Şiir en iyi barikat aşıcıdır. Bazen fiili olarak aşamadığın barikatı sözle aşarsın. Etkisi ve yayılma hızı tahmin edemeyeceğin kadar büyük olabilir. Yıkamadığın duvarı yıkar, aşamadığın dağı aşar şiir…
90’lı yıllarda, gecekondu mahallelerinde, Grup Yorum dinleyerek büyümüş bir kuşaktan geliyorsan iyi bilirsin bu tarihi: 3 Haziran 1963!
Hasan Hüseyin Korkmazgil’in müthiş dizeleriyle kazınmıştır belleğine:
“Gece leylak
ve tomurcuk kokuyor
Yaralı bir şahin olmuş yüreğim
Uy anam anam…
Haziran’da ölmek zor!”
Nâzım’ın ölümüne yakılan en güzel ağıttır belki de bu şiir. Bir şair yine bir başka usta şairin dizelerinde bu kadar güzel yâd edilirken bir dönem gençliğinin de şiirle ilk buluşma noktası olmuştur 3 Haziran!
Şiirin olmazsa olmaz teması aşk‘tır. Aşkta açılmanın en etkili yolu da şiir‘dir. Yetenekli ellerde aşkın şiir hâli de en az kendisi kadar vurucu olmuştur. Eni, boyu, acısı, derinliği, gizleneni, gerçekliği ile şiir; en iyi aşk ölçer, en hassas aşk terazisidir desek abartmış olmayız. Şiir aşkı on ikiden vurur. Aklımızdan geçen ancak isabetli kelimeleri yan yana getiremediğimiz için anlatmaya kudretimizin yetmediği milyon tane güzel düşüncenin, bir şairin dimağında azıcık sözcükle bu kadar estetik bir şekilde ifade edildiğini görmek bazen en dahice buluşlardan daha büyük saygı uyandırır. Her ne kadar içinde bulunduğumuz çağ ve sosyal medya şiiri bir klişe yumağına çevirerek yüzeyselleştirmeye çalışsa da şiir bu pragmatik ilişkinin altında yitip gidecek kadar basit bir olgu değil. Ne ilerleyen teknolojiye ne de bir grup cahilin sosyal medya tüketimine yenik düşer şiir. Şiir, ezer geçer!
***
“Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim
Saçlarına kan gülleri takayım
Bir o yana bir bu yana”
Ahmed Arif’in, Leyla Erbil’e yazdığı bu dizeler başka kimlere kimlere söylendi, hangi dost sofraların öğüdü, kim bilir hangi mektupların son satırları oldu. Sosyal medya duvarlarında kim bilir kimler caka sattı bu dizelerle, kimler kimlere ne göndermeler yaptı… İyi kötü her mecrada defalarca kez aramızdaydı Ahmed Arif, Turgut Uyar, Cemal Süreya… Ancak hiçbir klişe şiirin değerinden zerre bir şey eksiltmedi. Şiir, her dönem eskisinden de güçlü bir şekilde yeniden var oldu… Yiten hiçbir zaman şiir olmadı. Şiir zamana ve tüketime karşı inatla örgütledi aşkı…
Aşk, Nâzım Hikmet şiirlerinde tekil bir konu olarak işlenmese de mücadele ve yaşamın içinde oldukça önemli bir yerdeydi.
“Erkek kadına dedi ki:
– Seni seviyorum,
Ama nasıl,
Kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,
Yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,
Yüzde hudutsuz kere yüz”
“Bir Ayrılış Hikâyesi” şiirinde Nâzım önce böylesi bir coşkuyla aşkı ilmek ilmek işler boynumuza, sonra:
“Kadın sustu
SARILDILAR
Bir kitap düştü yere
Kapandı bir pencere
AYRILDILAR”
satırları ile inceden bir ayrılık hikâyesine tamamlar şiirini… Çünkü bir mücadele içindedir kadın ve adam. Yeni doğan bir çocuğun gözlerine bakarak yürünecek yollara gidilir ve aşk tıpkı Nâzım’ın gerçek yaşamında olduğu gibi şiirinde de coşkulu ama hep eksik, tamamlanamamış olarak kalır…
“17 yaşında galiba ilk şiirim basıldı. ‘Servilikler’de’, yani mezarlıklarda ağlayan, hayatında sevmiş ölüler üstüne idi. Sonra kızlara tutuldum şiir yazdım. Vicdan nedir, namus nedir diye düşündüm, şiirler yazdım…” diyen şair gerçekten de tutulur kadınlara, aşkları da şiirleri, mücadelesi kadar konuşulur…
Şiir en iyi barikat aşıcıdır. Bazen fiili olarak aşamadığın barikatı sözle aşarsın. Etkisi ve yayılma hızı tahmin edemeyeceğin kadar büyük olabilir. Yıkamadığın duvarı yıkar, aşamadığın dağı aşar şiir… Bir yoldaşının mezarı başında en iyi ağıt olur, hücrende umut, meydanlarda coşku. Pir Sultan şiirleriyle omuzdan kesilen kolu, düzen tutmayan teli, çürümüş koca bir sistemi faş etti.. Baş aldı şiir! Nice eylemlerden daha etkili bir şekilde örgütledi halkını Pir Sultan şiirleriyle. Evet, baş aldı şiir! Ancak baş eğmedi! Yüzyıllardır süre giden nice halk ayaklanmasında, işçi mücadelesinde şiir bizi motive eden en iyi direnç kaynaklarımızdan biri oldu. Aynı zamanda çok güçlü bir mücadele sözcüsü… Zira “devlet ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu” nu kim Ece Ayhan dizeleri kadar etkili sorabilirdi ki:
“Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine! dir.”
Nâzım, paşa torunu olarak konakta, Yahya Kemal’den edebiyat dersleri alarak büyüse de 1900’lü yıllarda Anadolu’da bulunmuş, Anadolu insanının çilesini, sefaletini yakından gözlemlemiştir. Bu gerçekçi ve içler acısı tablo Nâzım’ın sanatını da etkilemiş: “Şaştım, korktum, sevdim ve bütün bunları yazmak gerektiğini sezdim. Şiirle yeni şeylerin şimdiye kadar söylenmemiş şeylerin ifade edilmesi gerektiğini sezdim” diyerek bireysel temalardan ziyade toplumsal gerçekçi şiire yönelmiştir. 1924 yılında yazdığı “Güneşi İçenlerin Türküsü” şiiri tabiri caizse meydanlarda coşkuyla okunan bir marşa dönüşmüş, gençlik mücadelesine umut olmuştur:
“Ölenler dövüşerek öldüler
Güneşe gömüldüler
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya
Akın var
Güneşe akın!
Güneşi zaptedecegiz güneşin zaptı yakın!”
Toplumsal gerçeklikle şiirin estetik biçimini en güzel şekilde bütünleştiren Nâzım, bugüne de ışık tutacak en vurucu söylemleri ile politik şiirin öncü ismi oldu.
“Ve bu dünyada bu zulüm senin sayende
Ve açsak yorgunsak alkan içindeysek eğer
Ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
Kabahat senin, demeye de dilim varmıyor ama
Kabahatin çoğu senin güzel kardeşim”
Daha dünyada komünizm tartışmalarının esamisi yokken, 15. yüzyılda, Anadolu’da, Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in başlattığı bir nevi komün yaşam deneyimi olarak görebileceğimiz halk hareketini ve isyanı, 1936 yılında, halk edebiyatı ve divan edebiyatı şiirinin şekilsel unsurlarından da faydalanarak, “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı” şiiriyle ölümsüzleştirdi Nâzım. Mücadele tarihimizde bir dönüm noktası olan bu isyan, Nâzım’ın şiirinde de âdeta bir dönüm noktası oldu. Nâzım, bu şiirinde kullandığı destansı üslubuyla yalnız Mayakovski tarzı fütürist şiirin sınırları içinde değerlendirilemeyecek kadar hareket alanı geniş bir şair olduğunu ispatlamış ayrıca resmî tarih sayfaları arasında bulamayacağımız ya da iğdiş edilmiş şekliyle bulabileceğimiz çok önemli bir halk isyanını gelecek kuşaklara aktarmış oldu.
“Yârin yanağından gayri her şeyde
Her yerde
Hep beraber!
diyebilmek için…”
Bu dizeler Börklüce’nin ortak yaşam felsefesinin en güzel özeti olarak kazındı hafızamıza… Yârin yanağından gayrı her şeyi paylaşmayı böyle böyle öğrendik…
Şiir, aşkı ya da herhangi başka bir konuyu anlatırken nasıl araçsallaşmamışsa politik yolculuğunda da özünden ve estetik biçiminden hiçbir şey yitirmemiştir. Hayatın gerçekliği, insanın özü ne ise şiir de o’dur. Politik konuları ele aldığında şiirin bir araç olarak kullanıldığı, gerçeklikten soyutlanmış yapay bir şiir dili yaratmaya çalışanların uydurduğu bir safsatadır! Şiirlerinde politik konulara değinmeyi birincil öncelik olarak görmeyen İkinci Yeni şairlerinden metafor yaratmakta çok güçlü bir kaleme sahip olan Edip Cansever, “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde; “Bir mendil niye kanar?” diye sordu hepimize. Dağılmış pazar yerlerine benzetti memleketin halini, “Gülmüyorsun ya, gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir” dedi. Kendi tabiriyle “kopmaz bağlarla bağlı olduğu” gerçekliğe kayıtsız kalamadı. Ve ne tesadüftür ki çoğumuz Edip Cansever’i bu şiiriyle bildik, tanıdık…
Şiirin sınırı, ucu bucağı yoktur. Şiir bir tarihe tanıklık eder. Ece Ayhan’ın ifadeleriyle; şiirimiz karadır, her işi yapar şiirimiz, gül kurutur, erkek emzirir, mor külhanidir, şiirimiz kentten içeridir abiler… Şiirsiz bir aşk ve devrim düşünülemez. Belki de şiir başlı başına bir devrimdir. Aklımız ermeye başladığı günden beri şiirle yoğrulmuş bir kuşağın yetişkinleri olarak biliriz ki şiir bir anlaşma biçimidir hatta anlama ve anlamlandırma biçimi… Şiir an’dır, an’ı yakalamaktır. İyi bir yol arkadaşıdır. Gözlemleme, detayları yakalama konusunda iyi bir mercektir. Toplumsal hafızadır. Belleğinde Orhan Veli, Arkadaş Zekai, Pablo Neruda ve daha nice şairden dizeler biriktirmiş birinin anlatacak çok şeyi vardır elbet. 3 Haziran yaklaşırken yeniden ve daha güçlü dönelim yüzümüzü şiire.
Nâzım’ın dediği gibi “henüz vakit varken, gülüm…”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.