Salgın sadece eve kapanma, aşı, maske değildir. Gıda güvenliğini sağlayıp bağışıklığınızı koruyacak sağlıklı beslenmeyi sağlamaktır. Gıdada savurganlığı önlemeliyiz. Toprağımıza sahip çıkıp korumalıyız
Dünyanın gündeminde şu anda en önemli soru şu: Koronavirüs sonrası dünya nasıl olacak? İnsanlık bu salgından ders çıkarıp akıllanacak mı? Yoksa her şeyi unutup yine aynı hataları işleyecek mi?
Daha doğrusu, bugüne kadar yaşadığı bunalımlardan gerekli dersi çıkarmayan kapitalist sistem, hiçbir şey olmamış gibi sömürüsüne devam edecek mi ve koronavirüs bunalımından hareketle kendine yeni kâr alanları açacak mı?
Açlıktan, hava kirliliğinden, gripten ölenler koronadan çok daha fazla iken bu kadar korku yaratmadı.
Emek nasıl yanıt verecek? Evden çalışan emekle sermayenin zorla üretimde tuttuğu emek bir araya gelip yanıt bulmaya çalışacak mı?
Yaz ayları gelip çattığında sıcaklığın rehavetiyle yine eski alışkanlıklarımıza dönecek miyiz?
Koronavirüs bize bir şeyler öğretmiş olmalı. “Geldi geçti, sonrasına Allah kerim” diyecek miyiz?
Zaman gösterecek. Ama sorgulamalıyız. Toplumsal ilişkilerden üretim ilişkilerine kadar her şeyi.
Koronavirüs yeni gerçeklikle karşımızda. Aşırı bağlantılı ve denetimli bir topluma yöneliyoruz. Evlere kapandık. Kimisi havuzlu villasında gezinirken kimileri de tüm aile bireyleriyle elli metre kareye hapsoldu. Herkes aynı gemide değil.
Daha çok gözetlenmeye, denetime tabii olduk. Polis, kamera, internet gözetimi daha da arttı.
Dışarı çıkamaz olduk. Bize izin verilen saatlerde çıkabiliyoruz. Peki evde ne yapıyoruz?
Toplumsal ağların içine hapsolduk. Müzik dinleme, film seyretme, oyun oynama, dostlara ileti yollama, görüntülü haberleşme ile “Big Data” elini ovuşturuyor. E-ticaret, emeğin ürettiğini pazarlıyor, evinize yolluyor. Kim ne yiyor, ne alıyor, ne seyrediyor hepsini kaydediyor.
Koronavirüs bahane edilerek sinsi sinsi sistem insanları denetliyor. Banka, ilaç sanayi, gıda ve tarım sanayi… Big Data hem “koronakârı” elde ediyor, hem de gözetliyor.
Nakit ödeme yok gibi. Banknotlar virüslü. Kartınızı kullanın diyor. Hem artık kartlarda dokunmatik. Şifre yazmanıza gerek yok. Sizin nerede, ne aldığınızı öğreniyorlar. Artık evin içindeler.
Düşüncelerimiz ekran, e-posta, korku ve virüs arasında gidip geliyor. Testle, maskeyle, eve kapanma ile iş, sokak arasında ne yaptığımız gözetleniyor. Yolculuklar artık belgeyle. Sevdiklerinize eğer izin verirlerse gideceksiniz. Kucaklaşmanız engellenip sanal kucaklaşmaya sizi sevk ediyorlar. Sarılamıyorsunuz sevdiğinize.
5G yakında gelecek, hazırlanıyorlar. Daha çok izleneceğiz. Hangi noktada olduğunuz, ne yaptığınız artık kesinlikle saptanacak.
Özgürlüklerimizi sağlık adına yavaşça, adım, adım kısıtlıyorlar. Düşünceye değil, duyguya sesleniyorlar. Otoriter/totaliter rejimler böyle geliyor.
2013 yılında Plos One tarafından yayımlanan bir incelemede, toplumda salgın hastalıkların yayılmasıyla halkın otoriter rejimlere karşı cana yakınlığını saptamış. Bir başka deyişle, mikroplu bir hastalığın gerçek ya da imgesel (hayali) riski ne kadar yüksek ise, halk özgürlüklerini kısıtlayan otoriter önlemleri onaylıyor, hatta talep ediyor.
Kimlik, tapınma, inanç geri düzlemde kaldı. Bunlar da kişisel tercih ve tüketilecek nesne olacaklar. Belki sevgiyi de izinle ve parayla alacağız.
Doktor sağlık bilginizi toplayacak, iletecek. Sağlık bölükleri bizi denetleyecek. Koronavirüs birlikleri sokaklarda gezecek. Yakında vücudunuza “Sağlık önlemleri alıyoruz” bahanesiyle yonga takacaklar. Hazırlıkları yapılıyor.
Teknokrasi egemen olacak, ezecek. İzni olmadan hava alamayacaksınız. Havanız da paralı olacak.
Makineler, algoritmalar yaşamımızı düzenleyecek. Yaşamın heyecanları, tereddütleri, yanlışları, sevgileri kaybolacak. Doğayla kopan ilişkimiz iyice kopacak. Katlettikleri doğa sadece sömürenlere kalacak. Canlı patentlenip satılacak.
Koronavirüs salgını çıkınca ilk ne yaptık? Gıdaya hücum ettik. Marketlerde kavga döğüş rafları boşalttık. Her gün açlıktan ölen milyonlarca insanı bir anda unuttuk.
Tarım, hayvancılık, balıkçılık 6 milyar insanın geçim kaynağı. Koronavirüs birden bu insanların geçim kaynağına darbe vurdu.
Sınırlar kapandı. Uluslararası ticaret darbe yedi. Restoranlar, kahveler kapandı. Aç kalacağız korkusu yayıldı, yaydılar.
Dünya tarımı çaresiz kaldı. İthalat/ihracat durdu. Kimileri stoklar ve tarım ürünleri üzerinden spekülasyonlara girişirken çiftçi perişan oldu. Emeğinin zaten karşılığını alamayan çiftçi ürünü ekemedi, bağımlı kılındığı yabancı tohumu alamadı.
Tarımda çalışan geçici işçiler ürün ekmek ya da toplamak için seyahat edemedi. Ürün tarlalarda, ambarlarda çürümeye başladı.
ABD, Kanada’da süt ve yağ ürünlerinin kuru düştü, günde 10.000- 40.000 litre süt döküldü. Ne kadar süt tozu yapsanız da, stoklasanız da aşırı üretim sonucu gıda çöplere gitti.
Japonya çiftçisine 4,5 milyar avro yardımda bulunurken, ABD 19 milyar avro yardım yapmak zorunda kaldı.
Gıdada karşılıklı bağımlılık çok fazla. Türkiye gibi kendine yeterli olan bir ülke ithalatçı duruma geldi. Fasulyeden nohuta kadar gıdaları üretip dışarı satarken ithal etmeye başladık.
Küreselleşme ile her ülke bir iki gıdada uzmanlaştı. Süt-et Avrupa ve ABD’de, hayvan yemi Latin Amerika’da, sebze-meyve Afrika ve Güney Avrupa’da üretilir oldu. Herkes birbirine bağımlı kılınarak sistem kırılgan hale geldi. Bir anda sınırların kapatılması her şeyi altüst etti.
30 yıl önce kendine yeterli olan Fransa, bugün sebze ve meyvesinin ve hayvan yeminin %50’sini, etin ise %25’ini ithal ediyor.
Réunion adası gıda ihtiyacının %60’ını kendi üretebilirken bugün ancak %10’unu üretebiliyor. Çünkü geçim tarımını terk etti. Uluslararası pazarlara, çokuluslu gıda-tarım şirketleri tarafından yönlendirildi.
Küresel, yoğun, aşırı üretkenci, tekdüze, tek ürüne bağlı, aşırı ilaçlanan bir tarıma ulaştık. Neden Latin Amerika’dan üzüm, Afrika’dan mango, hindistan cevizi ithal ediyoruz. Bu meyvelere çok mu ihtiyacımız var?
Hayvanlar büyük çiftliklerde üst üste yığılarak yetiştiriliyor, antibiyotiklerle, ilaçla besleniyorlar. 10 hayvandan 9’u genetiği değiştirilmiş yemlerle besleniyor.
Yerel tarımın, geçim tarımının önemi ortaya çıktı. Organik tarımın, kompostun, toprağı besleyen, verimleştiren tarımın önemi ortaya çıktı. Eski tohumların önemi ortaya çıktı. Biyoçeşitliliği, ormanları ve hayvanları koruyan tarım politikasının önemi ortaya çıktı.
Çiftçinin en büyük dostu biyoçeşitliliktir.
Kısacası, her şeyden önce halkın gıda güvenliğinin sağlanması, ithalata olan bağımlılığın azaltılması ön düzleme çıktı. Acaba tarım politikaları değişecek, yerli tohum kullanma yasağı sona erecek mi?
Her şey koronavirüs sonrası belli olacak. Herkes koronavirüs sonrasını da görecek.
Salgın sadece eve kapanma, aşı, maske değildir. Gıda güvenliğini sağlayıp bağışıklığınızı koruyacak sağlıklı beslenmeyi sağlamaktır.
Gıdada savurganlığı önlemeliyiz.
Toprağımıza sahip çıkıp korumalıyız. Tarım alanlarını imara açmayıp, yabancıya satmayıp gıdamızı sağlayan tarım emekçilerini destekleyip korumalıyız.
Kaynaklar:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.