Çerkeslerin Rus Çarlığı’na karşı verdiği bu savaşı “halkın tümünün bizzat katıldığı haklı bir özgürlük savaşı” olarak değerlendiren Karl Marx, Çerkes Ulusal Kurtuluş Savaşı hakkında 7 Temmuz 1864’te şöyle bir yorum yapmıştı: “Rusya’nın Kuzey Kafkasyalılara uyguladığı aşırı önlemleri Avrupa’nın aptalca bir umursamazlıkla karşılaması kendileri için daha kolay oluyor. Polonya’nın özgürlükçü ayaklanmasının sindirilmesi ve Kafkasya’nın işgali olaylarını 1815 yılından bu yana Avrupa’nın en ciddi olayı olarak değerlendiriyorum” diyordu
Her topluluk yaşadığı koşullar içerisinde kendisine özgü bir tarihe sahiptir. Çerkesler de Kafkasların onlarca haklarından biridir. Ancak yaşamları hep katliamlarla, sürgünlerle geçmiş bir topluluktur. Kafkas tarihinin belki de en eski halklarından biri Çerkesler esasen 1400’lü yıllara kadar devletsiz ‘ilkel komünal toplum’ yaşam tarzına sahiptiler. Kendi içlerinde oluşturdukları toplumsal sistem, kendi iç dinamiklerine ve ortak yaşam biçimine dayanıyordu. Çerkesya’da iç kabilelerin kendi aralarındaki savaş ve rekabet son derece azdı, sorunlarını istişare yoluyla çözmeye esas alan bir ortak örgütlenme modelleri vardı ama imparatorlukların savaşlara dayanan toprak işgalleri nedeniyle hemen her dönem çatışma alanına dönüşmüştü. Kendi doğal yaşam biçimlerini sürdürmekte hep zorlanmışlardır.
Çerkesya coğrafyası savaşların en önemli alanı olması olmasının nedeni jeopolitik pozisyonundan kaynaklanıyordu. Çarlık Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu için Kafkasya tarihi bir öneme sahipti. İngiltere ve Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında belirledikleri Kafkasya merkezli ‘Kalpgâh Stratejisinin’ merkezinde Çerkesya coğrafyası önemli bir alanı oluşturuyordu.[1] Bu nedenle Kafkasya’nın merkezinde bulunan Çerkesya’nın tarihi esasen bölgeyi işgal eden güçlerin katliamlar tarihi olanak bilinir.
1864 Çerkes sürgünü, tarihte pek bilinmemekle birlikte aslında bir Çerkes soykırımı niteliği taşıyan, korkunç bir trajedidir. Bütün dünyanın gözü önünde Çerkesler, kendi isteği dışında, bir bölümü ise bugünkü Balkan ve Ortadoğu ülkeleri olmak üzere Osmanlı topraklarına sürülmüştür. Bu trajedi Rus-Kafkas gerginliğinden kaynaklanmış ve Kafkasya bir kan gölüne dönmüştür. Örneğin, “coğrafi olarak dış etkilere açık, stratejik önemi daha büyük Batı Çerkesya’da ise yerli halk sürgün edilip, mülklerine el konularak yerlerine Rus nüfus yerleştirildi. En yoğun 1863-64 yıllarında olmak üzere, 1858’den itibaren yüz binlerce Çerkes Osmanlı yönetimiyle anlaşmalı olarak Karadeniz kıyılarından gemilerle Anadolu ve Balkanlar’a taşındı. Azak Denizi’ne dökülen Kuban Nehri’nin ağzından Abhazya’da Bzıp Nehri’ne kadar Karadeniz şeridi, dağların kuzey yamacı da dahil olmak üzere tamamen boşaltıldı. Kayıtsız şartsız teslim olmayı kabul edenler Kuban bölgesindeki düzlüklere yerleştirildi.”[2]
Çerkeslerin Rus Çarlığı’na karşı verdiği bu savaşı “halkın tümünün bizzat katıldığı haklı bir özgürlük savaşı” olarak değerlendiren Karl Marx, Çerkes Ulusal Kurtuluş Savaşı hakkında 7 Temmuz 1864’te şöyle bir yorum yapmıştı: “Rusya’nın Kuzey Kafkasyalılara uyguladığı aşırı önlemleri Avrupa’nın aptalca bir umursamazlıkla karşılaması kendileri için daha kolay oluyor. Polonya’nın özgürlükçü ayaklanmasının sindirilmesi ve Kafkasya’nın işgali olaylarını 1815 yılından bu yana Avrupa’nın en ciddi olayı olarak değerlendiriyorum” diyordu.[3]
Çerkeslerin vermiş olduğu ‘ulusal kurtuluş mücadelesi’ Rus Çarlığının yürüttüğü ve uzun yıllara yayılan kanlı savaşlar sonucu fiilen son buldu. Kafkas-Rus Savaşlarının 21 Mayıs 1864’te Çerkeslerin yenilgisiyle sonuçlanmasından sonraki saldırılar esasen bir soy kırıma dönüştü. “Rusya, Kafkasya’yı işgal etmekle yetinmemiş, sürgün politikalarıyla Çerkesya’yı yerli halktan arındırmış, Çerkesya’nın %85’lere varan oranlarda boşaltılmasıyla” öldürülen binlerce Çerkesten geri kalanlar tehcire ve sürgüne gönderilmiştir.[4]
Çerkesler birçok kabileden oluşuyordu. Her birinin birbirini tamamlayan toplumsal yaşamları gibi birbirinden farklı özellikleri de vardı. Ama ortak yaşam alanlarında bir arada sorunsuz yaşarlarken aynı ortak kaderi paylaştılar: Soykırım.
Tahmini olarak 35 bin kişi Avrupa’ya, 1,2-1,5 milyonu Osmanlı yurduna; İstanbul ve Anadolu’nun kimi bölgeleriyle bugünkü Ürdün, Suriye, İsrail ve Libya’ya gönderilir. Bunların 500 bine yakın bir bölümü bu göç yollarında ölür. Açlık, yokluk hastalık sonları olur. Samsun’a çıkan Adigelerin sayısı 70 bin iken ölenlerin sayısı 60 bindir.[5]
Dağların doruklarından sökülüp yayan yapıldak limanlara yığılan milyonlarca insan… Karadeniz’in azgın sularına bırakılan kadınlar, çocuklar, yaşlılar… Öldüğü anlaşılıp da Karadeniz’e atılmasınlar diye, anneler ölü çocuklarına durmadan -yaşıyormuşçasına!- ninni söylermiş! Bu ninni ‘Şiş Naniy’ yani bir sürgün ağıdıdır.
“ninni yavrum, ninni,
uyu yavrum ninni,
evlerinde değilsin annenle babanın,
karadeniz’in koynundasın.”
Ve 21 Mayıs; Karadeniz’i daha da karartan tarihtir; Karadeniz’in toplu mezara dönüştüğü günün simgesidir. Bu tarih, yüzyıllardır unutulmayacak bir şekilde tarihe tanıklık etmektedir.
Çerkeslerin asıl trajedisi ise bundan sonra başlamıştır. Çünkü; Çerkesler Anadolu topraklarına gelirken Osmanlı İmparatorluğu ile Rus Çarlığı arasında yapılan bir anlaşma olduğunu da birileri bilmek istemiyor. Oysa daha 1856’da Rusya ve Osmanlı hük��metleri arasında Kafyasya dağlı nüfusunun kısmen göç etmesini öngören anlaşma imzalanmış, Kafkasyalı göçmenlerle ilgili yasa (Muhacirler Hakkında Kanun) Osmanlı’da 9 Mart’ta yürürlüğe girmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu ise Anadolu’ya getirilen Çerkeslerin, Rus Çarlığıyla yaptığı anlaşma gereği çok büyük bir kesimini Karadeniz bölgesinin dışında çok uzak bölgelere yerleştirdi. Çerkeslerin, Osmanlı İmparatorluğu’nun en uç bölgelerine yerleştirilmesindeki amaç, kendi aralarındaki tarihsel, kültürel ve etnisiteye dayanan bağları koparmak, uluslar kimliklerini bütünüyle yok etmekti. İslami değerler üzerinde onları devlete bağımlı hale getirme stratejisi uygulandı. Bugün farklı devlet sınırları içerisinde Çerkesler bulunuyor. Geçmişte bu bölgeler Osmanlı sınırları içerisindeydi. İmparatorluk yönetiminin Çerkesleri uzak bölgelere yerleştirmesinin nedeni Osmanlı ülkesinde savaşacak dinamik askeri gücü kalmadığı için Çerkesleri ‘yeni’ askeri güç olarak kullanmaktı. Bunu nispeten başarılı bir şekilde uyguladı.
600 yıllık Osmanlı geleneğinin doldur-boşalt politikası, Osmanlı’nın Anadolu ve Balkanlarda her girdiği coğrafyada şiddetli bir imha sonrasında kendine bağlı güçler oluşturması, ardından ise boyun eğmemiş olan halklara dönük sürgün, zorunlu göç politikaları Cumhuriyet döneminde de devralınmış ve sürdürülmüştür.
Osmanlı’da devletin güvendiği nüfus daha çok Müslümanlaşırken, hiçbir halka güvenilmemiştir. 1912’den itibaren mübadele ve tehcirlerle demografi mühendisliği uygulamalarıyla nüfus homojenleştirilmiş, önce gayrimüslim halklardan başlanıp saldırı tüm halklara yayılmıştır. 1912’de nüfusun %20’sini oluşturan gayrimüslim halkların 1927’de nüfusa oranı %2,6’ya kadar düşürülmüştür. 1914’te Bulgar ve Rum tehcirini, 1915 Ermeni ve Süryani tehciri ve soykırımı, 1919 Pontus katliamı, 1921’de Diyarbakır, Van, Bitlis, Elaziz’deki Kürt isyanlarının katliam ve zorunlu göç politikalarıyla bastırılması, 1930’larda Ağrı, Zilan, Koçgiri ve Dersim’de Kürt halkına dönük katliamlar izlemiştir. 1921 Kürt isyanlarını bastırmakla sorumlu dönemin Valisi ‘sakallı’ lakaplı Nureddin Paşa ‘isyan bölgesine’ giderken devletin halklara dönük politikasını özetlercesine “Zo diyenleri (yani Ermenileri) temizledik, Lo diyenlerin (yani Kürtlerin) köklerini de ben temizleyeceğim” demiştir.
Sonraki yıllarda başlayan Türk-İslâm asimilasyonu Çerkesleri yok olma aşamasına getirmiştir. Anadillerini, etnik ve kültürel kimliklerini yitirmişlerdir. Ekim Devrimi’nden sonra Kuzey Kafkasya’da kalan Çerkesler özerk devletler bünyesinde ulusal kimliklerini koruma ve geliştirme imkânına kavuşsalar da Türkiye’de bundan mahrum bırakılmışlardır. Çerkesler için uydurulan “Kafkas Türkü” söylemi ve Türk milliyetçiliğine dayalı “tek dil, tek millet, tek vatan” uygulamaları onları devletle ve Türk kimliğiyle bütünleştirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra da Çerkesler, sistemin dinamik bir gücü olarak kullanılmaya devam edilmiştir. Çerkeslerin ‘Kafkas Türkü’ olduğu iddiası yıllarca Çerkeslere yönelik bir asimilasyon aracı olarak kullanılmaya devam edildi.
Savaştan galip çıkan Cumhuriyet Türkiye’sinin milliyetçi kadrolarından bazılarının; Gönen, Manyas ve Bandırma’da yerleşik Çerkesleri; Afyon, Sivas, Tokat, Urfa, Muş, Bitlis, Konya ve Malatya taraflarına dağıtarak açıktan söylenmese bile onları asimile etmeyi amaçladıklarında bir mutabakat vardır. İki yanlı (bir yandan Çerkesleri asimile ederken diğer yandan o bölgenin halklarına karşı Çerkesleri kullanmak hedeflenmiş) bir planlama yapılmış gibi durmaktadır. [6]
Her ailenin ancak bir kağnı arabasının götürebileceği kadar eşyasını alabileceği sınırlamasıyla başlatılan sürgünde, Çerkesler mallarını yok fiyatına elden çıkarmak zorunda bırakılmışlardır. Jandarmalar tarafından kuşatılan köylere giriş-çıkışlar yasaklanmış, belirli alıcıların insafına bırakılan satışlarda; normal fiyatı 200 lira olan bir çift öküz en çok 30 liradan, koyunun çifti 7-8 liradan, en kaliteli atlar 20-25 liradan elden çıkarılmıştır.[7]
Çerkes topluluğunun iç sürgün konusunda suskunluğa gömülmesi, iç sürgünü topluca unutmayı yeğlemeleri Türklük Sözleşmesine dâhil olmalarının ön koşulu olmuştur. İç sürgün, 1864 sürgünü ile anavatanlarından kovulan diyasporik bir topluluk için bir travmadır. Unutma pratiğinin bugün tek tük istisnai örnekler dışında devam ediyor olması, bu travmanın diri tutulduğuna işaret etmektedir. Bu bakımdan, Gönen Manyas sürgünü, bölge Çerkeslerinin hâkim milliyetçilikle ilişkilerinde ve kendilerine yönelik algılarında derin izler bırakan travmatik bir dönemeci anlatır.
Devlet, Çerkesleri asimilasyona tabi tutarken aynı zamanda bölgedeki başka halklara karşı devletin bir gücü olarak kullanmak istedi. Osmanlı’dan başlayan Cumhuriyet’le devam eden stratejik devlet politikası, Çerkesleri, tarihlerini, kültürlerini, geleneklerini ve en önemlisi etnik kimliklerini unutturarak, Türk-İslamcı bir tarzda asimile etmekti. Çerkesler, her ne kadar uzun yıllar resmi politikanın etkisinde kalmış olsalar da bu süreç artık değişmeye başladı.
Çerkesler, etnik kimliklerini, tarihsel değerlerini, kültürlerini yeniden tanımaya, anlamaya ve sahip çıkmaya başladılar. Bulundukları topraklardaki halklarla birlikte yaşama bilinciyle devlet dışı toplumsal yaşam içerisinde yeniden ortak örgütlenme bilincini geliştiriyorlar.
21 Mayıs Çerkeslerin soykırımdan geçirildiği tarih olarak bilinir. Bu tarih Çerkesler için hep acılarla dolu olsa da bütün bu tarihi unutmayan yeni kuşaklar, yani bizler, ancak bulunduğumuz ülkelerin demokrasi mücadelesi içerisinde diğer halklarla birlikte yer alarak Çerkeslerin dilini, kültürünü, tarihsel değerlerini savunabilir, haklarını elde edebiliriz.
Dipnotlar:
[1] Aktaran SLOAN Geoffrey, “Sid Halford J. Mackinder: Geçmişte Günümüze Kalpgah Kuramı, Jeopolit. Strateji ve Coğrafya, ASAM yay. 2003, syf:31
[2] https://www.atlasdergisi.com/kesfet/kultur/kafkas-gocu-surgun-ve-iskan.html
[3] http://www.circassiancenter.com/cc-turkiye/tarih/098_tarihsel_mucadele_surecinde_cerkesler.htm
[4] http://www.circassiancenter.com/cc-turkiye/tarih/098_tarihsel_mucadele_surecinde_cerkesler.htm
[5] http://www.circassiancenter.com/cc-turkiye/tarih/098_tarihsel_mucadele_surecinde_cerkesler.htm
[6] http://www.ozgurcerkes.com/?Syf=22&Mkl=245965
[7] Erken Cumhuriyet Döneminde Demografik Mühendislik ve Devlet İnşa Pratikleri: Gönen Manyas Çerkes Sürgünü-Eylem Akdeniz Göker