‘İşi meta olmaktan çıkarmak’ sermayenin kendini var ettiği zeminini yok etmeyi gerektirir. O zeminin en temel parçaları mülkiyet ilişkileri ve devlettir. İşi meta olmaktan çıkarmayı tartışabilmek için öncelikle sermayeyi ve onun birikim yasalarını tanımlamak gerekir
Tüm dünyada 650 üniversiteden 3 binden fazla araştırmacının imzaladığı ‘Krizden Çıkış Manifestosu’(*) 16 Mayıs’ta 29 ülkede yayınlandı. Metin, ‘koronavirüs salgınının ardından demokratik toplum ve sürdürülebilir bir ekonomi için ekonomik sistemin kurallarının yeniden yazılma’ çağrısı yapıyor. Bu kuralların yazımını, ‘işyerlerini demokratikleştirmek’, ‘işi meta olmaktan çıkarmak’ ve ‘çevresel sürdürülebilirlik’ olarak üç başlık üzerine tanımlıyor. İlk bakışta, iş ve işyeri üzerine olan yaklaşımlar Marksist bir çerçeveyi çağrıştırıyor. Ancak bu başlıkların altındaki önerilere bakıldığında bırakalım Marksist bir yaklaşımı, meta-dışılaştırma, işçi konseyleri, işyeri-işçi demokrasisi gibi kavramların içini boşaltan, tamamen sistem içi, sermaye aklıyla yazılmış önerilerle karşılaşıyoruz.
İşi meta olmaktan çıkarmak ve işyeri demokrasisi, sermaye birikim süreçlerinden, mülkiyet ilişkilerinden ve devletten bağımsız tartışılamaz. ‘Krizden Çıkış Manifestosu’, Marx’ın ekonomi politiğe dair eleştirel incelemelerinin temel kavramlarını hatırlama zorunluluğu doğuruyor. Kavramların içinin bu denli boşaltılmasına ve bağlamından kopartılmasına seyirci kalındığında, krizden çıkış bir yana ‘iletişimle’ ilgili daha derin bir krizin içinde buluyoruz kendimizi.
‘Krizden Çıkış Manifestosu’ işyerlerinin demokratikleştirilmesinin gerekçesini şöyle açıklamış; ‘İnsanlar ve emekleri, sadece “kaynak” olmaktan ibaret değildir. İnsan ve emeği olmadan hiçbir kaynak, üretimi de, hizmeti de, işleri de, işyerlerini de var edemez.’ Hemen devamında burjuvazinin, yönetim süreçlerine neden işçi sınıfını katmadığı sorgulanarak ‘çalışanların kurumsal yönetime katılma haklarının reddedilmesi’ eleştirilmiş. İşyerlerini demokratikleştirme önerisi ‘işçi konseyleri’ üzerinden somutlanarak şöyle ifade edilmiş; ‘Artık işçi konseyleri, diğer yönetim kurullarıyla benzer yetkilerle donatılmalıdır. Bunun gerçekleşebilmesi için, nasıl ki şirket (üst) yönetimi aldığı kararlarda hissedarların çoğunluk oyuna ihtiyaç duyuyorsa; kararlar aynı zamanda işçi konseylerinin de çoğunluk oyuna tabii olmalıdır.’ Örnek olarak ise 2. Dünya savaşı sonrası Almanya ve Hollanda’daki ‘ikili iktidar’ süreçleri verilmiştir.
Emek süreci, kapitalizmin tarihinde sınıf mücadelesinin şekillendiği merkezi alanlardan birisi konumundadır. Genel olarak ‘serbest piyasa rekabetine’ ve ‘mutlak artık değer’ üretimine dayalı olan 19. yüzyıl sermaye birikim süreçleri, despotik emek denetim mekanizmalarının hakim olduğu ‘emeğin biçimsel boyunduruğunun’ hüküm sürdüğü dönemler olarak tanımlanır. Tekelci sermayenin hakim olduğu ‘nispi artık değer’ üretimine dayalı 20.yüzyıl ise rızaya dayalı hegemonik emek denetim mekanizmalarının öne çıktığı ve ‘emeğin gerçek boyunduruğunun’ gerçekleştiği dönemler olarak tanımlanır. Bu dönemleştirmeyi, birbirinden tamamen ayrı süreçler olarak görmek yerine, o dönemde öne çıkan eğilimler olarak anlamak gerekir. 20. yüzyılın emek süreçleri Taylorizm ve Fordizmin, emek üretkenliğini ve emek yoğunluğunu artırmak üzere yoğunlaşan emek denetim mekanizmalarıyla şekillenmiştir. 1970’lerin sonuna doğru küresel ölçekte bilinmeye başlayan ve 1990’larda neredeyse belirleyici hale gelen ‘yalın üretim’ (Toyotizm) modelleri ise emek denetim mekanizmalarına ‘yönetime katılma’ uygulamalarını sokmuştur. Bu nedenle ‘krizden çıkış manifestosunun’ ortaya attığı ‘çalışanların yönetime katılma hakkı’ talebini emek süreci tarihinden ve sermayenin emek denetim mekanizmalarından bağımsız değerlendiremeyiz. Manifestonun yazarlarının işyerlerinin demokratikleştirilmesinden kastettiklerinin tam olarak ne olduğunu anlamak için somut örnek olarak değindikleri Almanya ‘ikili iktidar’ dönemi örneğine yakından bakmak gerekir.
İkinci dünya savaşında büyük yıkıma uğramış olan Almanya’da savaş sonrasında sosyal uyuşmazlıkların bastırılması düşüncesi hakim hale gelir. Almanya’da 11 Ekim 1952 tarihinde yürürlüğe konan ‘ikili iktidara’ dair yasanın 49. Maddesi bunu net olarak tanımlar:
‘İşveren ve işletme konseyi geçerli toplu sözleşmeler çerçevesinde işletmede temsil edilen sendikalar ve işveren dernekleriyle, işletmeyi, çalışan işçileri ve genel çıkarı gözeterek tam bir güvenle işbirliği yaparlar. İşveren ve işletme konseyi işletmenin faaliyetine zarar verecek ve düzeni tehlikeye atacak nitelikteki hareketlerden sakınırlar. Özellikle de, işveren olsun, işletme konseyi olsun sınıf mücadelesi yöntemlerine başvurmaları yasaktır.’(1)
1959 Godesberg Kongresi’nde sosyal demokrasi de sınıf savaşımına dayalı Marksist perspektiften tamamen uzaklaştığını ‘sosyal pazar ekonomisini’ benimseyerek bir kez daha ortaya koyar. Bad Godesberg Programı ‘serbest rekabet ve müteşebbislerin serbest girişiminin sosyal demokrat politikanın önemli unsurları’ olduğunu hiç çekinmeden açıkça ifade eder. (1) Krizden çıkış manifestosunda, yönetime katılmada/ortaklaşa karar vermede son derece önemli bir aşama olarak görülen Almanya örneğinin mahiyeti budur. Sermayenin varlık zeminini korumak ve işçi sınıfının tüm devrimci reflekslerini bastırmak üzerine inşa edilmiştir.
‘İşçi konseyleri’ tarihine bakılacak olursa, Rusya’da sovyetler, İtalya’da fabrika komiteleri, 1918 Almanya’sındaki işçi konseyleri görülür. 1956 Macar devriminden Yugoslavya sosyalist özyönetim deneyimlerine, Brezilya’daki 1968-1978 fabrika komisyonlarından Meksika’daki, Japonya’daki işçi denetimi mücadelelerine kadar işçi denetiminin çok farklı mücadele süreçlerinden çok sayıda örnek verilebilir. Adeta bu tarih yok sayılmıştır. Bu nedenle Almanya ‘ikili iktidar’ döneminin örnek gösterilmesi tesadüf değildir.
İşyerlerinin demokratikleştirilmesi sistem içi çözümlerle mümkün değildir. Ancak bu işyerlerini mücadele alanı olmaktan uzaklaştırmaz. İşyeri demokrasisi pratiğinin devrim sonrası belirsiz bir zamana ertelendiği anlamına gelmez. Kapitalist üretim tarzında emek süreci kapitalist üretim ilişkilerinin her gün yeniden ve yeniden yaratıldığı, insanın emek ürününe, kendi üretici etkinliğine, kendi türüne ve nihayet doğaya yabancılaştığı bir pratiği dayatır. Ancak bu süreç tek yanlı değildir. Burjuvazi ve devletin adeta iç içe geçerek yönettiği artık değer üretimi ve değerlenme süreçlerinin dayattığı sömürü ve tahakküm ilişkileri, proletarya için bir mücadele dinamiği barındırır. İşyerleri bu mücadele dinamiklerinin önemli mekanlarından birisidir. İşyerleri, işçi sınıfının kendi emeği üzerindeki sermaye ve devlet denetimiyle öncelikle yüzleştiği, ifşa ettiği, bu denetimi işçi denetimi mekanizmaları ile kırmaya çalıştığı, kendi öz örgütlenmelerini bu perspektifle inşa ettiği, politik bir özne olduğu ve kurucu bir irade oluşturduğu mekanlardır. İş yerindeki mücadele bu perspektiften koparsa, sosyal haklar, ücret vb. sendikal talepler, mücadelenin en ileri ufku haline gelirse bunun sistem içi reformlara hapsolması kaçınılmaz olur. Bu noktada insan onurundan, işsizlikten, yoksulluktan bahseden ‘krizden çıkış manifestosunun’ yazarlarına Marx’ın proletaryaya bakışını hatırlatmakta fayda var. Marx için proletaryanın devrimci özne olmasının nedeni en yoksul, en ezilen toplumsal sınıf olması değil, sınıf olarak kendini ortadan kaldırma, toplumsal sınıfları yok etme, sınıfsız ve devletsiz bir toplumu inşa etme kapasitesini taşıyan tek sınıf olmasıdır.
‘Krizden çıkış manifestosu’ ‘işin meta olmaktan çıkartılmasını şöyle tanımlıyor; ‘İşi meta olmaktan çıkarmak, belirli sektörleri “serbest piyasa” yasalarından korumak ve aynı zamanda tüm insanların işe ve işin getirdiği insanlık onuruna erişimini sağlamak anlamına geliyor.’ Bu tanımlamanın metalaşma süreçleriyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu öneri en iyi ihtimalle ‘refah devleti’ özlemi olabilir. Ancak hatırlatmak gerekir ki Keynesyen politikalar burjuva iktisadının uygulamalarıdır. Ve sermaye birikim yasalarına aykırı hiçbir düzenlemesi yoktur. Ayrıca ‘refah devleti’ uygulamalarının, sosyalist işçi devletlerinin basıncının yoğun olarak hissedildiği bir dönemde geliştirilmiş sermaye politikaları olduğunu unutmamak gerekir. ‘İşi meta olmaktan çıkarmak’ sermayenin kendini var ettiği zeminini yok etmeyi gerektirir. O zeminin en temel parçaları mülkiyet ilişkileri ve devlettir. İşi meta olmaktan çıkarmayı tartışabilmek için öncelikle sermayeyi ve onun birikim yasalarını tanımlamak gerekir.
Kapitalizm öncesi de var olan meta üretimi, kapitalist sistemde genelleşerek üretim araçlarını ve emek gücünü de kapsar hale gelir. Emek gücünün metalaşması, kapitalizmi diğer üretim tarzlarından ayıran en temel uğraklardan biridir. Çünkü sermaye birikiminin kaynağı buradadır. Emek, ücret karşılığında satılarak metalaşır. Ücret, emek gücünün karşılığı ödenen kısmını oluştururken, karşılığı ödenmeyen kısmına ise sermayeci ‘artık değer’ olarak el koyar. Genişletilmiş yeniden üretim süreciyle artık değerin bir bölümü, sermayeci tarafından yeni üretim araçları ve ek işçi alma biçiminde üretim artışına yönlendirilir. Artık değerin bir bölümü önceki sermayeye eklenir ve biriktirilir. Sermayenin; sürekli hareket halinde olmak, yeni yatırım alanlarıyla büyümek, emek verimliliğini artırmaya yönelik teknolojiye yatırımlar yapmak (organik bileşimde artış), emek yoğunluğunu artırmak için emek denetim stratejileri uygulamak gibi bir dizi zorunlulukları vardır. Sermaye birikiminin bu yasaları aynı zamanda azalan kar oranları eğilimiyle kaçınılmaz dönemsel krizleri sürekli olarak yaşar. Sermaye doğru tanımlanmazsa bu anlatı sanki bir grup sermayedarın hikayesi gibi görünür. Sermaye bir ‘toplumsal ilişkidir’. Üretilen ve biriken tüm zenginliklerin yaratıcısı olarak işçi sınıfının var ettiği bir ilişkidir. Devletin, üzerinden kendini var etmeye devam ettiği bir iktidar ve tahakküm ilişkisidir. Üretim araçlarının özel mülkiyetini ellerinde bulunduranların egemenlik ilişkisidir. Patriarka ile elele vererek cinsiyetçiliğin yeniden ve yeniden yaratıldığı bir ilişkidir. Üretme ve biriktirme uğruna doğanın, yaşamın yok edildiği bir ilişkidir. Özetle emek gücünün meta karakteri sermaye birikim süreçlerinin özüdür. Kapitalizmin kanlı tarihi de çitleme, mülksüzleştirme, paylaşım savaşları gibi emek gücünü metalaştırılma uygulamalarıyla doludur. ‘Krizden çıkış manifestosu’ bırakalım meta-dışılaştırmayı bu kanlı tarihi hiçe sayarak sermayeye akıl vermektedir: ‘Avrupa Merkez Bankası’nın, hayatta kalmak için gerekli olan böyle bir programı finanse edebilmek yönünde misyonunu tekrar gözden geçirmesi, Banka’nın Avrupa Birliği’nde yaşayan vatandaşlar nezdindeki meşruiyetini de artıracaktır.’ İşi metalaşmaktan çıkarmanın, ekolojik yıkımı durdurmanın yolunu ararken kapitalizmin en merkezi kurumlarının meşruiyetini artırmaktan bahsetmek, metnin sermaye aklıyla, ehlileştirilmiş bir kapitalizm tasavvuruyla yazıldığının en net kanıtıdır.
‘Krizden çıkış manifestosu’ Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ne atıfla herkes için istihdam garantisi talep ediyor. Kapitalist gelişme ve genişleme canlı emek yerine ölü emek ikamesidir (işçilerin yerine makinelerin geçmesi). Marx, buna dayanarak yedek sanayi ordusunun (işsiz kitlelerin) sürekli olarak yaratıldığını açıklar. (2) Kapitalizmde işsizliğin azalma dönemleri, sermayenin genişlemesinin patlama yaşadığı dönemlerde emek gücüne olan ihtiyacının artmasıyla ilişkilidir. Sermayenin organik bileşiminin artışıyla sermaye genişlemesinin durduğu dönemler ise kitlesel işsizliği yaratır. Yeni korona virüs pandemisinin, kapitalizmin 2008 sonrası süren bunalımını daha da derinleştirmesiyle işsizliğin hızla arttığı içinden geçtiğimiz süreç bu durumun tipik tarihsel örneğidir. Nihayetinde az veya çok olsun, işsizlik kapitalizmin doğasından kaynaklanır; dolayısıyla “herkes için istihdam” talebi uzlaşmaya dayalı sistem içi düzlemde hayalciliktir. Kapitalizme içkin olan işsizliğin altında yatan bu dinamiği yok sayarak ortaya atılan bu gibi söylemler sınıf mücadelesinin içini boşaltmaktan başka bir işe yaramaz.
Son olarak, başlıktaki soruyu cevaplamak gerekirse ‘Krizden Çıkış Manifestosunun’ yolu döner dolaşır sömürüye ve tahakküme çıkar. Bu önerilerle krizden çıkarılmaya çalışılan işçi sınıfı değil, sermaye çevreleridir. Yazarlar belli ki imzacı sayısını geniş tutabilmek için Marksizm’den kavramlar devşirmiş ama hatırlatmak gerekir ki reformizm, ekonomizm, liberalizm kendilerini ifade edebilmek için bolca kavram sunar. Metnin imzacıları arasında yer alan sol muhalifler açısından değerlendirecek olursak, bu metnin pratik hayata tercümesi en iyi ihtimalle; ‘sonuçlara’ odaklanan ‘nedenleri’ es geçen, pasif bir talep siyaseti olabilir. Metin yazarlarının bitirirken dediği gibi ‘eğer kendimizi kandırmak istemiyorsak’ ve eğer yeni bir manifestoya ihtiyacımız varsa bu en az 172 yıl önceki kadar net ve cesur olmalıdır…
Kaynaklar:
1-) Avron, H. Özyönetim,(1991), İletişim
2-) Marx, K. Kapital 1. Cilt, Yordam Kitap
(*) https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/krizden-cikis-manifestosu-1739088
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.