sanayiinde 10 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerleri; kamuda 1960-1962 döneminde 10 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerleri, sonrasında ise tamamı.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.