Post-Marksizm dünyada ve Türkiye’de çok sayıda sol parti, grup, yazar ve akademisyen tarafından kabul görüyor. Açıktan ve bütünsel olarak Laclauist-Mauffist çizgiyi benimseyenlerin sayısı belki o kadar fazla değil ama kimlik politikalarını ve sol popülist stratejiyi solun içinde bulunduğu açmazdan çıkaracak çare olarak gören çok sayıda Türk, Kürt solcu parti, grup, site, yazar, entelektüel var
Laclau ve Mouffe, Marx ve Engels’in teorilerini hem 19. yüzyılın Avrupa deneyimiyle sınırlı olduğu hem de yanlış öncüllerden hareket ettiği gerekçesiyle eksik ve yanlış bulurlar. Artık geleceğe ekonomik yasalar ve ayrıcalıklı sınıflar gözüyle bakılmamasını, yeni gelişmelere cevap üretememe halinden çıkılmasını, “sınıf”, “proletarya” gibi özcü ve indirgemeci söylemlerin terk edilmesini öğütlerler. Küreselleşmiş bir dünyada “evrensel sınıf” rolü oynayacak bir proletarya olmadığı, sosyal mücadeleler yerel hale geldikçe yeni toplumsal protesto biçimleri ortaya çıktığı için her şeyi yeni baştan kurgulamanın zamanı gelmiştir.
Ve devam ederler: Parçalanmış, bir kısmı ajanlaşmış ya da lümpenleşmiş, artık ekonominin sınırında yaşayan kimlik değiştirmiş marjinal bir sosyal gruba “işçi sınıfı” payesi verilemez. Mevcut kimliklerden herhangi birinden başka bir şey olmayan “işçiler”i, toplumu sosyalizme taşıyacak hegemon bir sınıf olarak görmek için bir neden yoktur. Yapısal dönüşüm geçirerek yeni bir aşamaya geçmiş post-kapitalist çağda, sömürü ilişkileri artık geride kalmıştır. Laclau bunu “sermaye” sınıfı ile “ücretli emek” arasındaki ilişkinin uzlaşırlığının kanıtı sayar.
Kapitalist-emperyalist dünyada birçok değişiklik meydana geldiği, bunların sınıfların durumunu ve ilişkilerini etkilediği doğrudur. Neoliberalizm döneminde emperyalizmin ekonomisinde, üretimin örgütlenmesinde, finansal sermayenin ve işçi sınıfının yapılanmasında, özellikle otomasyon ve iletişim teknolojilerinde (vb.) birçok yeni gelişme olmuştur. Ancak bunlar irdelendiklerinde sömürünün azalmadığı tam tersine arttığı, sınıf uzlaşmazlıklarının yumuşamadığı tam tersine derinleşip keskinleştiği, işçi sınıfının küçülmediği tam tersine köylülükten, kent orta tabakalarından, dünyanın fakir ülkelerinden yeni katılımlarla büyüdüğü görülüyor. Emperyalizmin neoliberal döneminde yalnız kapitalist sınıf ile proletarya ve ezen emperyalistlerle ezilen halklar arasındaki uçurum büyümekle kalmamış, sömürüye dayalı son sosyoekonomik sistem olan kapitalizm sınırlarını zorladıkça eşitsizlikler ve kötülükler korkunç derecede büyümüştür. Bunları anlamanın yolu idealist “söylem analizi”nden değil, bilimsel/materyalist sınıf analizinden geçiyor.
Modern toplumda sınıfların ve sınıf mücadelelerinin varlığını reddedenlerle ilk defa karşılaşılmıyor. Revizyonizmle sınıf mücadeleleri tarihlerinin kıyaslamalı bir okuması aradaki her şeyi ortaya koyuyor.
K. Marx, 5 Mart 1852 tarihli J. Weidemeyer’e yazdığı mektupta sınıfların ve sınıf mücadelelerinin varlığını kendisinin keşfetmediğinin altını çizer. “Sınıf” terimi 18. Yüzyıldan beri kullanılıyordu. Restarasyon dönemi tarihçileri Fransız Devrimini incelerken Thierry, Mignet ve Guziot’un sınıf mücadeleleri hakkındaki eksik ama faydalı bilgiler keşfetmişlerdi. Marx, söz konusu mektupta, kendi katkısını üç maddede özetler: (1) Sınıfların varlığı, sadece, üretimin belirli tarihsel gelişme aşamalarıyla bağlıdır, (2) sınıf mücadelesi zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürür, (3) bizatihi bu diktatörlük, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişten ibarettir.
Bunlar aynı zamanda bir Marksistle Marksist olmayanı ayırt etmenin de kıstaslarıdır. Bu bakımdan, Laclau ve Mouffe “post”larına süs gibi iliştirdikleri “Marksist” ibaresini bile hak etmezler.
Hani A diyen B’de der diye eski bir laf vardır. Bunun gibi sınıfı reddeden sınıf mücadelesini reddeder, sınıf mücadelesini reddeden devrimi ve proletarya iktidarını reddeder, proletarya iktidarını reddeden sosyalizmi ve sınıfsız toplum idealini reddeder.
Kimlikçilik uzlaşmacılıktır
Laclau, post-kapitalizmin karmaşık toplum yapısını açıklamaya ve yeni toplumsal hareketleri kucaklamaya yetmediği bahanesiyle, Marksistlerin toplumsal ilişkileri sınıf mücadelesi ve temelinde yatan antagonizmalar üzerinden okumalarını demode bulur. Gerekçesi emek-sermaye çelişkisi ve proletaryanın hegemonyası üzerinden geliştirilen siyaset anlayışının, sınıf diliyle formüle edilemeyen bir dizi demokratik talebi dışta bıraktığıdır. İddiaya göre yeni talepler sınıf mücadelesi söz dağarcığında yer almazlar, çünkü geleneksel muhalefet anlayışıyla bağdaşmazlar. Oysa solun dikkatini toplaması gereken esas alan ekonomik temelde karşılıkları olmadığı halde, bir dizi demokratik taleple siyasete müdahil olan ideolojik-politik oluşumlar, bireysel gruplar, kimlikler, yerel topluluklardır. Hiç olmamış ya da parçalanarak buhar olmuş sınıflar yerine, kültürel, etnik, cinsel, dinsel kimlikleri, yani çevrecileri, azınlıkları, cemaatleri, feministleri, LGBT’leri, barış ve insan hakları hareketlerini (vs.) esas almak gerekir.
Kimse yalana başvurmadan Marksist geleneğin ezilenlerin ve sömürülenlerin mücadelelerine kayıtsız kaldığını iddia edemez. Irka, cinsiyete, etnisiteye dair eşitsizlik ve baskı ilişkileri hiçbir zaman görmezden gelinmedi. Marx, Engels, Lenin, Stalin ve diğer önde gelen Marksistlerin başta tarım ve köylülük meselesi olmak üzere, ulusal sorun ve sömürgeler sorunu, ezilen cins olarak kadınların durumu, sömürgeciliğin ve faşizmin ayrılmaz bir parçası olan ırkçılık, (vb.) üzerine yazılmış kütüphaneler dolusu külliyatları ve bu doğrultuda yürüttükleri mücadeleleri inkâr etmek mümkün değildir. Devrimci parti ve hareketler ırkçılığa, savaşa ve faşizme karşı demokratik haklar ve barış uğruna, kadınların kurtuluşu için mücadele etmekle yetinmediler, buna sebep olan sosyal sistemi yarattığı bütün eşitsizliklerle birlikte nihai olarak ortadan kaldırmanın mücadelesini verdiler. Geçmişte sesine fazla kulak verilmemiş feminizm veya zaman geçtikçe yakıcı bir hal kazanan çevrecilik gibi konulara ilişkin güncel literatür ve mücadeleler ait oldukları sorunların daha iyi tanınmaları yönünde yararlı ve uyarıcı bir işlev görüyorlar. Ne var ki Marksistler bunlara yine de sınıf bakış açısıyla yaklaşacaklar ve burjuva kadınla emekçi kadının, siyahi kapitalistle siyahi işçinin aynı “kimlik” içinde eritilmelerine karşı çıkacaklardır. Yoksa ufukları mevcut sistem içi düzenlemelerle sınırlı yeni toplumsal hareketlerden bir farkları kalmaz. Sınıf siyaseti kapitalizmin her türlü eşitsizlik ve kötülüklerini sorgulama yeteneğindeki yegâne yoldur.
Laclau ve Mouffe’un marifetleri, yeni toplumsal hareketleri, sınıfların ve sınıf mücadelelerinin yerine ikame etmekle sınırlı değildir. Marksist-Leninist sınıf analizi ve hegemonya anlayışı atılırken, onlarla birlikte temel taşları “uzlaşmaz karşıtlık” kavramı da atılır. Apaçık ki antagonizma kavramsallaştırması Marksizme yan çizmede uğranılmadan geçilemeyecek bir uğraktır. Söylem analizinde ve hegemonya stratejisinde antagonizm, sınıf çatışması yerine, agonizm, uzlaşma terimleri kullanılır. İlginç olan ilham kaynağının Nazizmin teorisyenlerinden Carl Schmitt olmasıdır.
“Biz” ve “onlar” ayrımından yola çıkan Schmitt, siyasetin her zaman düşmanlıklar, daha doğrusu dostlar ve düşmanlar arasındaki antagonist karşıtlıklar tarafından şekillendirildiğini savunur. Homejenliğin sağlanması için heterojenliğin imha edilmesini (bunu komünizmin ve rakip ideolojilerin, ari olmayan ırkların imhası anlayın siz) gerekli görür. Laclau ve Mouffe ise tersine toplumsal antagonizmaların uzlaştırılması ve bir tarafın öteki tarafı tasfiye etmemesi gerektiğini düşünürler. Çünkü çoğulcu demokrasilerde çatışmaların ortak bir fikir birliği içerisinde çözülebileceğine (Schmitt gibi faşistlerin kendilerini imhaya yönelmeleri karşısında ne yapacaklarına dair bir görüş belirtmezler) inanırlar. “Biz” ve “onlar” ayrımında ikincileri düşman olarak değil meşru rakip olarak görmek gerekir. Onun için radikal ve yıkıcı bulunan “antagonizm” kavramı atılır, yerine “agonizm” (dönüştürmek/agon: Antik Yunan komedyasında düşünceleri birbirine karşıt olan iki oyun kişisinin tartışmaya girdiği bölüm), rakip kavramları geçirilir. “Düşman”ı tasfiye etmek, rakiple yarışmak gerekir. Bunun gizli anlamı barış içinde yarıştır.
Köle sahipleri ve köleler, feodal beyler ve serfler, burjuvalar ve proleterler, karşılık geldikleri sosyoekonomik formasyonların temel sınıflarıdır. Bunlar antagonist sınıflardır; aralarındaki çelişki ait oldukları üretim tarzının temel çelişkisidir. Bu çelişkiler eski sistem aşılıp, yeni politik, iktisadi, ideolojik ve kültürel ilişkiler hâkim kılındığında çözülmüş olacaktır. ‘Antagonizm’ atılıp ‘agon’ getirilince uzlaşmaz zıtlıklar ortadan kalkmazlar. Antagonizmalar, mevcut devletin içinde değil, sömürülen temel sınıf kendi iktidarını ve düzenini kurduğunda çözülürler. Agonizm durumunda ise rakip meşru görülecek ve sorunlar aynı sistem içinde çözülmek istenecektir. Egemen olsun olmasın hegemonya kurma yeteneğinde olan sınıflar sözünü ettiğimiz temel sınıflardır. Kapitalist toplumda hegemonya mücadelesi iki temel sınıf arasında geçer: Ya burjuvazi toplumu zor ve rıza yöntemleriyle kendi egemenliği altında tutacaktır, ya da dost sınıf ve tabakaları etrafında birleştiren proletarya burjuva egemenliğini yıkacaktır. Mücadelenin kaderini belirleyecek olan orta tabakaları, ulusal ve kültürel hareketleri kimin kazanacağıdır. Tekil eylem alanlarında ortaya çıkan feminizm, çevrecilik, barış hareketi gibi mücadeleler ne kadar bir araya gelirlerse gelsinler hegemonik bir yapılanma oluşturamazlar. Kendi aralarında bir birlik kursalar da kapitalizmin dışına çıkamazlar.
Post-Marksizm aslında Marx-öncesi sosyalistlerin ve tarihçilerin, Batı sosyolojisinin sınırlı ve bulanık bakış açılarını yansıtan sınıflar üstü “ulus”, “halk”, “topluluk”, “yurttaş” “insanlar”, “farklılık” gibi genellemelerine bir geri dönüştür. Bu terimlerin izi kovalandığında altından Comte, Weber, Durkheim çıkar.
Laclau ve Mouffe, popüler kimlik merkezli bütünlükçü bir solu savunurlar. Projeleri bir cümleyle özetlenebilir: Özne “insanlar”, süreç “demokratik devrim“, hedef “radikal demokrasi” Bütün ufukları bu kadardır.
Laclau, 2005’te yazdığı Populist Sebep’de radikal demokrasinin öznesinin “insanlar” olduğunu vurgulamıştır. Artık var olmayan işçi sınıfına takılıp kalmayı bırakıp, “elitik oligarşi”nin karşısına söylemsel bir politik yapı olan “insanlar”la çıkmak, “bir halk ‘inşa etmek’” gerektiğini söyler. “Sınıflar” ölçütü terkedilmeli, hedefe “talepler”, “denklik zinciri” ve “insanlar” konmalıdır. Ne var ki bunlar hiç de yeni söylenmiş şeyler değil, klasik burjuva devrimleri ve eski tip popülizm sözlüğünden ödünç alınmış malum kavramlardır.
Post-Marksizmin politik içeriğini sosyal güçler dengesini halk lehine değiştirecek seçim odaklı strateji oluşturur. Laclau, “hegemonya”yı bazen halkın bilincini değiştirme yeteneği, bazen “tarihsel blok” , bazen halkın “bir siyasal özne olarak kurulması”, bazen anti-ırkçı, ekolojik vb. heterojen demokratik taleplerin karizmatik bir lider etrafında bir eşdeğerlilik ve farklılıklar zinciri içinde birleştirilmesi diye tanımlar. Toplumsal sorun kaynaklı birikmiş, çözülememiş “popüler demokratik mücadeleler”in, ortak bir tema etrafında birleştirilmesinin neoliberal hegemonyayı sarsacağını umarlar. Post-Marksist söylemi benimsemiş Podemos, hedef kitlesini “yurttaşlar” ve “insanlar” olarak belirlemiştir. Buna kapitalistler, karşıdevrimciler, liberal/muhafazakâr politikacılar dahildir.
Eski bir tarihe sahip radikal ve liberal popülizm, diğer adıyla “halkçılık” tarihsel olarak sınıf farklılıklarının henüz billurlaşmadığı kapitalizme geçiş dönemine ait bir olgudur. Lenin’in gençlik yılları Rus popülistleriyle mücadele içinde geçmiştir. “Halk” sosyoekonomik sistemlere, tarihsel dönemlere göre birçok anlam taşıyabilen muğlak bir kavramdır. Öneminden dolayı sosyalist inşanın başında bir kez daha uyarıda bulunmayı gerekli bulmuştur:
“Marks ve Engels, sınıfların farkını unutan ve basitçe üreticilerden, halktan ya da emekçilerden söz eden kişilerle acımasızca mücadele ettiler. Marks ve Engels’in eserlerini bir ölçüde tanıyanlar, bütün bu eserlerde, basitçe üreticilerden, halktan, emekçilerden söz edenlerle sürekli alay edildiğini unutamaz. Genelde emekçi ya da genelde çalışan yoktur, bilakis ya tüm psikolojisi ve tüm yaşam alışkanlıkları kapitalistçe olan –ve başka türlü de olamayacak olan- üretim araçlarına sahip küçük mülk sahipleri, ya da tümüyle farklı bir psikolojiye sahip olan ücretli işçi vardır, kapitalistlerle antagonizma içinde, zıtlık içinde, onlarla mücadele içinde bulunan büyük sanayinin ücretli işçisi vardır.” (Lenin, RKP(B), X. Parti Kongresi’)
Laclauist post-Marksizmin işaret levhası ileriyi değil geriyi gösterir: Temel çelişki emek ile sermaye arasında değil, “insanlar”/(”halk”) ile elit tabakadan oluşmuş “oligarşi” arasındadır. Ne kadar “halk” derse densin radikal demokrasi projesi, halkı rahatlatacak asgari bir programa bile sahip değildir.
Post-Marksist söyleme popülizmin parladığı son yıllarda dahil edilen yüz elli yaşını tamamlamış sol popülizm, güncel siyasete taşınmıştır. Yalnız eski popülizmin sol kanadı zamanına göre ihtilalciydi, neo-sol popülizm Narodniklerin değil liberal halkçılığın bayrağını taşıyor.
Laclau, popülizmi, bir ideoloji değil farklı ideolojik içeriklerin eklemlendiği politik kimlikler oluşturma yöntemi diye tanımlar. Bazen de “konjonktüre bağlı siyasi bir hareketi örgütleme stratejisi” veya “politikayı inşa etmenin bir yolu” (Popülist Sebep) diye tarif eder. Popülist Akıl Üzerine’de (2002) popülist politikanın uygulanabilirliğini halk ile mevcut iktidar arasında toplumsal siyasal bir yarılmanın varlığına bağlar. Böyle bir durumda toplumsal sorunlardan kaynaklanan çelişki ve rahatsızlıkları dile getiren “ortak bir tema” etrafında iktidar blokuna karşı popülist bir blok oluşturmak mümkün olur. Sağ ve sol popülizmlerin varlıkları ve yükselişleri böyle bir zeminde hayat bulur.
Post-Marksist popülizm sol siyasi yelpaze içindeki yerini kendi ağzından şöyle tarif eder: Solunda komünistlerin de içlerinde oldukları radikal devrimci sol, sağında merkez sol sosyal demokrasi, ortada “radikal demokrasi” Laclau, Hegemonya ve Sosyalist Strateji’ye 2000 yılında yazdığı önsözde, radikal demokrasi projesinin düşmanının liberal demokrasi olmadığını da belirtir. Chantal Mouffe ise röportajlarında liberal demokrasiyi yok etmekten değil genişletmekten yana olduklarını, değişimi parlamenter sistem dışında düşünmediklerini, “solun görevinin bu nedenle liberal-demokratik söylemi kınamak değil, onu derinleştirmek ve genişletmek” olduğunu söyler. Onlara göre sisteme devrimci bir şekilde meydan okumadan da bir şeyleri değiştirmek, neoliberal küreselleşmeye alternatif oluşturmak mümkündür.
Bir çerçeve çizmek gerekirse, sol popülizm, barışçıl yol izleyen, seçimleri ve parlamentoyu esas alan, ulus-devlet merkezli, “vatansever”, karma ekonomiye (kapitalist) dayanan bir düzen tasarımıdır. Dolayısıyla Laclau-Mouffe çifti, eski sosyal demokrasiye yeni bir şey katmazlar. Sadece işçi sınıfının değil burjuvazinin gözünde de itibar kaybetmiş sosyal demokrasiyi, eşeğini boyayan Kayserili misali, post-Marksist bir cilayla yeniden parlatırlar.
Öte yandan Laclau ve Mouffe sol popülizm adına, sağı da içine alan popülizmin genel ilkelerine bağlı kalırlar. Bunların başında karizmatik liderleri ve entelektüelleri öne çıkarmaları gelir. “Güçlü lider”in sembol haline gelerek bir çekim merkezi olabileceğine inanılır ve “sağ popülizm”in “Führer ilkesi”nden devralınan karizma sahibi “otoriter lider” anlayışı sol popülizme transfer edilir. Böylelikle hiyerarşik, otoriter ve ikameci diye üzerine çizik atılan Marksist partinin yerini, “güçlü lider” imajına sahip “birey” alır. “İnsanlar”ı etkilemek ve arkasından sürüklemek için popülist liderlere gereksinim duyulması esasında bir zaaf belirtisidir. Marksizm’de yeri olmayan bu kavramın esin kaynağı “sürü” (kitle) psikolojisi ve içgüdüsel yöneliş mantığı söyleminin kurucusu Freud’dur. Laclau, temsil etme-edilme çerçevesine yerleştirdiği “lider”i, “insanlar”dan biri, “eşitlerin birincisi” diye tanımlar. Emek Cephesine önderliğini kabul ettirmiş proletaryaya reva görülmeyen “halk iradesi”ni temsil yetkisi bir kalemde “tek adam”a havale ediliverir.
Dikkati çeken diğer bir şey de “radikal demokrasi”, “demokratik devrim”, “sosyalizm” gibi kavramların çok sık kullanılmasıdır. Gelgelelim bunların içini dolduracak tatmin edici ne bir strateji ne de bir program söz konusudur. Aslında Mouffe 2018 Eylül’ünde Michael Calderbank ile yaptığı söyleşide her şeyi açıkça söylüyor: “Sol popülizm kesinlikle radikal bir reformizm stratejisidir. Sol popülist bir stratejinin amacı seçimleri kazanarak iktidara gelmektir. Mevcut kurumlarla ilişki kurma ve devleti dönüştürme olasılığına inanıyorum. Bunun en uygun strateji olduğunu düşünüyorum, çünkü neoliberal hegemonyadan kopmanın ve demokrasinin radikalleşmesini amaçlayan farklı bir hegemonya oluşturmanın yolu budur.”
Reformizm reformizmdir, radikali-ılımlısı aynı kapıya çıkar. Mouffe’un dürüstçe itiraf etmesine bir diyeceğimiz olmaz, yalnız tarihsel deneyimlerden hareketle şunu hatırlatmak isteriz: Sol popülist strateji izleyerek iktidara gelinmez değil gelinir. Ama ekonomik ve siyasi iktidarın asıl sahibi sırtlanlar beyaz eldivenleri kullanarak devleti dönüştürmenize seyirci kalmazlar, hiçbir zaman da kalmadılar. Devlet her seçim kazananın istediği gibi dönüştürebileceği veya neoliberal hegemonyadan koparabileceği sınıf dışı bir enstrüman değildir. Kaldı ki sol popülist diye adlandırılan partilerin iktidara geldiklerinde neoliberalizme kolay adapte olmak, serbest piyasa ekonomisini kabullenmek gibi kötü bir huyları var.
Laclau, Avrupa’da Podemes (İspanya), Syriza (Yunanistan) ve diğerlerini, Latin Amerika’da Lula da Silva (1998, Brezilya), Néstor Kirchner (2003, Arjantin), Evo Morales (2005, Bolivya), Rafael Correa (2006, Ekvador) ve tabi hepsinden ileri gidebilen Chavez (Venezüella) gibi ilerici hükümetleri kendisini doğrulayan modeller olarak gördü ve bu sol popülist yönetimlerle görüş alışverişinde bulundu.
Syriza üzerinde fazla durmak gerekmiyor; AB’nin, başta Alman emperyalizminin dayatmalarını kabul etti. Kemer sıktırdığı Yunan halkını değil Yunan burjuvazisini kurtardığı için seçimleri kaybetti. İçlerinde en ileri gidebileni Chavez oldu, ama onun iktidarında da dış ve iç kapitalist sömürü devam ettiği, emekçilerin sömürülmesine son verilmediği için sürekli patinaj yapmak zorunda kaldı.
Amerikan emperyalizminin arka bahçesindeki ilerici hükümetleri devirmek için çevirdiği dolapları anlatmanın yeri burası değil. Kesin olan bir şey varsa o da sol popülist partilerin izledikleri yolun faşist-gerici iktidarlar ve arkalarındaki emperyalistlerle mücadelede örnek alınacak bir model olmadığıdır. Marksist Allende’nin yapamadığını post-Marksistler hiç yapamazlar. Eduardo Galeano’nun aşırı sağ diktatörlüklerden sonra kurulan sol-sosyal demokrat hükümetler hakkındaki benzetmesini bir kez daha hatırlamakta yarar var: İktidar keman gibidir, sol elle tutulur, sağ elle çalınır.
Burjuva devletin ve kapitalist sistemin tasfiye edilmesi gerektiğini hatırlatan bu örnekler de gösteriyor ki, post-Marksistlerin ve sol popülistlerin üzerinde durma gereği duymadıkları emperyalizm, faşizm, devlet, ordu, polis, gizli servisler, NATO, İMF, darbe gibi konular üzerinde epey çalışmaları gerekiyor. Çünkü sınav zamanında soruların çoğu buralardan gelmektedir.
Post-Marksizm dünyada ve Türkiye’de çok sayıda sol parti, grup, yazar ve akademisyen tarafından kabul görüyor. Açıktan ve bütünsel olarak Laclauist-Mauffist çizgiyi benimseyenlerin sayısı belki o kadar fazla değil ama kimlik politikalarını ve sol popülist stratejiyi solun içinde bulunduğu açmazdan çıkaracak çare olarak gören çok sayıda Türk, Kürt solcu parti, grup, site, yazar, entelektüel (vs.) var. Özellikle post-Marksist tezleri geleneksel çizgilerine monte edenler görünenden kat kat daha fazla. 12 Eylül mağlubiyeti ve arkasından gelen 1990 dünya karşı devrim dalgası sonrasında radikal devrimci soldan boşalan yerler sivil toplumcuların istilası altındadır.
Yeni bir silkiniş dönemi diğerleriyle birlikte bu prangalardan da kurtulmakla olacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.