1970’lerin sonlarına gelindiğinde, gerek yaygınlık gerekse kitlesellik açısından bakıldığında, egemenlerin gireceği bir yönetememe bunalımında, doğru politikalar uygulanabilirse iktidar alternatifi olmak bir ihtimaldir, ama henüz sadece ufuktaki bir ihtimal. Türkiye devrimci hareketi ilk kez bu kadar kitleselleşmiş olan ancak toplum içindeki geleneksel kökleri zayıf bir hareket olarak önemli acemilikleri de barındırmaktadır
Türkiye solunun 12 Eylül darbesi karşısındaki ağır yenilgisi yaklaşık 40 yıldır çok yönlü olarak tartışılmaktadır. Devrimci Yol çevrelerinde de 82 Politik Hattı tartışmalarından Almanya merkezli bölünmeye, Devrimciler sürecindeki tartışmalardan Tartışma Süreci’ne, zaman içinde ÖDP’ye dönüşen kesim ile zaman içinde Halkın Devrimci Yolu bildirgesini yayımlayanların tartışmalarına ve bu ekiplerin kendi içlerindeki tartışmalarına kadar birçok iç tartışmada gündeme gelmiştir. Ayrıca solun diğer kesimlerinin eleştirileriyle de tartışmalar yürütülmüştür. Geçmişin 1960-70’ler döneminin tartışılması ancak mücadelenin yeni bir zirveye ulaşmasından sonra önemi azalacak bir konudur.[1] Dolayısıyla yakın geçmişimizi ayrıntılı şekilde değerlendirmek önemli bir ihtiyaç olmaya devam etmektedir.
Mehmet Süreyya Karakurt “THKP-C Devrimci Yol Geleneğinde Öncülük Olarak Politika. İki Bakış İki Devrimci Yol” isimli kitabında şimdiye kadarki Devrimci Yol değerlendirmelerinden daha farklı bir zeminden yola çıkmış. Özgün bir çalışmayla karşı karşıyayız. Karakurt DY’nin (ve THKP-C’nin) mantığını ve siyaset felsefesini (s. 10)[2] çözümlemeye çalıştığını ifade ediyor. Ancak ben bu yazıda, aşağıda açıkladığım nedenlerle, politik ağırlıklı bir değerlendirme yapacağım.
Karakurt kitapta Mahir Çayan’ın Kesintisizler’i, DY dergisindeki yazılar, 1991 yılında yayımlanan Devrimci Yol Yazıları kitabına Oğuzhan Müftüoğlu’nun yazdığı Önsöz ve son 10 yılda yayımlanan anı kitaplarından geniş ölçüde yararlanmış: Bitmeyen Yolculuk (O. Müftüoğlu), Tarihle Söyleşiler 1 (M. A. Yılmaz, Ali Alfatlı, Ali Başpınar, M. Pekdemir). Mantık ve siyaset felsefesi açısından ise Hegel, Freud, Lefort, Zizek, Nietzsche, Paşukanis, Habermas, Arendt referans alınmış. Marx, Lenin, Mao gibi sosyalist önderler ise bu kitapta genellikle, Mahir Çayan ve Devrimci Yol’un yaptığı alıntılar zemininde, dolaylı olarak yer almaktadır.
Bu yazıda Karakurt’un kitabından önemli görülen bazı tespitler aktarılacak ve tartışılacaktır. Aslında Karakurt’un çalışmasını kapsamlı bir şekilde değerlendirebilmek için benim bazı konularda araştırma yapmam gerekiyor. Karakurt’un çalışmasında atıf yaptığı birçok düşünürün fikirleri konusunda bilgim çok sınırlı. Ancak, böyle derinlemesine bir çalışma -mevcut hayat ve çalışma koşullarımda- kısa vadede pek mümkün görünmüyor. Bu nedenle kitabı yeni okumuşken sıcağı sıcağına, eksik gediği çok olsa da bir değerlendirme yazısı yazmayı tercih ettim. Dolayısıyla bu yazı, benim az çok hâkim olduğum, politik çerçeve ile sınırlıdır. Yine bu yazı DY’nin değerlendirilmesi çabasının, Karakurt’un kitabı vesilesiyle yazılan, bir parçası olarak kabul edilebilir.
(Mehmet Süreyya Karakurt. 2017. THKP-C Devrimci Yol Geleneğinde Öncülük Olarak Politika. İki Bakış İki Devrimci Yol. İstanbul: Belge Yayınları)
Karakurt DY’nin 12 Eylül’deki yenilgisi konusunda “basitçe, tokuşan iki yumurtadan birinin kırılması gibi ele almak, örgütsel, taktiksel hatalar ya da gizliliğe yeterince riayet edilmemesi, polis tarafından tanınma, çabuk yakalanma, ele verme vb. gibi ‘teknik’ düzeyde açıklamalarla” (s. 361) yetinilemeyeceğini belirterek daha kapsamlı bir değerlendirme gerektiğine vurgu yapmaktadır. Gerçekten de yapılan tartışmaların önemli bir bölümünde burada sayılan yenilgi nedenlerinden taktiksel nedenler, örgütsel nedenler ve önderliğin (Merkez Komite’nin) hataları üzerinde durulmaktadır.
Karakurt yenilgi üzerine 4 tez ileri sürmektedir. Bu tezlere göre:
Yazar hem Mahir Çayan’da hem de Devrimci Yol’da iki temel bakış açısı tespit ediyor: “Aşkın bakış” ve “zaman ve mekân içinden bakış” (veya “olayların içinden bakış”). Aşkın bakış gelişmelere tarih üstü bir yerden bakan, insan iradelerinin dışında zorunlulukları (örn. komünist devrim) varsayan bir bakış olarak değerlendiriliyor. Zaman ve mekân (olayların) içinden bakış ise pratik gelişmeleri gözlemleyerek bunun gereklerini anlamaya ve yerine getirmeye dayalı bir bakış olarak ele alınıyor. Yazar DY’nin her iki bakış açısını da barındırdığını, başarısını “olayların içinden bakış” sayesinde kazanırken, yenilgisini ise “aşkın bakış” nedeniyle gelişmelerdeki değişimi görememekten dolayı yaşadığını belirtmektedir.
Yazar Marksizm’deki determinist yönün sadece insanları devrim yapmaya mecbur bırakmakla kalmayıp, ne yapmaları, neyi hedeflemeleri gerektiğini de dikte ettiğini belirterek bunu “teleolojik determinizm” olarak tanımlamaktadır. Ortaya çıkan “tarihsel teleolojinin hem Çayan’ın hem de Devrimci Yol’un başına dert olduğunu” (s. 39) belirtmektedir. Yazara göre Çayan, Marksistlere tarihi bilme ayrıcalığı tanımaktadır. Bu ayrıcalık da Marksistleri bir ayaklarıyla zamanın ve mekânın dışına, aşkın bir konuma, peygamberlerin ya da Platon’un filozoflarının konumuna taşımaktadır. Böylece Marksistler tanrısal, yanılmaz ve üstün bir yere yerleştirilmektedir. Yazar bu bakış açısının hiçbir “komünist ülke”de elle tutulur bir demokrasi yaratamadığını, bütün “komünist devletler”in demokrasi ve özgürlükler sorunu nedeniyle çöktüğünü belirtmektedir (s. 45-47).
Bir kısmı Komünist Parti isimli partiler tarafından yönetilen, komünizmi hedefleyen ancak kendilerini “sosyalizm” veya “halk demokrasisi” aşamasında tanımlayan reel sosyalist devletlerin “komünist devlet” olarak tanımlanması yanlıştır. Öte yandan, bu ülkelerde bir demokrasi oluşturulamadığı ve birçok açıdan burjuva demokrasisinin bile gerisinde kalındığı açıktır. Reel sosyalist ülkelerin resmi bakış açılarında yanılmaz bir parti olma iddiası da bulunmaktadır. Ancak bu yaklaşımın Çayan ve DY için de geçerli kabul edilmesi zorlama bir değerlendirmedir. Mahir Çayan da, DY de proletarya partisinde ideolojik birliği savunmasına karşın söz konusu ideoloji, kendi içinde zorunlu olarak “önceden belirlenmiş” değildir. DY Bildirge’de “her alanda o alanın özelliklerinden gelen “farklı” eğilimlerin bulunması kaçınılmaz bir şeydir. Bu gibi farklılaşmalar temelden farklı kavrayışlara, farklı ideolojik temellere dönüşmedikçe bir parti içinde doğal olarak karşılanılmalı ve hatta parti içinde gerekli bir fikir çeşitliliği olarak bir sağlık işareti olarak değerlendirilmelidir” (DY Bildirge, 1977, s. 35) ifadelerinin yer alması iddia edilen aşkınlıkla örtüşmemektedir. Karakurt öncülük ve önderliğin rolü bahsinde de “Devrimci Yol’a göre ise öncülük, önderlik hiç kimseye, hiçbir gruba önceden verilmiş bir unvan olamaz. Öncülük ancak alan içinde, mücadele içinde elde edilebilen bir sıfattır.” (s. 163) demektedir. Dolayısıyla önceden tayin edilmiş bir hakikâtin temsilcisi olmak değil, halk nezdinde kazanılan bir pozisyon söz konusudur.
Yazar diğer yandan da, Mahir Çayan ve DY’nin zamanın ve mekânın içinden bir bakışa sahip olduğunu belirtmektedir. Yazar’a göre Çayan’ın silahlı propaganda ile kitle yaratmayı, kitleleri devrim saflarına kazandırmayı sempati, umut ve algı yaratma, psikolojik savaş gibi terimlerle açıklaması bu içeriden bakış modelini yansıtmaktadır ve DY’nin başarısının gerisinde “hakikati” dayatmayıp sorun yaşayan kitlelerde umut yaratmaya verdiği önem yatmaktadır (s. 51).
Karakurt, Çayan’ın Kesintisizler 2-3’te kitlelerin sempati ve güvenini kazanma konusunda yazdıklarına özel önem atfetmektedir:
Çayan’ın anlatımı politik güç yaratmanın ana halkasını girişimde bulunanın tepkili kitlelerde kendisine yönelik bir sempati yaratması olarak tanımlar; esas itibariyle tepkili kitlelerdeki hâkim algı değiştirilmelidir. Bunun yolu da güç gösterisi ve psikolojik savaştır. Solun sosyalist çalışmanın en önemli halkası olarak ele aldığı, bilinç aktarma işi ise ancak bunların yaratacağı zeminde başarılabilir.
İtiraf etmek gerekir ki bu yaklaşım her türlü rasyonalist devrim ve politika teorisinin ters yüz edilmesidir. Çayan’da devrimci ve yeni olan, belki bu nedenle de ona sempati duyanlar dışında hemen hiçbir çevrenin bir türlü anlamadığı, bir yere oturtamadığı da budur. (s. 77)
Yazar post-Marksist teorisyen Claude Lefort’un “güç/iktidar toplumun kurucu unsurudur. Toplum güç/iktidarın sembolik etkisi olarak ortaya çıkar” (s. 84) şeklindeki tezini aktardıktan sonra Çayan’ın düşüncesini problemli bir yaklaşım olarak değerlendirmektedir:
Ancak Çayan gücü zor (şiddet) ile özdeş tutar. Bu problemli bir yaklaşımdır. … (Yazar burada seçim anketlerinde güçlü görünen partinin seçmenden algısını etkileyerek daha da güç kazandığı konusundaki tezden söz ediyor- bn). Eğer bu tez geçerli ise kuvvet gösterisinin silahlı yollar dışındaki biçimlerinin de olduğunu kabul etmemiz gerekir. Oysa Çayan çok geniş bir alana yayabileceği güçlü bir tezi dar bir alana sıkıştırıyor gibidir. (s. 87)
Lefort’un tezinin doğruluğu yanlışlığı bir yana, Mahir Çayan Kesintisizler’de genel bir felsefi tartışma yürütmemekte, önermesinin tüm toplumlar için her zaman geçerli olduğunu iddia etmemekte, somut durumun tahliline göre kendi önüne koyduğu somut adımı açıklamaktadır. Dolayısıyla söz konusu karşılaştırma geçersizdir.
Karakurt, Hegel’deki zorunluluk meselesini aktarıyor ve Mahir Çayan’da Hegelci ifadeler olduğunu ileri sürdüğü metinler üzerinde duruyor. Çayan’ın kapitalizmin serbest rekabetçi dönemi (Marx-Engels), Sovyet devrimi (Lenin) ve Çin Devrimi (Mao) hakkındaki her dönemi kendi şartları içinde değerlendiren metinleri üzerinden “aşkın bakış” değerlendirmesi yapıyor:
“Kesintisizler bu Devrim tanımının zaman ve mekân içindeki tarihsel devinimini sergileyecektir. Marks’tan günümüze somut devrim teorilerinin sunulduğu çerçevede dikkatimizi bir nokta çeker. Bu teorilerin her biri, tarihsel gelişimin içinde bulunduğu evrede, o şartlarda Marksizm’in yegane geçerli, zorunlu devrim modeli olarak ortaya çıkar. Devrim o dönemde zorunlu olarak o şekli alacaktır; başka türlü olması mümkün değildir. Bir başka şekli ileri sürmek sapmadır, zaten mümkün de değildir.
Devrim teorileri, bu çerçevede, devrim kavramının sergilediği bir zorunluluklar tarihi olarak ortaya çıkarlar.” (s. 256)
Geçmiş devrimler değerlendirilirken, eğer Karakurt’un kullandığı kavramlarla gidilirse, olayların sonuçlarını bilme anlamında, “aşkın bakış” mümkün ve geçerlidir; çünkü bu devrimler ve devrim girişimleri olmuş bitmiştir. Ancak, mesele Karakurt’un iddia ettiği zorunluluk anlayışından biraz daha farklıdır. Geçmişteki her bir devrim teorisi değerlendirilirken üzerinde durulan özellikler ve fikirler, başka ihtimaller ve fikirler arasından sıyrılarak gerçekleşmiş olanlardır. Tarihsel süreç incelenirken sıklıkla “devrim” dönemleri üzerinde durulduğu gibi, devrim dönemlerinde de öne çıkmış, dönemi temsil eder niteliğe ulaşmış olan örnekler ve fikirler üzerinde durulmaktadır. Bir devrim stratejisi oluşturulurken, kendi ortaya atıldığı dönemde bile devrimci bir harekete öncülük edememiş, yanlışlanmış fikirlerin üzerinde durulmasının yararı sınırlı olacaktır. Her dönemin devrim fikri, o dönemin alternatifleri arasında göreli olarak başarılı olmuş olan fikirdir. Yani Çayan’ın bakışının “her ne olmuşsa ancak o olabilirdi” olarak anlaşılması doğru değildir. Daha çok “bizi olanların en ilerisi ilgilendirir. Bir sonraki örnek için hareket noktası bu ileri örneklerdir” yaklaşımı söz konusudur. Zaten kitabın biraz daha ileriki bölümünde Karakurt da bu durumu ifade eder:
… çizmeye çalıştığımız bu çerçeve bize çok önemli başka bir şey daha söyler. Eğer gelenek -yani grubun gene sırf kendine referansla ayakta kalması- önderlik adımının başarısına bağlıysa, gelenek, içerisindeki önderlik girişimi bakımından başarılı kol üzerinden devam eder. Örneğin Marks ve Engels sonrası komünist gelenek Kautsky veya başarılı olamamış örneğin Menşevikler üzerinden değil, başarılı olmuş Lenin üzerinden devam etmiş; geleneğe onun yorumları damgasını basmıştır. Çayan’ın geleneği takip edişi gene girişimlerinde başarılı olmuş Mao, Ho Chi Min, Che Guevera vb. üzerinden olur. Marksist-Leninist geleneği bunların vurduğu damga üzerinden takip eder. (s. 283)
Ancak yazar burada çelişki içindedir. Çünkü daha önceki bölümde Çayan için yapılmış olan “zorunluluklar tarihi” yaklaşımı iddiası da yerinde durmaktadır.
Karakurt 1980 Ağustos ayında yayınlanan “Devrimciler Ne İçin Savaşıyor?” broşüründen Türkiye’nin çarpık kapitalist yapısı nedeniyle söm��rünün yoğunluğunu anlatan bir alıntı yapıyor. Burada “üretim araçlarına sahip olmayan ve çalışarak kendi emeğiyle geçinen toplumun büyük çoğunluğuna ise yaşamlarını zorlukla sürdürebilecekleri kadar bir şey kalmaktadır.” (DY’den aktaran Karakurt, 2017, s. 300-301) ifadesi yer almaktadır. Karakurt bu tanımlamaya itiraz etmektedir:
Marks’ın Kapital’de değişim ilişkisi ve “işgücünün değişim değeri” üzerine yaptığı değerlendirmelere baktığımızda, kapitalist işleyişin zorunlu olarak bu biçimde olacağını ileri sürmenin mümkün olmadığını görürüz. Aslında Çayan ve Devrimci Yol evrim dönemlerini “toplumsal barış dönemleri” olarak tanımlarken de, Lenin ‘milli kriz’i tanımlarken ‘barışta soyulmalarına hiç seslerini çıkartmadan katlanan’ ezilen sınıflardan sözederken de bir bakıma bunu dolaylı yoldan ifade ederler. (s. 301)
… mübadele ilişkisinde prensip olarak eşit değişim değerleri birbiriyle mübadele edilir ve bu ilişkiden her iki taraf da “memnun” -iradesi gerçekleşmiş olarak- ayrılır. (s. 302)
Kapital’deki kapitalist sömürü işgücüne değerinin altında ödeme yapılmasından kaynaklanan bir sömürü değildir. Öyle olsaydı, yüksek ücretlerin ödendiği ülke ve sektörlerde sömürünün olmadığından bahsetmemiz gerekirdi. Oysa Kapital’de durum böyle değildir. (s. 303)
“Devrimciler Ne İçin Savaşıyor?” broşüründe “işgücüne değerinin altında ödeme” yapıldığı iddiasında bulunulmamaktadır. Türkiye’deki somut durum “toplumun büyük çoğunluğuna ise yaşamlarını zorlukla sürdürebilecekleri kadar bir şey kalmaktadır” ifadeleriyle tanımlanmaktadır. Yani “böyle olmak zorunda”dır denilmiyor, “böyledir” deniliyor. Öte yandan kapitalist sömürüde “işgücünün değeri” önceden bilinen sabit ve evrensel bir değer değildir, birçok değişkene bağlıdır. Kapitalistler işgücüne mümkün olan en düşük değeri biçmeye ve ondan mümkün olduğunca fazla yararlanmaya çalışırken, işçi de kendisi açısından mümkün olan en yüksek değeri talep eder ve kendisini korumaya çalışır. Kapital bu mübadeleyi soyut düzeyde ele aldığında özgür ve eşitler arası bir mübadele olarak varsayarken, gerçeklikte ise bu mübadelede özgürlüğün ve eşitliğin olmadığının örnekleriyle doludur. Marx, işgünü konusunu değerlendirirken, işçinin ağzından kapitaliste seslenir:
Sen de, ben de, piyasada tek bir yasa tanırız, metaların değişim yasası. … Sen, bana, durmadan ‘tutumluluk’ ve ‘perhizkârlık’ konusunda vaazlar verirsin. Güzel! Ben de akıllı bir mal sahibi gibi, tek servetim olan emek-gücüme gözkulak olacak ve onun her türlü israfından kaçınacağım. … İşgününü sınırsız olarak büyütmekle, sen bir gün içinde, benim üç günde yerine koyamayacağım kadar emek-gücünü kullanabilirsin. Senin emekten kazandığını ben özden yitiriyorum. Emek-gücünün kullanılması ile, yağma edilmesi birbirinden çok farklı şeylerdir. (Marx, 1986, s. 248)
Marx, işçinin sesini yansıttıktan sonra devam eder: “Öyleyse burada bir karşıtlık, her ikisi de değişim yasasının damgasını taşıyan iki hak arasında bir çatışma vardır. Eşit haklar arasında son sözü kuvvet söyler” (1986, s. 249). Yani söz konusu olan işgücünün satılması olduğunda pratikte ortada iki tarafın da “memnun” olduğu bir ilişki değil, son sözü kuvvetin söylediği bir ilişki vardır.
Öte yandan işgücünün değerinin ne kadar olduğu konusunda kültürel faktörler de etkilidir. Belirli bir toplumsal yapıda ihtiyaç olarak kabul edilmeyen metalar aynı dönemde başka bir toplumsal yapıda ihtiyaç olarak kabul edilebilir. Bir toplumsal yapıda belirli bir dönemde ihtiyaç olarak görülmeyen metalar bir sonraki dönemde ihtiyaç olarak görülebilir. Dolayısıyla işgücünün değeri için yapılan pazarlıkta bu faktörler de etkili olur. Ayrıca işgücünün değeri, bazı durumlarda işgücünün (işçinin ve ailesinin) yeniden üretimi için gereken değerin altına bile düşebilir. Örneğin işçinin ailesinde başka çalışanlar varsa, işçinin evi varsa, işçinin çok kısa vadede acil ihtiyaçları varsa vb. durumlarda işgücünün değeri kendisinin ve ailesinin yeniden üretimi için gereken değerin altına düşebilir. İşçilerin örgütlü ve güçlü olduğu, emek gücünün kıt olduğu veya tekel kârı nedeniyle sermayenin belli yerlerde sorun istemediği durumlarda ise emek gücünün değeri yeniden üretim için gereken değerin üstüne çıkabilir. Her iki durumda da kapitalist sömürü ve antagonist çelişki devam etmektedir.
Karakurt’un “antagonist ilişki” hakkındaki yaklaşımı da sorunludur. Bu konuda şöyle denilmektedir:
Antagonist ilişki toplumda -örneğin kapitalist ve işçi sınıfları arasında- zaten var olan bir ilişki değildir. Öyle olsa bu antagonist güçler hiçbir şart altında ‘barış’ içinde yaşamazlar, toplum her durumda sırf iç savaş toplumu olurdu. (s. 313)
Eğer antagonist ilişki birbirine zıt düzen anlayışlarına sahip iki kutubun çatışması ise karşı tarafın da kendini pozitif terimlerle tanımlaması gerekir. … Toplumla çatışmalı bir ilişkinin ortaya çıkması için toplumdan dışlanmış olmak yetmez, bu ‘dışarı’nın kendisini karşı kutup olarak tanımlaması da gerekir. (s. 316)
“Antagonizma” kavramı yazar tarafından yanlış yorumlanmıştır. Antagonizma, karşıtlığı anlatır. Marx ve Engels antagonizmayı (karşıtlık) sınıfların örgütlü güçler şeklinde karşı karşıya gelmesine değil, çıkarlarının karşı karşıya olmasına dayandırır. Örneğin “Bugüne kadarki bütün toplum biçimleri … ezen ve ezilen sınıfların karşıtlığına dayanmıştır” (Marx ve Engels, 1998, s. 25) ifadesinde olsun, “Mülkiyet, mevcut biçimi içersinde, sermaye ile ücretli emek karşıtlığına dayanır.” (Marx ve Engels, 1998, s. 28) ifadesinde olsun antagonizma için öznel olarak bir karşı güç oluşturmuş olma şartı yoktur. Mahir Çayan’da da antagonizma sınıfların öncülerinden ve örgütlü güçlerinden bağımsız olarak vardır:
Proletaryanın yönetimi ele geçirebilmesi için, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin arasındaki çelişkinin antagonizm kazanması, son haddine ulaşması gerekmektedir. Proletarya, daha doğrusu öncü müfrezesi bu zıtlığı çözümlemek için devrimci sınıfları kendi tarafına çekerek, ileriye fırlar, karşı tarafın baskı ve cebrini devrimci şiddet ile bertaraf edip, eski devlet mekanizmasını parçalayarak, kendi politik hegemonyasını kurarak, kendi iktidarına uygun alt yapı düzenlemelerine geçerek, sınıfsız topluma kadar devrimi sürekli kılar. (Çayan, 1996, s. 223)
Antagonizmanın varlığı “çatışmanın açığa çıkmış” ve tarafların iki kutup halinde örgütlenmiş olmasına bağlı değildir. Antagonizma var olmasına rağmen ezilen sınıflar egemenlerin ideolojik hakimiyeti vb. altında olabilir ve kendini taraf olarak ifade edemeyebilir. Kapitalist toplumda “evrim” aşaması antagonizmanın olmadığı bir dönem anlamına gelmez. Antagonizma (emek-sermaye karşıtlığı) bulunmakla birlikte bir kriz halini almamıştır. Dolayısıyla antagonizmanın varlığı zorunlu olarak “sürekli kriz” anlamına gelmez.
Karakurt öncülük konusundaki kurguyu “mağduriyet” üzerinden yapıyor. Ancak kitapta “mağduriyet” kavramı fazlasıyla geniş tutularak, istediğine ulaşamayan her kesim “mağdur” olarak kabul edilmiştir. Bu durum kavram kargaşasına yol açmaktadır. Örneğin tekelci burjuvazinin istediği ve beklediği tüm kazanç olanaklarına kavuşamamasını “mağduriyet” olarak tanımlamak ve bu durumu işçilerin yaşadıklarıyla aynı kategoride ele almak elmalarla armutların toplanmasını çağrıştırmaktadır. Elmalarla armutlar “elma” veya “armut” başlığı altında değil ancak “meyveler” gibi bir başka başlık altında birlikte değerlendirilebilir. Bu örnekte ise bu iki sınıfın yaşadıkları olgu “çıkar çatışması” veya “sınıf çatışması” olarak ele alınabilir.
Yazar DG’yi kuranları da “mağdurlardan bir mağdur” olarak tanımlamakta ve DY’nin ilk nüvesinin gençlik olmasının gerisinde ilk mağdurların öğrenciler olmasının yattığını belirtmektedir (s. 151 ve 153). “Mağduriyet” özellikle 1970’lerdeki devrimcilerin önemli kısmının da -sınıfsal kökenleri itibariyle- devrimci harekete katılmalarının temel güdüleyicisi olmakla birlikte, bazı durumlarda daha dolaylı bir etkinin var olduğu anlaşılıyor. Kişisel mağduriyetten öte toplumdaki genel mağduriyete karşı çıkma, devrimcilik eğilimi bazı durumlarda önem kazanıyor. 70’ler örneği üzerinden düşünüldüğünde DG’nin kurucu kadrolarının, eğer 1974 ve sonrasında faşist saldırılar yoğunlaşmasaydı da, yine de başta THKP-C ve THKO’nun 12 Mart’a karşı verdikleri başı dik mücadele, Vietnam Savaşı, sosyalizmin dünyadaki etkisi gibi nedenlerle devrimci faaliyette yer alacakları öngörülebilir.
12 Mart’tan çıkış döneminde öğrencilerin “ilk mağdurlar” olarak tanımlanması da doğru görünmemektedir. Söz konusu dönemde mağduriyet açısından öğrencilerin, işçilerden, köylülerden, Kürtlerden daha fazla mağdur olarak sayılması için bir neden yoktur. Nitekim 12 Mart döneminde grevleri engellenen, örgütlenmeleri sessizliğe mahkûm edilmiş olan işçi hareketi dönemden çıkarken hızlı bir yükselişe geçmiştir. Bunun göstergelerinden birisi olarak DİSK’in üye sayısı, yeni sendikaların da katılımıyla, yaklaşık bir hesapla 1972’de 50 bin civarında iken 1974-75’te 120 bin civarına yükselmiştir (DİSK-AR, 2020, s. 489). Nitekim DİSK ve 1974-75’te DİSK’te etkinlik kuran TKP dönemin önemli aktörlerinden olmuştur. Yine bu yıllarda Kürt hareketleri de ulusal mağduriyetler temelinde örgütlenmektedir ve dönemin önemli dinamiklerinden birisi olmuştur. Bu nedenle “mağduriyet” açısından bakıldığında emekçi sınıflarda yaygın bir mağduriyet bulunduğu ve bunların kendi özgünlükleriyle mücadeleye dönüştüğü ifade edilebilir. DY’nin ilk nüvesinin gençlik olması ise Dev-Genç ve THKP-C kökeni açısından değerlendirilmelidir. Ancak söz konusu nüve, kökünü öğrenci kitlesinden ve geçmişin devrimci hareketlerinden alan diğer gruplardan daha fazla kitleselleşmiş ve halkın diğer kesimleri içinde yayılmıştır. Bu farklılıkta, Karakurt’un “örnek olay” ve “paradigma” olarak tanımladığı, faşizme karşı aktif savunma anlayışı önem taşımaktadır.
12 Mart’ın toplumsal uyanışı durduramaması bir yandan, kapitalizmin dünya çapında girdiği kriz ve ülkedeki egemen sınıf blokunun yaşadığı kriz öte yandan sivil faşist saldırıları egemen sınıflar için işlevsel hale getirmiştir. Faşist saldırılar, bu anlamda neden değil sonuçturlar; ancak sonraki süreçte siyasal saflaşmanın da dinamiklerinden birisi haline gelmiştir. Ecevit’in 1970’lerin başlarında (mücadele sivil faşist saldırılardan korunma eksenine kaymadan önce) yarattığı rüzgâr da solculaşma eğiliminin “sivil faşist saldırılardan mağduriyet”ten kaynaklanmadığını göstermektedir.
Yazar 12 Mart ertesinde, bu dönemin mağdurlarının Ecevit etrafında “gevşek ama geniş bir sol blok” halinde bir araya geldiğini (s. 127) belirtmektedir. Bu tespit 70’lerin sol siyasetinin değerlendirilmesi açısından önemlidir[3].
Karakurt, insanları mağdur eden faşistlere karşı inisiyatif alınması ve onlara müdahale edilmesini DG-DY’ye öncülük pozisyonunu kazandıran “örnek olay” olarak değerlendirmektedir. Bu olay bu çevrenin “önderlik adımı” olmuştur. Bu adım mağdur olan ancak kendi başlarına faşistlere karşı çıkamayanların sempatisini kazanmaya, giderek siyasete önderlik yapanların gözünden bakmalarını (dolayısıyla kitleselleşmeyi) sağlamaya neden olmuştur (s. 155-156). Bu tavır, bir paradigma haline gelerek, tekrarlandığı yerlerde benzer etkiler yapmıştır:
Devrimci Yol’un yayılması aslında etkili ve kolay taklit edebilir bir paradigmanın yaygınlaşmasıdır. Devrimci Yol böyle bir paradigma yarattığı için, onun üzerinden çok kısa zamanda bütün ülke sathına yayılır. Devrimci Gençlik grubu çok kısa zamanda ve kendi kontrolünün de dışında büyür; ülke çapında tanınan, bilinen, sempati duyulan bir grup haline gelir. (s. 179)
Karakurt, DG-DY’nin gelişimini üç evreye ayırmaktadır. Birinci evre okullarda (üniversitelerde) faşist harekete karşı savunma konusunda öncülük yapılmasıdır. Ancak 1976’da MC hükümetinin desteklediği faşist saldırılar okullarda sıkışma yaratmıştır. Bu aşamada oluşan tıkanmayı aşmak için çevre mahallelere, gecekondu semtlerine gidilmesi ve ortaya bir halk hareketi çıkmaya başlaması ikinci evredir. Faşist saldırıların toplu katliamlara yönelmeye başlaması ise 3. Evreyi başlatır. Bu evrenin önemli bir özelliği Direniş Komiteleri’nin paradigma halini alması Devrimci Yol’un politik faaliyetinin bütününü sembolize etmeye başlamasıdır (s. 189-193).
Türkiye solu ve devrimci hareketi 1960 ve 70’li yıllarda hem önceki hem de sonraki yıllara göre çok büyük oranda kitleselleşmiştir. Türkiye devrimci hareketinin 1970’lerdeki kitleselleşmesi gerek o dönemde gerekse sonraki yıllarda yapılan değerlendirmelerin bazılarında “devrime ramak kala” bir durummuş gibi yansımaktadır. Bu değerlendirme de söz konusu dönemin devrimle değil de ağır bir yenilgiyle sonuçlanmasının nedenlerini bütünüyle devrimci hareketin örgütsel ve politik hatalarına sıkıştırmaya yönlendirmektedir. Ancak gerek o dönemin soğukkanlı bir incelemesi, gerekse de sonraki gelişmeler devrimin o dönemde de “an meselesi” olmadığını göstermektedir. Daha önce görülmemiş bir yaygınlığa ve kitleselliğe ulaşmış olmak devrim için yeterli değildir. 1960 öncesinde -toplumun büyük çoğunluğunun komünistleri “kuyruklu” sandığı, “ana-bacı tanımaz” olarak şartlandırıldığı yıllarda- sayıları yüzlerle ifade edilebilecek komünistlerden, 1965’te 270 bin oy alan TİP’e, 68-71’in on binlere ulaşan FKF/Dev-Genç’ine, 1974-80 döneminin yüzbinlere ulaşan devrimci hareketlerine ulaşmak çok büyük bir ilerlemedir. 1970’lerin sonlarına gelindiğinde, gerek yaygınlık gerekse kitlesellik açısından bakıldığında, egemenlerin gireceği bir yönetememe bunalımında, doğru politikalar uygulanabilirse iktidar alternatifi olmak bir ihtimaldir, ama henüz sadece ufuktaki bir ihtimal. Türkiye devrimci hareketi ilk kez bu kadar kitleselleşmiş olan ancak toplum içindeki geleneksel kökleri zayıf bir hareket olarak önemli acemilikleri de barındırmaktadır. Sosyalist sol içinde Devrimci Yol ve TKP gibi öne çıkan büyük hareketler olmasına karşın oldukça parçalıdır ve gruplar arası ilişkiler oldukça çatışmalıdır. Sosyalist kampta, dünya ölçeğinde açığa çıkan sorunlarla birlikte, bölünme ve çatışma Türkiye’ye de yansımakta ve solun inandırıcılığını aşındırmaktadır. Örgütsel yapılar henüz oldukça zayıftır, kurumsallaşamamış, partileşememiştir. Öte yandan Türkiye’de halen anti-komünizmle oldukça güçlü şekilde şartlanmış kitleler çoğunluktur. Toplumun Sünni çoğunluğunun önemli kısmını egemen sınıfların yanında saflaştırmakta kullanılabilen tarihi mezhep ayrımı vardır. Toplumun Türk çoğunluğunun önemli kısmını egemenlerin yanında saflaştırmakta kullanılabilen Kürt sorunu vardır. Bu saflaşmaları devrimci güçler lehine aşabilmek için zamana ve uygun zemine gerek vardır. Ancak egemen sınıfların ve temsilcilerinin eli armut toplamamaktadır. Yukarıdan aşağıya kurumsallaşmış bir faşizm ve onun zor aygıtları vardır. Sivil faşist saldırılar toplumsal muhalefetin gelişimini engelleyemeyince kitle katliamlarına yönelinmiş ve sonrasında sıkıyönetim ilan edilmiştir. Sıkıyönetim de yetmediği zaman ise askeri darbe yapılmıştır. Egemen sınıfların yaşadığı bunalım, kontrgerillayı işlevsiz kılacak, orduyu tarafsızlığa itecek veya bölecek boyutta değildir. Dolayısıyla 1980’in Türkiye’sini tartışırken, gelişen ama henüz devletle boy ölçüşebilmekten ve toplumun emekçi kesimlerinin çoğunluğunun desteğini sağlamaktan epey uzak bir devrimci hareketi tartıştığımızı unutmamak gereklidir.
Karakurt 70’li yıllardaki kitleselleşmenin zeminini şöyle sunmaktadır:
Devrimci Yol 70’li yıllardaki toplumsal bölünmenin söylemsel inşasını faşizm/antifaşizm, oligarşik iktidar/ halk iktidarı ve devrim/sosyalizm üzerinden yapar. Emperyalizm ve bağımsızlık da önemli rol oynar. Özellikle antiemperyalizm ve devrim bağımsızlık savaşı ve kuruluş yıllarından gelen, Kemalist laik kesimin taşıyıcılığında toplum tahayyülünde çok güçlü yer edinmiş değer ve söylemlerdir. Diğer sol değerlerin toplumsal tahayyülde yer etmesi ise 60’lı yıllarda dünya çapında yaşanan gelişmelerle yakından bağlantılıdır. (s. 321-322)
Karakurt Türkiye kamuoyunda ABD’ye olan sempatinin özellikle Vietnam Savaşı ile birlikte “emperyalizm” algısına dönüşerek düştüğünü ve buna karşın onun karşısında yer alan SSCB ve sosyalist ülkelerin temsil ettiği değerlerin ise değer kazandığını belirtmektedir. Öte yandan ABD ve Avrupa başta olmak üzere günlük hayatın otoriter yapısına karşı tepkiler de özgürlük isteyen hareketlere yol açmaktadır:
Sol ve özgürlükçü değerler dünya çapında toplumsal belleğe bu iki ana kaynak üzerinden yerleşirler. Metropol ülkelerde günlük hayatın sorgulanması daha ön plandayken, diğer ülkelerde ‘Maoculuk’ olarak da isimlendirilen bağımsızlık savaşlarının etkisi ve antiemperyalizm daha ön plandadır. Dünya çapındaki bu komple rüzgârın etkisiyle Türkiye’de de sol değerler itibar kazanmaya başlarlar. Kuruluşun anti emperyalist karakteri nedeniyle ülke kamuoyu özellikle de Kemalist entelektüeller (‘aydınlar’) bu rüzgârdan çok çabuk etkilenir. (s. 326)
Türkiye devrimci hareketinin kitleselleşmesinde Kemalizm ile aydınlanma temelindeki ortaklıklarının önemli payı vardır. Birbirinden ayrı sınıfların ideolojileri olmakla birlikte, gerek o dönemdeki dünya siyasal iklimi, gerekse de Türkiye’deki siyasal gericiliğin karşısındaki benzerlikler 1960’lardan itibaren Kemalizm ile sosyalist hareket arasında geçişken bir zemin oluşturmuştur. Üniversitelerdeki Kemalist, aydınlanmacı hocaların ve diğer aydınların sosyalist harekete katkıları olmuştur. Türkiye sosyalist hareketinin ülkenin ücra köşelerine yayılmasında Köy Enstitülerinden yetişen ve onlardan etkilenen aydınlanmacı, bağımsızlıkçı, kalkınmacı öğretmen kuşağının önemli katkısı olmuştur. Bu ortak zemin bir yandan kitleselleşmeyi kolaylaştırırken öte yandan Kürt sorunu gibi konularda geriye çekici etki yapmışsa da sosyalist hareketin o dönemde önemli bir eşiği aşmasında katkı sunduğu ortadadır.
Gerek devrimci hareketin genelinin gerekse de DY’nin darbe karşısındaki yenilgisini değerlendirirken dönemin kritik dönüm noktalarını ve bu dönüm noktalarında siyasal öznelerin tutumlarını değerlendirmek önemlidir. Karakurt Devrimci Yol’un başlangıçta sivil faşist saldırılara karşı sol blokun savunma ve can güvenliği talebine karşılık verdiğini belirtmektedir (s. 367):
Devrimci Yol’un ortaya çıkışının, 12 Mart sonrasında Ecevit’in ismi etrafında yarattığı geniş sol blokun sivil faşist saldırılar karşısında savunma ve can güvenliği taleplerine sahip çıkamamasına, yetmemesine, kendisinden beklenen bu işlevi yerine getirememesine dayandığını ifade etmiştik. Devrimci Yol, sol bloku savunma işlevinde CHP ve Ecevit’in yetmezliğinden ortaya çıkan bu boşluğu doldurabildiği, izlediği çizgi ile kitlelere nefes alma imkânı yarattığı için mağdurları peşine takabilmişti. Bir anlamda, sol bloku savunma işlevini Ecevit ve CHP’nin elinden almış, onları işlevsiz bırakmıştır. Ortaya çıkışı buna dayanır. (s. 367)
Karakurt sonraki dönemde ise DY’nin, politik hattında köklü değişiklik yapmasını gerektiren “büyük resmi” göremeyip, “sorun kaynağı” haline geldiğini ifade etmektedir. Yazarın 1978’den itibaren ortaya çıkan durumda uygulanması gereken politikaya ilişkin önerisi ve politika değişikliğinin sorunlarına ilişkin değerlendirmesi şöyledir:
Bu şartlar ortaya çıkmaya başladığında, başarılı bir önderlikten beklenen politikasını yeni ortaya çıkan, muhtevasını değiştiren sosyal talepler üzerine oturtmasıdır.
Bunun basit bir iş olmadığı ortadadır. Zira, sivil faşist saldırılar şiddetini daha da arttırarak devam ettiği için, bir yandan çatışmanın tarafı olarak kalınacak; ama bu çatışma ülke düzeyindeki büyük resimde kaos olarak algılandığı için de, öte yandan, buna karşı çıkılacak, çatışmayı, iç savaşı sona erdirmeyi hedefleyen bir politika izlenecektir. Yani her anlamda kitlelerdeki karşılanmayan sosyal taleplere sahip çıkılacak, bunlara dayanılacaktır. Ama aynı zamanda “büyük resmin” beslediği otorite beklentileri kendi varoluş koşullarının bir ayağını oluşturan demokratik hak ve özgürlükleri, halkın karar alma süreçlerine katılımının araçları parlamento, seçim, parti, dernek, toplantı, gösteri hakkı vb. gibi kurumları ortadan kaldırma tehdidi taşıdığı için bunları da sahiplenen, savunan bir çizgi izlemek gerekecek, bunların ortadan kaldırılması tehdidine karşı bir farkındalık, bir dava yaratılacaktır. Bu, çok yönlü bir politika anlayışını zorunlu kılar. Ama çok zor olmakla beraber imkânsız bir şey de değildir. Neticede birçok devrim hareketi bunu becerebildiği için başarılı olmuştur. Ne var ki Devrimci Yol’a bu ikisini karşı karşıya getiren bir görüş hâkimdir. (s. 371-372)
İlk döneme ilişkin alıntıda yer alan “Devrimci Yol’un ortaya çıkışı” diye başlayan cümle aslında “Devrimci Yol’un gelişiminin” zeminini anlatmaktadır. Yazarın “Devrimci Yol’un ortaya çıkışı”nı “sivil faşist saldırılar karşısında savunma ve can güvenliği” ihtiyacının karşılanmasına bağlaması, tümüyle bu gelişmelere bağlı bir hareket sahası tanımlamaktadır. Eğer hareket tümüyle bu “mağduriyet”ten ortaya çıkmış olsaydı sonraki dönemde önerildiği şekilde bir politika değişikliğine, belki, gidebilirdi. Gerçekten de bir siyasal özne olarak DG ve DY’nin gelişmesinde, söz konusu tarihsel şartlarda, sivil faşist saldırılara karşı aktif savunma çizgisini benimseyerek verdiği mücadele temel önemde olmuştur. Ancak, benim anladığım kadarıyla, DG-DY 1974-1975’te THKP-C’nin ideolojik/politik hattının savunulması ekseninde oluşmuş, faşizme karşı mücadeleye bakışı da bu hattın devamı olarak şekillenmiştir. İdeolojik/politik hattında ve kadro yapısında bu oluşumun damgası bulunmaktadır. Dolayısıyla, örneğin Merkez Komite’nin güncel durum tespiti yaparak “silahlı mücadele yerine barışçıl mücadele biçimlerini benimseme” özgürlüğü yoktur. Bu tür köklü politika değişiklikleri politik yapılar içinde önemli kırılmalar yaşanmadan yapılamaz.
1979 Milletvekilliği Ara Seçimi, Senato Kısmi Yenileme ve Ara Yerel seçimi bir ara seçim olmakla birlikte önemli sonuçlara yol açmıştır. 1978-79 yıllarında CHP hükümeti AP’den transfer edilmiş olan 11 milletvekili ve CGP ile DP’nin desteğiyle ancak kurulmuş bulunan, zayıf ve çelişkili bir hükümettir. Ülkede derin bir ekonomik kriz yaşanırken, patronlar ve TÜSİAD bu krizi daha da derinleştirmektedir. Halk güçlerini sindirmek, CHP hükümetini zor durumda bırakmak, askeri darbeye uygun ortam yaratmak amacıyla faşist saldırılar tırmandırılmaktadır. 16 Mart Beyazıt katliamı, 1978 Malatya olayları, Maraş katliamı, 1979 Şavşat Katliamı bu dönemde olmuş ve hükümet katliamları önlemek konusunda etkisiz kalmıştır. Maraş katliamı sonrasında, faşist hareketin hedeflediği gibi, sıkıyönetim ilan edilmiştir. CHP iktidarda kalabilmek için kendi soluyla arasına mesafe koymaktadır. CHP’nin inandırıcılığını yitirerek çözüldüğü ortamda CHP kitlesinin bir bölümü daha sola yönelirken, bir bölümü ise pasifize olmaktadır. Seçimleri boykot kararı bu ortamda alınmış ve uygulanmıştır. DY bir yandan da uygun yerellerde adaylar çıkarılması kararı alarak 3 yerde seçime girmiş ve Fatsa’da seçimi Fikri Sönmez şahsında kazanmıştır. Seçimde CHP 1977 genel seçimlerine göre önemli oranda güç kaybetmiş, AP ise güçlenmiştir. Zaten sallantıda olan CHP hükümeti, seçim sonrasında istifa etmiş ve AP azınlık hükümeti kurulmuştur. AP hükümeti 24 Ocak kararlarını alarak işçi sınıfına saldırı siyasetini yoğunlaştırmıştır. Bu iktidar döneminde Tariş olayları, Fatsa Nokta Operasyonu, Çorum olayları gibi birçok saldırı olmuştur. Faşist saldırılar daha da yoğunlaşmıştır. Asker ve polis tarafından peşpeşe katliamlar (İnciraltı, Tarsus) yapılmıştır. 14 Ekim 1979’daki seçimlerden 11 ay sonra ise 12 Eylül askeri darbesi gerçekleşmiştir.
Karakurt 1979 seçimlerinin boykot edilmesine eleştirel yaklaşmaktadır. Bu boykotun Devrimci Yol’un parlamenter sistemi tümüyle önemsiz bulmasından kaynaklandığını belirtmekte ve DY’lilerin sonraki yıllarda bu boykotun sonuçlarıyla ilgili değerlendirme yapmamış olmasını eleştirmektedir:
Ecevit’e duyulan güven sarsılmış, Ecevit kendi tabanıyla da kopuş yaşamaktadır. Buna karşılık Devrimci Yol da bir açmaz içindedir. Doğrudan CHP ve Ecevit’i hükümetten düşürmeyi hedeflemek, aynı zamanda sol blokun devlet kurumları içinde şimdiye kadar elde ettiği yer ve mevzilerden de gönüllü vazgeçme, bunları seçimin muhtemel galibi sağ kesime hediye anlamına gelecektir. Bunlar uğruna hükümete koşulsuz destek vermek de kendi pozisyonunu inkâr, kendi ipini kendinin çekmesi olacaktır. Kaldı ki Ecevit’ten kopan kesimler hiç de seçime, parlamenter imkânlara vb. inançlarından vazgeçmiş değildirler. Ecevit’e inançları zayıflasa da parlamenter yöntemlere bağlılıkları, çözümün bunlara dayanması gerektiğine dair inançları devam etmektedir. Devrimci Yol bu şartlarda, sol blokun bütününü etrafına toparlayabilecek bir adım bulma bakımından hayli zor ve açmazlarla dolu bir durumla karşı karşıyadır. Ve Devrimci Yol bu şartlarda ‘seçimleri boykot’ eder. (s. 396)
DY dergisinin sözü edilen seçimden önceki sayısının sloganı “Namluların Gölgesindeki Seçim Aldatmacasına Hayır! Tek Yol-Tek Alternatif, Halkın Kendi İktidarıdır” şeklindedir. Başyazıdaki değerlendirmede “iktidar alternatifi” vurgusu bulunmaktadır:
… seçimlerin sol görünümlü bir hükümet eliyle yürütülen, sıkıyönetimin faşist baskı politikalarına karşı direniş mücadelemizin halkın kendi iktidar alternatifinin oluşturulması doğrultusunda yaygınlaştırılıp yükseltilmesi açısından ele alınması gerektiği yeterince açık sayılmalıdır. (DY, 3 Eylül 1979’dan aktaran DY Yazıları, s. 207)
Devrimci Yol’un tarihini, belirli ölçüde bir örgütsel yapıya ve bu yapının tartışmalarına dayanarak değerlendiren “Bu Tarih Bizim” başlıklı yayında boykota ilişkin ifadeler şöyledir:
CHP iktidarının uğradığı büyük başarısızlık, bu süreçte, oligarşi açısından daha da büyük bir tehlikenin önünü açmaya başladı: Halkın bir bölümü soldan umudunu yitirirken, diğer bir bölümü de daha sola yönelerek genel olarak devrimcilere, özel olarak da, izlediği doğru çizgi sayesinde Devrimci Yol’a kanalize olmaya yöneliyordu. Ecevit’in 1979 ara seçimlerindeki yenilgisi bu açıdan kritik bir dönemeç oldu. Bu senato ve kısmi parlamento seçimlerinde, solun büyük bir bölümü sandığı boykot ederken, bir bölümü de bağımsız adaylar çıkarmaya yöneldi. Sol örgütler, CHP’den tamamen uzaklaşmışlardı.
Halk kitleleri arasında oldukça yaygın bağlara sahip olan, seçim sürecinde etkili bir boykot kampanyası yürüten ve devrimcilerin düzen karşısındaki gerçek alternatif olduklarını sergileyerek en ileri tavrı ortaya koyan Devrimci Yol ise, artık solun diğer gruplarından çok belirgin bir farklılaşma içine girmiş, bir halk hareketine dönüşmüştü. (Yılmaz, 2006, s. 60-61)
Karakurt sol blokun parçalanmasının boykot tavrıyla iyice belirgin hale geldiğini ve önemli olumsuz sonuçları olduğunu savunmakta ve sonraki yıllarda bu yanıyla bir değerlendirme yapılmamasını eleştirmektedir:
‘Boykot’ tavrının yaklaşık bir yıl sonra gerçekleşen askeri darbe açısından ne tür sonuçlar yarattığı bugüne kadar ne Devrimci Yolcular içinde ne de bağımsız siyasal gözlemciler tarafından araştırılmış, tartışılmış bir konu değildir. Boykotun yarattığı etkilere ilişkin çok az şey biliyoruz. (s. 394)
… kendi dar saflarını pekiştirme şeklinde bir başarı ortaya çıktıysa bile bu başarının bedeli çok ağır olmuş, sol blok kendi içinde çökmüş ve seçimler bir bütün olarak sol blok açısından tam bir hezimet ortaya çıkarmıştır. (s. 396)
… Devrimci Yol açısından yarattığı en önemli sonuç, sol bloktaki bu parçalanma ve mevzi kaybı sonucu Devrimci Yol’un gelişmelerin büyüklüğü karşısında çok küçük kalmaya başlamasıdır. (s. 396)
Gerçekten de gerek dönemin MK üyelerinin sonraki yıllardaki anlatımlarında, gerekse Bu Tarih Bizim’de boykot tavrının, seçimden yaklaşık 1 yıl sonra yaşanan askeri darbe sürecindeki etkileri üzerinde bir değerlendirme yapılmamaktadır.
Dönemin koşullarında, THKP-C geleneğinden gelen ve iktidar adayı olmaya çalışan, DY gibi bir hareket açısından CHP’yi desteklemenin mümkün olmayacağı bellidir. Devrimci bir hareketin risklerden çok olanaklara yönelmesi kendi içinde tutarlıdır. Devrimci Yol da dikkatini kendisinin gelişme ve kitleselleşme olanaklarına yöneltmiştir. Bugünden geçmişe bakılarak 1979 ara seçimlerinde, 1977’deki gibi, açık tavır belirlememe, pas geçme tavrı belirlenseydi veya daha farklı bir politika geliştirilseydi ne olacağı konusunda kesin şeyler söylemek mümkün değildir. Ancak dönemin bilgisine hâkim olanların, Karakurt’un da belirttiği gibi, boykotun etkileri ve boykot tavrının darbeye doğru giden süreçteki etkileri konusunda yorum yapması beklenir.
Kitaptaki iddialardan birisi de DY’nin Direniş Komiteleri anlayışının bazı açılardan Marks’tan çok Arendt’e yakın olduğu (s. 342) iddiasıdır. Karakurt’un, Arendt’in “Über die Revolution” kitabından konseyler konusunda aktardığı bir bölümünü buraya alıyorum:
Konseyler … doğrudan devrimin ruhundan ortaya çıkmış yegâne devlet biçimi …
Bunlar inanılmaz bir düzenlilik içinde her devrimde ortaya çıkan yeni yönetim organlarıdır. … Marx ve Lenin … (başlangıçta) bu organları hiçbir şekilde yeni bir devletin nüveleri olarak düşünmediler; onlara göre bunlar devrimin gerçekleşmesinin sadece yardımcı araçlarıydı ve devrim başarıya ulaştıktan sonra da ortadan kaybolacaklardı. Ancak olayların içine düştükten sonradır ki, halkın içinden çıkmış ve devrimden sonra da yok olmayacak organlarla karşı karşıya olduklarını fark ettiler. Bu, bildikleri bütün devrim teorilerine uymayan bir durumdu ve daha önemlisi, güç ve zor konusunda bildikleriyle de uyuşmuyordu, ki güç ve zor konusunda, kendileri pek farkında olmasalar da, egemen güçlerle aynı şeyleri söylüyorlardı. Herkes gibi onlar da ulus devlet geleneği içinde yetişmişlerdi ve devlet (iktidar) biçimlerini eleştirel bir analize tabi tutmamışlardı; … devrim onlar için de iktidar (merkezi) nin ele geçirmesinden başka bir şey değildi. İktidar onlar için de devletin şiddet aygıtlarıyla özdeşti ve devrimden de silahlı bir ayaklanmayla bunların ele geçirilmesini anlıyorlardı. … Özetle, bir devrim durumu ortaya çıktığında, ele geçirilmek istenen iktidar zaten çözülmüş, ağılmış durumdadır; mevcut değildir. (s. 341)
Karakurt bize Direniş Komiteleri önerisinin “gelecek toplumun nüvesi” olarak değerlendirilmesi nedeniyle Marx’tan çok Arendt’e yakın olduğunu; sosyal sorunun çözümünün bir parçası olması yönüyle ise Arendt’ten çok Marx’a yakın olduğunu anlatmaktadır.
Bu yaklaşım oldukça sorunludur. Tarihte herhangi bir yerde konsey benzeri bir oluşumu bambaşka bir bağlamda olumlamış olan herhangi bir düşünürle DY’nin Direniş Komiteleri arasındaki benzerlik üzerinden çıkarımlar yapmak, hele ki “bu yaklaşım DY’ye Marx’tan daha yakın” demek DY’nin değil yazanın duruşunu göstermekten ibarettir. Arendt’ten Marx ve Lenin’in konseylere yaklaşımı ile ilgili yapılan alıntı üzerinde duralım: Karşımızda “güç ve zor konusunda, kendileri pek farkında olmasalar da, egemen güçlerle aynı şeyleri” söyleyen iki politikacı vardır. Bu iki politikacı “Herkes gibi … ulus devlet geleneği içinde yetişmişlerdi ve devlet (iktidar) biçimlerini eleştirel bir analize tabi tutmamışlardı”.
Arendt’in Marx ve Lenin’e ilişkin kurgusu gerçeklerle örtüşmemektedir. Marx’ın Paris Komünü dönemindeki değerlendirmelerinin yeraldığı “Fransa’da İç Savaş” kitabına yazdığı önsözde Engels proletarya diktatörlüğüne atıfla “… bu diktatörlüğün neye benzediğini görmek ister misiniz baylar? Paris Komününe bakın. Paris Komünü, proletarya diktatörlüğüydü.” (Engels, 1991, s. 20) demektedir. Lenin 1917’de “Tüm İktidar Sovyetlere” sloganını savunmuştur. Devrimin en kritik günlerinde, devletin sönümlenmesi meselesini incelemiş, bu konuda model olarak Paris Komünü’nü almıştır. Daha sonra “Devlet ve İhtilal” adıyla yayınlanan çalışmasını yarım bırakıp tüm iktidarın Sovyetlerce ele geçirilmesine dönük ayaklanmaya önderlik etmek üzere sürgünden gizlice ülkesine dönmüştür. Devlet ve İhtilal’in ilk baskısı yapılırken bu durumu “bir devrim deneyi yapmak, o konuda yazmaktan daha güzel ve daha yararlıdır.” (Lenin, 1989, s. 135) notuyla belirtmiştir. Marx (ve Engels) ile Lenin’in devlet biçimleri konusunda yaptıkları değerlendirmelere Arendt’in katılmaması başka bir şeydir, onların ‘devlet biçimlerini eleştirel analize tabi tutmadığını’ iddia etmesi başka bir şeydir. Bence ciddiye alınabilecek bir iddia değildir. Dolayısıyla Arendt’in bize Marks ve Lenin’in konseylere bakışı konusunda söyleyeceklerinin bir önemi olmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca Arendt’in yazdıklarının Devrimci Yol’un Direniş Komiteleri’ni devrimci açıdan değerlendirmeye de hiçbir faydasının olamayacağı görülmektedir.
Karakurt, DY’nin ‘doktriner’ yaklaşımı nedeniyle Direniş Komiteleri konusunda bir açmazda olduğunu belirtmektedir:
Direniş Komiteleri içerisinde karşılanan bir talep hukukileştiğinde, yasal kurumsal işleyişe dahil olduğunda, bu da Direniş Komiteleri’nin faaliyet alanının daralması, onu ortaya çıkaran nedenin ortadan kalkmasıdır. Devrimci Yol reformlara bu nedenle soğuk durur. Buna karşı kendini sağlama almaya çalışır, bu nedenle de “reformist” olmayan, toplumsal işleyişin bütününü karşıya alan bir söylem benimser. Bu söyleme göre taleplerin nihai gerçekleşmesi ancak devrimden, iktidar ele geçirildikten sonra, yani sosyalist toplumda olacaktır. Daha önce değil. Daha önce gerçekleşen her reform devrimi zayıflatır, mevcut düzeni güçlendirir. (s. 354)
DY’nin demokratik hakları önemsemediğini, kapitalizm içindeki yönetim biçimleri arasında hiçbir fark görmediğini ifade ederken devam eder:
Devrimci Yol’un açmazı burada yatar. Hukuki kuralları (demokratik haklar), bunlarla ortaya çıkan hayat alanlarını son derece doktriner bir yaklaşımla değerlendirir. Burjuva egemenliği altında demokratik hakların tek bir anlamı vardır. Bunlar;
… sınıf savaşımının ve sınıfları baskı altında tutmanın daha geniş, daha özgür, daha açık biçimi proletaryanın genel olarak sınıfların ortadan kalkması için yürüttüğü savaşını önemli ölçüde kolaylaştırır. (Devlet ve İhtilal) (Marksist Devlet Teorisi, DY 15 Ocak 1978)
Bunun ötesinde bir anlamları da yoktur. Zira, DY şöyle bir öğretiye bağlıdır:
Lenin … burjuva demokrasisinin burjuvazinin diktatörlüğünün bir biçimi olduğunu göstermiştir. Bunun burjuvazi için demokrasi, emekçi halk için diktatörlük anlamına geldiğini; proletaryanın da üzerindeki bu diktatörlüğü yıkmaktan, yani burjuva devlet aygıtını parçalamaktan başka yolu olmadığını vurgulamıştır… Burjuva diktatörlüğünün yerine proletarya diktatörlüğünün kurulmasının zorunlu olduğunu … işaret etmiştir.
… Proletarya genel olarak burjuva demokrasisine (diktatörlüğüne) karşı (da) bir ölüm kalım savaşı ver(ir) …(a.y.) (Karakurt, 2017, s. 354-355)
Karakurt DY’nin yazısını kendi iddiasına uydurmak için yazıda cımbızlama yapmakta ve eksik şekilde aktarmaktadır. DY’nin yazısında, tam da Karakurt’un kitabına aldığı bölümlerde, farklı şeyler de söylenmektedir:
Proletarya genel olarak burjuva demokrasisine (diktatörlüğüne) karşı bir ölüm kalım savaşı vermesine rağmen, baskı biçimi karşısında kayıtsız olmadığından, yani burjuva demokrasisi altında ‘yararlandığı’ mevziler bulunduğundan, bazı tarihsel koşullarda faşizm karşısında burjuva demokrasisini korumak durumunda da kalmaktadır. Bu durum ise farklı devlet biçimlerinin ayırdedilmesinde yönetim metodlarında somutlaşan ayırdedici özelliğin dikkate alınmasının bir ifadesidir.
Yani bütün devletler için geçerli olan hakim sınıfların ‘şiddeti sistemli bir şekilde uygulaması’ devletin özü ise, bu uygulamanın hangi biçimde hangi yoldan olduğu da söz konusu devleti, diğer devletlerden ayırdeden bir özellik, özsel değil biçimsel bir özelliktir. Ve bir Marksist mutlaka bunu hesaba katmalıdır. (DY, 15 Ocak 1978, Marksist Devlet Teorisi, s. 14)
Yani Karakurt’un keserek sunduğu pasaj aslında Karakurt’un sunduğundan farklı bir yaklaşımı yansıtmaktadır.
Öte yandan Karakurt’un alıntı yaptığı yazı bir eğitim yazısıdır. Eğitim yazıları, hareketlerin temel doğrularını ortaya koymakla birlikte, genellikle ayrıntılı tartışmaların yapılmadığı yazılardır. Derginin aynı sayısının orta sayfa yazısı ise faşizme karşı mücadeleyi daha ayrıntılı şekilde ele almaktadır. Bu yazıda da şu ifadeler bulunmaktadır:
Ülkemiz, tam bir faşist rejim görünümünde değildir. Klasik faşist rejimlerden farklı olarak nispi demokratik hak ve özgürlükler kısmen de olsa vardır. Bu yüzden, bu hakların korunması uğrunda mücadele de (birinci yön esas olmak kaydıyla) ihmal edilmemelidir. Bu anlamda faşizme karış mücadele ikili (iki yönlü) dir. Elbetteki ülkedeki mücadelenin gelişiminin ve siyasi gelişmelerin bir sonucu olarak bir askeri yönetime (sömürge tipi faşizmin açık icrasına) doğru bir eğilimin ortaya çıkması, bu gelişime karşı mücadele görevlerimizi öne çıkarabilir. Her zaman için gerekli olan, içinde bulunulan siyasi gelişmeleri (ve yönelimini) doğru kavrayarak somut siyasi görevlerin doğru tespit edilmesidir. (DY, 15 Ocak 1978, Faşizm ve Faşizme Karşı Mücadele Sorunu (2), s.10)
DY’nin darbenin ayak seslerinin duyulduğu 1979-80’de siyasi gelişmeleri doğru kavrayarak buna uygun davranıp davranmadığı, yine, ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, buradaki ifadeler Karakurt’un “doktriner bakış” iddiasını desteklememektedir.
Karakurt daha ileride DY’nin sahip olduğu “aşkın bakış” nedeniyle “bağıra bağıra gelen” askeri darbeye karşı demokrasi mücadelesini önemsemediği iddiasını gerekçelendirirken de yine DY’nin “Marksist Devlet Teorisi” yazısından bir bölümü alarak eleştirmektedir:
Burjuva demokrasisi, son çözümlemede burjuvazi için tam bir demokrasi ve ezilenler için bir diktatörlüktür; ama bu diktatörlük “demokratik” bir yoldan sürdürülmekte ve kâğıt üstünde de olsa bütün vatandaşlara devleti yönetmede ‘eşit’ haklar tanımaktadır. (İtalikler benim MK) (s. 407)
Karakurt “Demokrasinin de diktatörlük olduğu, ama bu ‘diktatörlüğün ‘demokratik’ yoldan sürdürüldüğü’ vb Devrimci Yolcuların bugün muhtemelen hicap duyacakları ifadeler olmalıdır” (s. 407) demektedir. Ancak demokrasinin, sınıfsal diktatörlüğün bir biçimi olduğu fikri Marksist ve Leninistler için çok temel bir fikirdir. Bu düşünceden hicap duymak için Marks’tan ve Lenin’den hicap duymak gerekir. Kapitalist toplumda devlet “burjuvazinin diktatörlüğü”dür. Bu diktatörlük burjuva demokrasisi şeklinde de var olabilir, daha baskıcı başka şekillerde de var olabilir. Ancak burjuvazinin en demokratik iktidarı bile bir diktatörlüktür. Öte yandan proletarya diktatörlüğü de bir proleter demokrasisi biçiminde var olabilir.
Dipnotlar:
[1] Benzer bir durum geçmiş sosyalizm deneyimi için de geçerlidir. SSCB ve sonrasındaki deneyimlere ilişkin tartışmalar yakıcılığını ancak dünya ölçeğinde büyük çaplı yeni bir devrim deneyiminden sonra kaybedecektir. Yeni bir devrim deneyimi ise, büyük olasılıkla, bir önceki sosyalizm deneyiminin aşılabileceği konusunda işçi sınıfına ve diğer emekçi halk kesimlerine güven verilebilmesini de içeren gelişmelerden sonra mümkün olacaktır.
[2] Bu yazıda Karakurt’un kitabına yapılan atıflar yalnızca sayfa numaraları ile verilmektedir. Diğer kaynaklara yapılan atıflarda ise metin içi aktarma yöntemine uygun olarak yazar soyadı, yıl ve sayfa numarası bilgileri verilecektir. Kaynaklar yazının sonunda yer almaktadır.
[3] Dönemin CHP hükümetlerinin devrimciler açısından sağladığı kazanımlar ve dönemin CHP’sine bakış meselesine daha önce “Kritik Bölgede Mücadele: Yüreğim Sol’madan” [BAĞLANTI] (2019) isimli yazıda değinmiştim.
Kaynaklar:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.