Yeni dönemde neoliberal kapitalist politikaların uygulanmasında başı çeken muhafazakârlar, özellikle de Sosyal Demokratlar aşırı sağın yükselişi karşısında büyük güç kaybına uğramışlardır. Böyle bir dönemde Laclau-Mouffe çiftinin ortaya liberal demokrasinin “radikalleşmesi” diye tanımladıkları bir “radikal demokrasi” projesiyle çıkması asla tesadüf değildir. Neoliberalizmin evrensel hegemonyasına karşı sol hegemonya inşa etme vaadiyle geldikleri halde, onları Marksizmin krizine çareyi, neoliberalizmin krizine reçete yazarken yakalarız
Post-Marksizmin en önemli iki isminden biri Arjantinli kökenli İngiliz akademisyen Ernesto Laclau (1935-2014), diğeri siyaset bilimci Belçikalı eşi Chantal Mouffe’dir. Birlikte yazdıkları Hegemonya ve Sosyalist Strateji (1985), “Marksizmin krizi”ne çözüm iddiası taşıyan post-Marksizmin kurucu metnidir. “Kriz” dedikleri aslında nedir? Üretim ilişkilerinin belirleyiciliği, sınıflar ve sınıf mücadeleleri, işçi sınıfının hegemonyası, devrimin ve sosyalizmin gerekliliği gibi Marksizmin temel ilke ve tezlerinin geçerli olmadıklarıdır. Özetle, Marksizm-Leninizmin öngördüğü şekilde sosyalist bir devrimle kapitalizmi yıkıp, yerine proletarya iktidarı altında sosyalist toplumu kurma modelinin iflas ettiğini söylenmektedir.
Laclau ve Mouffe, evlatlığı oldukları “postmodernizmin terimleriyle düşündüklerini” saklamazlar, çünkü teorik cephanelerini ondan alırlar. Marksizmin meşruiyetini sorgulamak ve bunu bir paradigma değişikliğiyle sonlandırmak bakımından Gramsci, Lucaks, Althusser, Bloch gibi “Batı Marksistleri”nden ayrılırlar. Adını tam koymak gerekirse Marksizmden kopmuş ve büsbütün alanı dışına çıkmışlardır. Metodolojik olarak yarı bellerine kadar gömüldükleri post-yapısalcılığa neo-Marksizmden daha yakın dururlar. Freud, Saussure, Foucault, Althusser, Wittgenstein, Derrida ve Lacan, Laclau’nun önde gelen referanslarıdır. Lacancı psikanaliz, Saussurian dilbilimi ve biraz Althusser, çok az Gramsci. Bu bakımdan, post-Marksizm yerine post-yapısalcılık demek belki daha doğru olur. Geçmişlerinde şu veya bu ölçüde Marksizmle bir ilişkisi olmuş post-yapısalcılar, artık ayrı bir konumu temsil ettiklerini saklamamışlardır.
Laclau ve Mouffe, Gramsci’den yararlanır, post-yapısalcı teorisyenlere göndermelerde bulunur. Marx, Engels ve Lenin’e gelince yalnız taşlayacakları zaman anarlar. Çağdaş gelişmeler ve konular ışığında dünyayı yeniden okuma adına, Marksist-Leninist teorinin merkezi kategorilerini yapı söküm masasına yatırmaktaki cüretlerine diyecek yoktur.
Birinci keman Laclau’nun hayatını komünizme adamış Gramsci’den farkı, gençliğinde karışmış olsa da, yalnız akademi kökenli bir tatlı su entelektüeli olması değildir. Aralarındaki asıl fark saf değiştirmesidir. Post-Marksizm, emperyalist merkezlerin tüm dünyada neoliberal saldırıyı başlattıkları, Soğuk Savaşın sonunu getiren gelişmelerin yaşandığı, aşırı güç kaybına uğrayan dünya devrimci hareketinin geriye doğru savrulduğu bir dönemin ürünüdür. 20. yüzyılın son çeyreğinde peyda olan “küreselleşmecilik” teorileri, dünyanın yeni bir jeopolitik düzene geçtiği, toplum yapılarının değiştiği, geleneksel sınıfların dağıldığı, siyasetin doğasının değiştiği, Marksizmin çok kutuplu politik çatışmaları açıklamakta yetersiz kaldığı gibi görüşler yaymışlardır.
Lenin, her yeni döneme geçişin, her yeni gelişmenin revizyonist teorilere bahane edildiğini söylemişti. Laclau ve Mouffe’a göre İkinci Dünya Savaşından sonra toplumsal ilişkilerin düzeyinde bir dizi değişiklik meydana gelmiş, yeni hegemonik formasyonda emek süreci düzeyinde, devlet biçimi düzeyinde ve egemen kültürel dağıtım tarzı düzeyinde derin dönüşümler gerçekleşmiş, toplum sınıfsal bölünmelerden uzaklaşmış, sömürünün yerini tabiyet ilişkileri almıştır. Post kapitalist dönemde Marksizm bu gelişmelere cevap verecek donanıma sahip değildir.
Yeni dönemde neoliberal kapitalist politikaların uygulanmasında başı çeken muhafazakârlar, özellikle de Sosyal Demokratlar aşırı sağın yükselişi karşısında büyük güç kaybına uğramışlardır. Böyle bir dönemde Laclau-Mouffe çiftinin ortaya liberal demokrasinin “radikalleşmesi” diye tanımladıkları bir “radikal demokrasi” projesiyle çıkması asla tesadüf değildir. Neoliberalizmin evrensel hegemonyasına karşı sol hegemonya inşa etme vaadiyle geldikleri halde, onları Marksizmin krizine çareyi, neoliberalizmin krizine reçete yazarken yakalarız. Sadece finans oligarşisinin değil kitleler gözünde de işlevini yitirmiş eski Sosyal Demokrasinin yerini alacak bir post-Sosyal Demokrasi projesinin ne anlama geldiği açıktır.
Marksizmi determinist ve indirgemeci bulan Laclau ve Mauffe, asıl radikal çıkışlarını, Marksizmin temel ilke ve kavramlarına Don Kişotça saldırırken yaparlar: Üretim güçleri ve üretim ilişkileri arasındaki çelişki, altyapı ve üstyapı, tarihsel gelişmenin aşamaları, kapitalizm ve sosyalizmde “işçi sınıfının ontolojik merkeziliği”, “sınıf”, “düzey üçlüsü” (ekonomi, politika ve ideoloji), komünizm gibi kavram ve belirlemeleri yanlış bulurlar. Özetle Marks’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz’de açıkladığı parlak materyalist tarih tanımına ve bunun üzerine yapılandırılmış komünist devrim yolunun üzerine kalın bir çizik atarlar. Kendilerine “post-Marksist” demelerini, Marx’ın çalışmalarının en az yarısının atılması gerektiğini savunmalarıyla açıklarlar.
Hayatları boyunca insanın, toplumun değişmezliğine dayanan özc�� felsefi anlayışlarla mücadele eden, kendi materyalist tarih yorumlarını tarihsellik üzerine kuran Marx ve Engels, geleceği elinde tutan proletaryaya Mesihvari kurtarıcılık atfettikleri bahanesiyle özcü ilan edilirler. Hegemonya ve Sosyalist Strateji, politikanın önceden belirlenmiş verilere dayandırılmasını ve işçi sınıfını devrimci özne olarak belirlenmesini teleolojik bulur. İşçi sınıfının ideolojik ve siyasi önderlik misyonunun üretim ilişkilerinde işgal ettiği yerden çıkarılması olsun, politik üstyapının ekonomik temelin bir yansıması olarak görülmesi olsun mekanik determinizm ve ekonomizme, siyasetin belirleyici rolünün kavranamamasına yorulur. Laclau’ya göre bunlar metafizik Batı felsefesinden mirastır. Marx ve Engels eski tarih felsefesini yeni bir kılık altında sürdürmüşlerdir.
Marksizmin tarihinde bu çeşit itirazlar yeni değildir. Felsefi revizyonizm iki şekilde tezahür etmiştir: Bir yanda tarihsel materyalizmi proletarya devriminin teorisi olarak değil, doğa bilimlerindeki bir ekonomi bilimi gibi görüp, devrimi ekonomik yasaların otomatiğine bağlı kendiliğinden gelişecek bir olgu olarak yorumlayan Kautski ve benzerleri. Daha önce de Franz Mehring tarihsel materyalizmi diyalektikten arındırarak “ekonomik determinizm”e indirgediği için, Sorge’ye yazdığı 14 Temmuz 1893 tarihli ünlü mektupta ideolojinin, hukuki, siyasal tasarımların (vb.) iktisadi etkenler üzerindeki karşı etkisini vurgulayan Engels tarafından uyarılmıştı. Eskidiği bahanesiyle ampirizm aşısı yaptıkları tarihsel materyalizmi Batı sosyolojisi düzeyine düşüren Avustro-Marksistler, Narodnizmin öznel idealizmine karşı çıkarken öznel etkenin, bilincin ve eylemin rolünü küçülterek nesnel yasaların rolünü mutlaklaştıran Plehanov ve 1921 yılında yazdığı Sosyoloji Ders Kitabı alt başlıklı Tarihsel Materyalizm kitabında ekonomik determinizme ve evrimciliğe düşen Buharin de aynı yolu izlemişlerdi.
Marksizmin tarihinde bunun tersi bir akım da vardır. Marx ve Engels’in üstyapının altyapı karşısındaki sınırlı özerkliği yönündeki vurgularını yetersiz bulan Bernstein, ideolojinin, siyasetin, ahlakın altyapı karşısında özerk olduğunu ileri sürdü. A. Gramsci, K. Korsch ve G. Lucaks’tan itibaren Batı solunun bütün düşünürleri, Marksizmi politikaya, ideolojiye, kültüre indirgeyen fikirler ortaya attılar. Laclau ve Mouff’un determinizm, indirgemecilik, ekonomizm eleştirileri, daha 1930’larda Karl Korsch tarafından etraflıca ele alınmıştı.
Batı Marksizmi teorisyenleri kendilerine yer açmak için basit bir hileyle, Marx, Engels ve Lenin’i Kautski ve benzerleri ile aynı kefeye koydular. Marx’ın, “Karl Marx’ın Ekonomik Determinizmi” kitabının yazarı damadı Paul Lafargue’ın kendi görüşlerini çarpıtmasına, “Kesin olan bir şey varsa, o da benim bir Marksist olmadığım” diyerek ironik bir tepki gösterdiğini birden unutuverdiler. Marksizm- Leninizmin tarihinin hakiki sosyalistlerden Proudhon’a, Dühring’ten Bakunin’e, Kautski’den Martov’a, Bernstein’den Bogdanov’a kadar mekanik materyalist ve idealist tarih anlayışlarına karşı mücadele içinde geçtiğini görmezden gelmenin kasıtsız olduğu söylenemez.
Batı solunun sapkınlıklarını gerekçelendirmek için çubuğu kırıncaya kadar tersine bükmeleri gerekiyordu: Gramsci dikkatini kültüre indirgediği üstyapı üzerinde toplamıştı, Korsch Marksizmi dogmatizmden ve indirgemecilikten kurtarmak isterken bataklığa saplandı, Lukacks Marksist kuramı ideolojiye indirgedi, Marksizmi pozitivizmle özdeşleştiren Frankfurt Okulu psikoloji ve kültürü meşgale edindi, Althusser ve Poulantzas üstyapının görece özerkliğinin teorisini yaptı. Boynuz kulağı geçince Laclau ve Mouffe bunu altyapının varlığını sorgulayacak düzeye vardırdılar. Sınıf kavramıyla birlikte adı var kendi yok bir meslek grubuna indirgediği “işçiler”i, gay ve lezbiyenlerle “eşdeğer” kılmak için böyle yapması gerekiyordu. Marx ve Engels, geleceği elinde tutan proletaryaya Mesihvari kurtarıcılık atfettikleri için özcü ilan edildiler. Oysa Marksizm yorumlarını nicel ve nitel sıçramalarla gelişen toplumların tarihsellikleri üzerine kurmuştur. Asıl özcü olan post-yapısalcılar, tarihsel gelişmenin itici gücünden kopardıkları sınıflar üstü söylem teorisini savunan ve siyaseti liberal demokrasiye sabitleyen post-Marksistlerdir.
Tarihteki her öğenin iktisadi ilişkilerle açıklanabileceğini öne sürerek ideoloji, ahlak ve sanat gibi maddi olmayan üretimlerin alt yapının düz bir yansıması olduğunu iddia eden pozitivist “Marksist”lerden söz ettik. Üstyapı ya da politika ve ideoloji ekonomik sürecin elbette basit ve edilgen bir takipçisi ve kopyası olarak görülemez, sadece etkin değil bazı dönemeçlerde belirleyici olabilen bir etkiye ve kısmi özerkliğe sahiptir. Yanlış olan neo-Marksistlerin bunu siyasi ve ideolojik alanın esas, altyapının ikincil olduğu noktasına vardırmalarıdır.
Marksizmin ekonomik etkenlerle ideoloji ve siyaset arasındaki ilişkiyi tek yanlı bir yansıma ilişkisi olarak anladığını iddia edip, sonra da bunu doğru kabul ederek, ona karşı hücuma geçen Laclau, Mouffe ve onun gibiler, bunu tam tersine çevirerek kendilerini meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Bu eskici pazarında bile müşteri bulamayacak eski bir oportünist hiledir. Materyalist tarih anlayışı ekonomik temelin üstyapısal öğeler karşısındaki önceliğini savunur, ama orada durmaz, bunlar arasındaki karşılıklı ilişki ve etkileşimleri de gösterir. İnsan toplumunun evriminde, sosyoekonomik formasyonların ortaya çıkışlarını, her aşamanın ekonomik, politik, hukuki ve ideolojik yönleri arasındaki ilişkisel bütünlüğü ve bunların aşağıdan yukarıya doğru gelişmelerini açıklama kapasitesine sahip olan tek tarih anlayışıdır. O yüzden, onu felsefeye, iktisada, sosyolojiye, ideolojiye, kültüre, psikolojiye indirgeyerek bütünlüğünü bozmaya çalışanlar hep başarısız olmuşlardır.
Yapı mı/özne mi tartışması Laclau’da “yapılar”ın yerini söylemsel “özne”lerin, “özne”lerin yerini söylemsel alanda kurulan “özne konumları”nın almasıyla yeni bir kırılmaya uğrar. Söylem teorisi, dilsel yapı ile toplumsal yapı arasında bir benzeşme olduğu anlayışına dayanır
Laclau, ekonomik alanla ilişkisizmiş gibi davrandığı siyaseti söylemsel bir oluşum olarak tanımlar. Siyasi gerçekliği, semboller ve dilden oluşan “söylemsel” bir olgu olarak görür. Ona göre “yapı”, “toplumsal bütünlük”, “özne” diye bir şey yoktur; söylemsel olarak kurulan alanlar, söylem tarafından kurulan “özne konumları” vardır. Laclau’nun Saussure, Lacan ve Foucault’dan ödünç aldığı kavramlar aracılığıyla kurduğu metodolojisinin özü, söylemin bir anlamlılık alanı, anlamların üretildiği bir alan olduğu tezidir. Söylem dünya görüşü kadar, aktörlerin kendilerini de ürettikleri bir alandır. Dolayısıyla, sosyal etkileşimlerin değişen bir anlam kazandığı sistemlerdir.
Derrida dilin dışında bir gerçeklik olduğuna aldırış etmez. Laclau toplumsal olan her şeyin toplum içindeki özneler aracılığıyla söylemsel olarak kurulduğunu söylerken, Derrida’nın “Toplum’ geçerli bir söylem nesnesi değildir”, “Metin dışında hiçbir şey yoktur” gibi idealist varsayımlarından hareket eder. Sürekli değişim geçiren toplum, nesnel bir varlık olarak kabul edilemez. Toplumsal alan bütünsel bir analiz alanı olamayacağından modellemeleri de yapılamaz. Tahakküm ve eşitsizlik ilişkilerinin köklerini ortaya çıkaracak tarihsel, sosyoekonomik çözümlemelere ilgi duymaması bu yüzdendir. Toplumsal sınıfları çıkış noktası yapan Marksizmi indirgemeci bulduğu için maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimi konusuna kayıtsız kalır.
Marksizm siyasetin, fikirlerin, bilincin tarihte aktif bir rol oynadığını reddetmez, sadece bunun üretim ilişkilerinin getirdiği sınırlarla koşullu olduğuna işaret eder. Toplumsal maddi gerçeklik ideolojik-siyasi ilişkilerin dışında değildir, bunlar birbirleri ile bağlantılı ve karşılıklı etkileşim içinde olan etkenlerdir. İnsan bilinci maddenin ürünüdür, sosyal bilinci belirleyen sosyal varlıktır. Sadece siyaset ve kültür değil, dil de maddi gerçekliğe tabidir. Fikirler maddi dünyanın nesne ve süreçlerinden bağımsız, zihnin kendi kendine icat ettiği şeyler değildir. Laclau ve Mouffe, gerçekliğin söylemsel düzeyde kurulabileceğini iddia etmekle materyalizmle yollarını ayırdıklarını itiraf etmiş olmaktadırlar. Bu yüzden, herhangi bir maddi referansa gerek görmedikleri fikirlere ve dile, kendi başına buyruk, keyfi bir rol tanımaktadırlar.
Laclau teorisini toplumsal ilişkilerin çözümlenmesi için “eklemleyici pratikten kaynaklanan yapılandırılmış bütünlük” anlamına gelen “söylem”, “söylemsel olarak eklemlenemeyen herhangi bir farklılık” diye tanımladığı, katılımcıların olumsuz ve pozitif olmayışı “öğe”, “öğeler arasında eklemleyici bir pratiğin sonucu olarak kimlikleri değişecek şekilde bir ilişki kuran herhangi bir pratik” dediği “eklemlenme” ve “bir söylem içinde eklemlemiş farklı konumlar”ı ifade eden “moment” olmak üzere dört terim kullanır.
Laclau ve Mauffe, politikayı “eklemlenme” olarak kavramalarını, Gramsci’nin tarihsel blok kavramından türetirler. “Tarihsel blok” bileşenlerinin birbirlerine bağlanmalarının organik ve ilişkisel bir bütün olduğu görüşünden yola çıkarlar ve hegemonyayı sınıf aidiyeti olmayan öğelerin eklemlenmesine (“sınıf belirleme olmaksızın hegemonya”) indirgerler. Böylelikle merkezinde işçi sınıfının olmadığı, başı sonu, önü arkası belli olmayan şekilsiz bir yapılanma tasarlanır. Oysa hegemonya anlayışının merkezine işçi sınıfını koyan Gramsci, hiç olmazsa Marksizm-Leninizmin temel belirlemelerinden biri olan işçi sınıfı ve burjuvazi dışında ara sınıfların hegemon olamayacakları düşüncesine bağlı kalmıştı.
Hegemonya bir eklemlenme sürecidir, farklı tikellikler birbirleriyle eklemlendikleri momentte oluşur. Laclau ve Mouffe, hegemonya oluşumunun sistem içi ve kapitalizmi olumlayıcı yönlerini gizlemek için anlaşılması güç, dolaylı, soyut kelime oyunlarına başvururlar. Hegemonik bileşenler arasında “öncülük”, “artçılık”, “yedeklik”, “kuruculuk”, “sabitlik” gözetilmez. Çoğulculuk anlamına gelmek üzere “kolektif irade” tabiri yeterli bulunur. Çoğulculuk heterojenliktir, yani çok farklı kimliklerin, toplumsal hareketlerin birliktelikleridir. Eklemlenme, sürekli akan, sabit olmayan, açık uçlu bir süreçtir. Maksat Marksist-Leninist öncülük ve ittifaklar anlayışını dıştalamak, anlaşılır olmamak, gerçek anlamları maskelenmiş sözcüklerle gizlemektir. Olmadığı bir şeyi var göstermek için başına “radikal” sıfatı eklense de amaç burjuva çoğulculuğunu aklamak olduğundan çıplak kralın yok giysisi gibidir. Radikal demokrasi projesi radikalliğini nihai hedefinin uzun menzilliliğinden, programının içeriğinden, mücadele yöntemlerinin keskinliğinden almaz. Çok merkezliliğinin, farklı ve değişik oluşumları birbirine bağlamasının onu radikal kıldığı varsayılır.
Toplumun sabitliği olmayan, kararsız birtakım kimliklerden oluştuğu düşünüldüğü için, gerçek karakterlerini eşdeğerlilik kazanacakları hegemonik formasyon içinde alacakları söylenir. Eklemlenme süreci klasik bir sınıf ittifakları çerçevesinde gelişen bir hegemon blok şeklinde değil, toplumsal formasyonda gelişen farklı ve çeşitli mücadele ve hareketlerin birleşmeleri olarak resmedilir. Bu çok merkezli, açık uçlu, tarihsel değişkenlik gösteren bir oluşumdur. Ama bu ilişkisel sistem kararsız ve değişken olduğundan toplumsal kimliklerin anlamı da sürekli ertelenmelere maruz kalır.
Böylelikle post-Marksizmin ontolojik merkeziliğine dayandırıldığı gerekçesiyle reddedilen proletaryanın hegemonya anlayışının yerine, “bir sınıf”ın kendi konseptini başkalarına kabul ettirmeye çalışmadığı, farklı görüşleri, aralarındaki antagonizmaları etkisizleştirecek bir eklemlenmeye tabi tuttukları popülizm geçirilir. Hegemonya, sosyal ilişkilerden koparılmış söylem egemenliğine ulaşmak anlaşılır. Bunu kuranın kim olduğuna, hangi araçların kullanıldığına ve nasıl yönetildiğine, hegemonik hasımların buna nasıl tav��r koyduğuna dair bir ��ey söylenmez. Devlet diye bir şey yokmuş gibi davranılır.
Lenin hegemonyadan işçi sınıfının tarihsel müttefikleriyle ilişkisini, ittifak geliştirdiği sınıf ve tabakaları yönetmesini anlar. Hegemonya stratejisi düşman sınıflarla dost sınıflar arasındaki çatışmaya dayanır. Laclau ise önderliği ve sınıf çatışmasını kabul etmez, toplumsal öznelerin sürece farklılıklarıyla katılmalarını yeterli bulur. Temel hedef, çatışmaların giderilerek homojenlik kazanılması, farklılıkların uzlaşma yoluyla temsilinin sağlanmasıdır. Etnik hareket, ekolojik direniş, feminist eylemler, insan hakları mücadelesi politik pratiğin içinde doğarlar ve diğer mücadele ve taleplerle eklemlendiklerinde hegemonik bir karakter kazanırlar. Tılsım baştan verilmiş imtiyaza dayanmamakta ve devrimi hedef almamaktadır.
Devam edecek…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.