COVID-19 süreci sonrasının yeni mücadele dinamikleri kendilerini şimdiden göstermeye başladı. Zaman kaybetme lüksümüz yok. Kapitalistler harekete geçti. Bizim de bir an önce harekete geçmemiz gerekiyor. İşyerlerinde, mahallelerde kazandığımız deneyimlerimiz, kendilerini yeni sürece uygun şekilde tercüme ettiğimiz zaman bize yol gösterici olacaktır
Pandemi süreci başladığından bu yana 30 sağlıkçı hayatını kaybetti. Aralarında çok iyi tanınan, üniversitelerde ders veren profesörler de var. Sağlık Bakanlığı’na göre yaklaşık 7500 sağlık çalışanı da enfekte oldu. Plansız yönetim, koruyucu ekipmanların yetersizliği, uzun nöbetlerin yanı sıra barınma, beslenme ve ulaşım sorunları bu ölümlerde rol oynadı. Ocak ayından bu yana COVID-19 salgını üzerine yetkililer konuşuyor. Şubat ayında ise hazırlıklar tamam izlenimi yaratıldı.
İlk vaka ve sonrası hastanelerin birdenbire dolması, testlerin ve diğer tedbirlerin yetersiz gelmesi, sağlık çalışanlarını daha fazla fedakârlık yapmak zorunda bıraktı. Uzun ve riskli çalışma koşulları hem psikolojik olarak yıprattı hem de bağışıklık sistemlerini zayıflattı. Semptom göstermeyenlere test uygulanmadı. Nöbetlerde yeterli miktarda beslenmelerini sağlayan yiyecekler sağlanmadı. Sonuç olarak yüzlerce sağlık çalışanı hastalığı kaptı, 30 sağlık çalışanı hayatını kaybetti.
Ankara’da Yenimahalle İlçesi’nde iki büyük süpermarket, çalışanlarında COVID-19 virüsü tespit edildiği için 14 gün süreyle karantinaya alındı. Sadece bir markette 30 çalışanın testinin pozitif çıktığı kulaktan kulağa yayıldı. Bütün mahalle tedirgin. Salgınla mücadele için evde kal çağrıları yapılınca bütün toplum marketlere hücum etti. Tüketeceği, tüketmeyeceği ne varsa sepetlere doldurdu. Pandemi sürecinin ilk 6 haftasında kredi kartlarının yüzde 50’yi aşan miktarları gıda, sağlık ürünleri ve temizlik malzemeleri için harcandı.
Market çalışanlarının hem mesai saatleri uzadı hem de iş yükleri arttı. Market patronları, çalışanlarını korumak için masraf yapmadı. Basit maske ve siperlik dışında önlem almadılar. Üstüne bir de “CepteŞok” benzeri mobil uygulamalarla evlere servis sürecini başlattılar. Bu market işçilerinin daha fazla çalışmasına neden oldu. Çoğunluğu asgari ücret alan market çalışanları, işlerini kaybetmemek için ceplerinden para harcayarak kişisel önlemler almaya çalıştılar.
Hafta sonları sokağa çıkma yasakları başlayınca patronlar hafta sonuna ait çalışma saatlerini hafta içi çalışma saatlerinin üzerine ekledi. Bir kısmı da maaşlardan kesti. Marketlerin günlük ciroları neredeyse iki katına çıktı. Çalışanların çalışma saatlerinin artmasının ise pozitif bir karşılığı olmadı. Sağlık çalışanları ile aynı kaderi paylaştılar. Uzun çalışma saatleri, sağlıksız beslenme koşulları onların da bağışıklık sistemlerini zayıf düşürdü.
“Evde kal”, internet satışlarını artırdı. Evde canı sıkılanlar internet üzerinden hobi sitelerine, ayakkabı sitelerine, el işi sitelerine yüklendi ve çeşitli ürünler talep etti. İnternet üzerinden alınan ürünler ise kargo ve PTT çalışanları tarafından evlerimize teslim ediliyor. Bu sürecin bir diğer zorunlu iş alanı da kargo ve PTT çalışanları oldu. Hafta sonu yasaklarından muaf tutuldular. Bizler hafta sonları zorunlu olarak evde beklerken onlar daha fazla mesai yapıyorlar. PTT çalışanlarına virüs bulaştı. Bazı PTT şubeleri karantinaya alınarak, kapatıldı.
Daha önce işi sadece mektupları ve mahkeme celplerini dağıtmak olan bir postacı, PTT kargoya olan talep nedeniyle kargoları da dağıtmak zorunda kaldıklarından bahsetti: “Sağlık ürünü ya da kitap taşısak zoruma gitmeyecek ama eşarp sipariş edilmiş, eşarp teslim edebilmek için onca yol yürüyorum. Bu zoruma gidiyor diyor. Kargo işçileri de kaygılı. Günde en az 200 eve gidiyoruz. Virüs kapma ihtimalimiz çok yüksek, diyorlar.”
Market çalışanları ya da kargo çalışanları için virüs kapan ya da virüsten ölenlerle ilgili net bilgiler veremiyorum. Çünkü “vaka” sayılarının sektörel dağılımı ile ilgili bir veri tabanı oluşturulmadı.
Bir de evde kalan ama evden çalışmak zorunda olanlar var: Beyaz yakalılar. Onların tuzu kuru, oturdukları yerden çalışıyorlar algısı var hepimizde. Oysa durum hiç de öyle değil. İlaç sektöründe çalışan bir arkadaşım sabah 8.00’de video konferans sistemleri üzerinden toplantılarının başladığından bahsetti. Toplantıda karşısında bölge müdürleri filan olunca mecburen ev içinde jilet kaydı tıraşlı ya da makyajlı ve “grand tuvalet” hazır oluyorsun. Nasılsa evden çalışıyorsun ya mesai kavramı da ortadan kalkıyor. Üretim süreci neredeyse 16 saate çıkıyor.
Bir doktor arkadaşım evde yaşanan kazaların arttığından bahsetti. Kazaların dikkatsizlik ve dalgınlık sonucu yaşanan basit kazalar olduğunu da ekledi. İş temposunun eve taşındığı bir zamanda, mutfakla bilgisayar arasındaki mesafe eminim arabayla işyerine gitmekten daha uzak oluyor.
Özel okulda çalışan eğitimci bir arkadaşım ise yine video konferans sistemiyle çocuklarla dersteyken okul müdür yardımcısının bağlanıp kendilerini izlediğinden bahsetti. Üzerinde baskı hissettiği için bilgisayar başında eli ayağı dolaşmış. Yeni bir kontrol ve baskı mekanizması için video konferans sistemleri olanak sunuyor sanırım. Değinmeden geçemeyeceğim. Özel okullar öğretmenlerinin maaşlarını ödemiyor. Kısa çalışma ödeneği üzerinden yüzde altmışını devlete ödetiyorlar. Oysa öğretmenler uzaktan eğitim sistemi üzerinden çalışamaya devam ediyor. Veliler de okul taksitlerini ödemeyi sürdürüyor.
Evden çalışan kadın bir arkadaşım ise ev içi yükünün eskisine göre daha fazla olduğundan bahsetti. Evden kendi işini tableti üzerinden yapmaya çalışırken çocuğunun uzaktan eğitim programını da takip etmek zorunda olduğunu söyledi. Aynı zamanda evde olan çocuğu ve eşi için düzenli olarak sabah, öğle ve akşam yemeği hazırladığını, eşinin yalnızca yemeğin kaldırılmasında kendisine destek verdiğini söyledi. Bir de evin hijyen koşullarına her zamandan fazla dikkat etme zorluğu var tabii ki.
Evden çalışanların birçoğunun yemek ve ulaşım paraları maaşlarından kesilmeye başladı. Üstüne bir de işlerini yapabilmek için evde kullandıkları internet hizmetinin kotasının ve hızının yetmesi nedeniyle masrafları arttı. Evde oldukları için evin mutfak masrafı, elektrik, su ve doğalgaz masrafları da eskiye göre artmış durumda.
İstatistikler işsizliğin büyüdüğünden bahsediyor. Zaten yaklaşık 8 milyonu bulan işsiz sayısının bu süreçte 10 milyonu aştığı hesaplanıyor. Zorunlu kapatılan işyerlerinden, 20 yaş ve altı ile 65 yaş ve üstü sokağa çıkma yasağı sayıyı giderek artırıyor. AKP rejiminin kısa çalışma ödeneği, ücretsiz izin gibi uygulamaları devreye sokması şimdilik istatistiklere yansıyacak işsiz sayısını gizleyebilir.
Özellikle orta gelir düzeyindekilerin gelirlerini birden kaybetmeleri yani işsiz kalmaları daha sarsıcı etkiler yaratıyor. Asgari ücretin yaklaşık iki katı ücret alan bir arkadaşım bu süreçte zorunlu olarak işsiz kaldı. Nerdeyse asgari ücrete yaklaşan kirasını ödeyecek durumda değil şu anda. Kredi ve kredi kartı ödemeleri ise başka sorunlar yaratmış durumda. Yeniden çektiği kredi ile borçlarını yapılandırmaya çalıştı. Ama en azından asgari ücretle de olsa bir iş bulmak zorunda. Marketlere iş başvurusu yaptığından bahsetti.
İşsiz kalanlar arasında “bana ne olacak” sorusu artmış durumda. Tekrar iş sahibi olabilecek miyim? Gelir düzeyim eskisi gibi olacak mı? Kiramı nasıl ödeyeceğim? Faturalarımı kim ödeyecek? Kredi ve kredi kartımı ödemezsem ne kadar faiz yerim? Ödememeye kiradan mı başlasam? Bu soruların cevabı bireysel olarak belki bulunmaya çalışılıyor ama toplumsal ortak bir cevabımız henüz yok.
Salgın süreci kendi işçilerini yarattı. Risk alarak çalışanlar, evden çalışanlar ve işsiz kalanlar şeklinde üç katmana bölünen yeni bir işçi sınıfı diyebiliriz. Geleneksel sendikalar, emek örgütleri, siyasi partilerin sınıftan ve sınıfsallıktan kopmuş mevcut halleriyle beklentilerine cevap veremedikleri bir salgın süreci işçileri. Hala temas eden bir öz örgüte sahip değiller.
Kapitalizm mahallemize, kapımızın önüne kadar getirdi aslında onları. Alış-veriş yaptığımız markette, çay içtiğimiz yeni nesil kafelerde görmemiz mümkün. Mahallemizde oturan sağlık işçileri daha belirgin hale geldi gözümüzde. Dayanışma ağları üzerinden dokunduğumuz komşularımız işsizler ordusuna yeni katılanlar.
Bugüne kadar işyeri odaklı işçi örgütlenmelerdeki gözümüzü daha kısa mesafeye dikmek gerekiyor. Mahalle temelli bir işçi örgütlenmesi de mümkün. İşçileri yalnızca fabrikalarda, alış-veriş merkezlerinde, organize sanayi bölgelerinde aramamıza gerek yok. Kapımızın önüne bakmamız yeterli. Örgütlenmek için de geleneksel araçlara ihtiyacımız yok. Örgütlenme araçlarımızı yenilemenin, dönüştürmenin zamanı çoktan geldi.
Her kriz aslında sermayenin kendisini yenilemesi için olanaklar sunar. Kapitalistler her şeyin aynı olmayacağını bizden önce fark ettiler. Çoktan harekete geçtiler. Büyüyen işsizlik emin olun onları korkutmuyor, yeni fırsatlar yaratmaları için olanaklar sunuyor. Mesela uzun zamandır kafalarında olan evden çalışmayı iyice sınıyorlar. Kendileri açısından daha maliyetsiz hale getirmenin formüllerini tahtalara yazmışlar, tartışıyorlar. Kontrol sistemleri, denetim sistemleri, güvence maliyetlerinden kurtulmak, ofis giderlerini sıfırlamak vb. neler yazıyor o tahtalarda neler.
Çalışma saatlerimiz, haftalık izinlerimiz, yıllık izinlerimiz, primlerimiz, çay molalarımız, sosyal güvencelerimiz ve daha fazlası şu an saldırı altında. Baskı ve kontrol sistemlerinin geliştiği ve metalaştırıldığı, dijitalleşmiş, insan ilişkilerinden soyutlanmış, evcilleştirilmiş bir işçi sınıfını hangi patron istemez? İşçilerin maliyetleri karşılayan bir devlet müdahalesi “görünmez eli” sizce rahatsız eder mi?
Pandemi sürecinde AKP’nin tek konuda hakkını verebiliriz; işçi düşmanlığı! İşçilerin isteğine bağlı ücretsiz izin hakkını bir patron hakkına dönüştürdü, sendikal faaliyetleri durdurdu, kısa çalışma ödeneğini bahane ederek işsizlik fonunu patronların yağmasına açtı, telafi çalışma süresini keyfe bağladı. İşsizlik ordusunu büyütüyor. En önemlisi ise işçilerin geleceğini ipotek altına alıyor. İşsiz kalana, geliri düşen işçilere kredi çektiriyor. İşçileri borçlandırıyor! Geliri 5 bin TL’nin altında olan 4 milyon işçi son bir ayda kredi çekti.
Patronlara bunlar da yetmedi. MESS, elektronik pranga geliştirdi. İşçilerin fiziki mesafesini korumak bahanesi ile işçiler üzerindeki denetimi ağırlaştıracak! MÜSİAD ise yeni köle merkezleri haline gelmeye aday “izole üretim üsleri” açmaya başladı.
Pandemi sürecinden önce başlayan ekonomik kriz, COVID-19 etkisiyle de içinden çıkılmaz bir hal aldı. Erdoğan’ın ekonomistleri, 2008 krizinde olduğu gibi bu süreci atlatabilecek planlama içindeler. O zaman Katar sermayesi kurtarıcı oldu. Bedelini biliyoruz. Şimdinin kurtarıcısı ise Çin sermayesi. COVID-19 salgınının sorumlusu Çin’den kimse ürün almak istemeyecek. Birikim sürecini devam ettirmek isteyen Çin sermayesi de Avrupa pazarını kaybetmemek için genişlemeye karar verecek. Ucuz emek gücü, arazi ve enerji kaynakları teşviki gibi kampanyalarla Çin sermayesi çekilmeye çalışacak. Gelirlerse, döviz girdisi, yeni istihdam alanları olacak, ekonomi canlanacak. Bedelini yine biz ödeyeceğiz.
İsçiler, emekçiler saldırı altında, patronlar coşmuş gidiyor. Peki bu memlekette işçiden yana, emekten yana hiç mi siyaset yapan parti yok? Hiçbir şey aynı olmayacaksa değişim için sandıkta hesap sorulması mı gerekiyor? İşçilere 1 Mayıs’ın yasaklanmasını görmezden gelen muhalefetten ne bekliyorsun da denebilir. Muhalefet partilerinin kaçırdıkları ya da hala sandıktan beklentisi olanların kaçırdıkları nokta, çalışmaktan kafasını kaldıramayan, işe ihtiyacı olan ve borçlarının içinde boğulan bir halk, umudu yine kendisine kötü de olsa iş olanağı yaratan da arar. Kısacası şu anda seçenek değiller!
Geçtiğimiz günlerde David Harvey bir söyleşisinde Marx’a atıfta bulunarak; “Dünyayı değiştirmeye dair her büyük proje, aynı zamanda kendini dönüştürmeyi de gerektirir” diyerek işçilerin de kendilerini değiştirmesi gerektiğinin altını çizdi. Bugün her şey aynı, pandemi süreci bitecek, kaldığımız yerden devam edeceğiz gibi düşünmemek gerekir. Sürecin şimdiden doğurmaya başladığı yeni dinamikleri görmemiz gerekiyor. Yeni dinamikleri harekete geçirmeliyiz. İşyerlerinde, mahallelerde geçmişten kazandığımız birikimlerimiz bize yol gösterecektir mutlaka ama yeni sürecin ihtiyaçlarına tercüme ettiğimiz zaman.
Şimdiden kolay gelsin.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.