Tek yol devrim ve sosyalizm

1 Mayıs’a sayılı gün var. Emeğin sesinin, sözünün, taleplerinin görünür hale gelmesi bu defa kalabalık toplanılan meydanlardan olmayacak ama yine de o meydanlar boş kalmayacak. Bugünler geçtiğinde çatışmanın çırılçıplak olduğu günlerde hayatta kalmaya çalışıyorduk diyenler değil halkın çıkarlarını her koşulda eylemiyle savunanlar konuşacak

Tek yol devrim ve sosyalizm

“Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim? / Kitaplar yalnız kralların adını yazar. / Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?” dizelerinde Brecht dünyanın harikalarını yaratanları okumuş bir işçinin sorularıyla anlatır. Ne tuhaf ki dünyayı etkisi altına alan salgın da bu anlatıya farklı bir yerden katkı sunuyor. Sağlık çalışanından market işçisine, kargocusundan çağrı merkezi çalışanına neoliberalizmin en dibe doğru attıklarının hayatın devamı için ne kadar önemli oldukları keşfediliyor. Ama övmenin, vahlanmanın ve alkışlamanın ötesine geçmeyen bir seremoniden ibaret bu keşif. Hala “biz bize yeteriz Türkiyem” yalanı milyonların evine giriyor. Hastalıktan kimlerin daha çok öldüğü, evde yarın neyle geçineceğim diye düşünmeden kalabilenlerin kimler olduğu, teşviklerin kimlere verildiği, yasaların kimlerin işini kolaylaştırmak için çıkarıldığı… Devletin kime yettiği kimi görmediği, her şey kabak gibi ortadayken “biz” denilenin emeğiyle geçinenler olmadığını anlamak zor olmasa gerek. “Biz”in içine dahil olmayanlar epey çeşitli. Diyanet İşleri Başkanı, Ramazan aynın ilk gününde verdiği hutbede virüsten korunmaktan bahsederken eşcinselleri ve nikahsız yaşayanları hedef gösteriyor. Erdoğan, partisinin grup toplantısında “Medya ve siyasetteki virüslerden de kurtulacağız” diyerek muhaliflere karşı savaşını bir kez daha ilan ediyor. Salgın koşulları var olan eşitsizlik ve ayrımcılıkları katmerlendiriyor.

Türkiye’de salgın, en başından itibaren sermayenin ve AKP iktidarının çıkarlarını korumaya dönük politikalarla yönetiliyor. İktidar kendi sınıfını, kendi dayandığı sermaye kesimlerini koruyor. Salgın başladığından beri bir başarı öyküsü yazmaya ve ona odaklanmamızı sağlamaya çalışıyor. Oysa gerçek, gösterilmeye çalışıldığı gibi değil. Bütün süreç tek bir merkezin kararlarına bağlı yönetiliyor. Salgınla mücadelenin parçası olması gereken meslek örgütleri, sendikalar, belediyeler, halk örgütlenmeleri sürecin tamamen dışında tutuluyor. TBMM iki hafta boyunca olağan üstü çalıştırıldı. Neden? Çünkü sermayenin borçlarının ertelenmesi, maliyetlerinin azaltılması, ihalelerin kolaylaştırılması ve iktidarın söz verdiği mafya liderlerinin salıverilmesi gerekiyordu! En başından itibaren toplum şeffaf bir şekilde bilgilendirilmedi. Sağlık sistemi açısından alınması gerekenler önlemler zamanında alınmadı. Maske dağıtımı bile bir kaosa dönüştü. Salgın ekonomik bir mesele olarak kodlandı ve her ekonomik kriz anında olduğu gibi damat Albayrak o güvenilmez yüz ifadesiyle sermayenin endişelerine seslendi. Tatil günleri ilan edilen sokağa çıkma yasakları yasak öncesi panikleyen insanların daha fazla bir araya gelmesine yol açtı. İçişleri ve valiler, yasakları işçilerin tatil günü bile çalıştırılacağı şekilde düzenlerken sağlık çalışanlarını ve sokağa çıkan insanları suçlamaktan geri durmadı. Bu arada yeni bir gelir kapısı da buldu devlet: idari para cezaları. Salgın yönetiminde yasaklar, yaptırımlar, sosyal medya operasyonları; önleyici önlemler, yaygın test, sağlık kurumlarının kapasitesinin geliştirilmesinden önde geldi. Egemenler açısından her şey tabii ki yolunda değil. Süleyman Soylu vakası AKP içi gerilimlerin gizlenebilir olmaktan çıktığını bir kez daha gösterdi. Yine de Erdoğan bu süreci kendi kontrolü dışında hiçbir odağın oluşamayacağı şekilde yönetmeye çalışıyor. Özellikle CHP’li belediyelerin salgınla ilgili faaliyetlerine dönük engellemeler bunun göstergesi. Belediyelerin salgında devletin yapması gerekenleri daha hızlı yapması ve inisiyatif alması paralel yapılanma olarak etiketlenmeye çalışılıyor. Bize hizmet yaptırmıyorlar şikâyetlenmesi bu saldırı karşısında fazla geri bir tutum değil mi? Saray rejimi kendi dışında ve kendisine karşı oluşacak her bir meşru odağı dağıtmak, suçlu ilan etmek zorunda. Bu saldırı karşısında belediyelerin ya da muhalefetin sadece kendi dayanışma, yardımlaşma çalışmalarını örgütlemesi yetmeyecektir. Önlem almayanları, halkı korumayanları, ölümlerden sorumlu olanları doğrudan hedef tahtasına koymak gerekmektedir.

Türkiye’de salgın yönetimi sınıfsal da dünyada değil mi? Aşı çalışmaları bile devletlerarası rekabete dönmüş durumda. Trump insanların vücuduna dezenfektan enjekte edilmesini önerirken rakibi Biden sakın çamaşır suyu içmeyin diye halka uyarıda bulunuyor. Ağalar “eğleniy”. İnsanlar ölüyor. Marx, Komünist Manifesto’da “Çağımızda sınıf karşıtlıkları basitleşmiştir. Toplum giderek iki büyük kampa bölünüyor: burjuvazi ve proletarya” der. Çağın üzerinden çağ geçti. Yaşama dair olan her şey sermayenin konusu haline geldi. İşçi sınıfına tarihte hiç görülmediği kadar çok ve büyük yeni bölükler eklendi. Neoliberalizmin kamusal haklarda yarattığı tahribat geri döndürülemez. Kapitalizmin gezegene vadedeceği bir kurtuluş reçetesi yok. Ancak neoliberalizme ve onun gerici faşist iktidarlarına karşı mücadeleyi ana mücadele hattı haline getirmiş bizlerin önerebileceği bir yol var. Bunu çokça söylüyoruz. Söylemekten de geri durmayalım. Tek yol devrim ve sosyalizm. Bu defa söz önde gitsin. Tek bir şartla; mücadele etmeden varılamayacak bu yolda bugünden yapılaması gerekenleri yapmaya başlayarak.

  • Salgını sermayenin ve iktidarın çıkarlarını korumak için bir fırsata çevirenler; başta Erdoğan ve salgın konusunun asli icracı bakanları Soylu, Albayrak ve Koca bu sürecin sorumlularıdır. Bu fırsatçılığın bir statükoya dönüşmemesi için şimdiden sorumluların hesap vermesini, istifa etmesini hem söylemek hem de eylemlerin hedefi haline getirmek zorundayız.
  • Halkın sağlığını ve yaşam güvencesini temel alan bir toplumsal düzen için neler yapılması gerektiğini önermeliyiz. Yaygın test ve kamusal sağlık hizmetiyle halk sağlığının korunmasını, geçim sıkıntısı içinde olan halkın üzerindeki borç, fatura, kira gibi yüklerin hafifletilmesini, işsizlere ve salgın döneminde işsiz kalanlara asgari geçim ödeneği verilmesini, zorunlu olmayan iş kollarında çalışanların ücretli izne çıkarılmasını, zorunlu olarak çalışanların çalışma koşullarının güvenli hale getirilmesini, halka sağlıklı ve yeterli gıda desteği verilmesini, şiddete karşı kadınları koruyucu ve önleyici mekanizmaların etkin çalıştırılmasını, salgınla mücadelede ederken ayrımcılık yapılmamasını, tüm sürecin şeffaf ve halkın katılımına açık şekilde yürütülmesini istemeliyiz.
  • Önermelerimiz ve taleplerimiz ancak eylemin ve örgütlenmenin gücüyle gerçeğe dönüştürülebilir. Sokaktan, evlerden, işyerlerinden simgesel de olsa yapılan eylemler harekete geçme çağrısı olarak değerlendirilmeli. Zorunlu olmayan sektörlerde iş bırakılan, ancak sadece iş bırakmayı değil halkın bulunduğu her yerden kendi talepleriyle katılabilmesini sağlayan, hayatı durduran bir siyasal greve/halk grevine cüret edilmeli. Salgın bir aşamadan sonra gerilemeye başlasa da dünya ölçekli bir ekonomik krizin yükünün emekçiye ödetilmeye çalışılacağı, bu nedenle yasak vs. dinlemeyip sokağı bırakmamanın ne kadar önemli olduğu unutulmamalı.
  • Salgının başından beri simgesel olarak denenen eylem biçimleri kendi öznesiyle nasıl buluşacak. Sağlık çalışanları, market depo taşıma çağrı merkezi işçileri, üretime devam ettirilen inşaat, tekstil, madencilik gibi sektörlerdeki işyerlerinde ve evinden çalıştırılanlar, evlerde yükü katlanan kadınlar, bu sürecin yükünü en ağır yaşayan/yaşayacak olan işsizler, ücretsiz izne çıkarılanlar… Farklı çalışma biçimleri, riskler ve sorunlarla boğuşan bu kesimlerin taleplerini görünür hale getirmeli, örgütlenme ve eylemlerine güç vermeli, kendi içlerinden örgütlenmenin önünü açacak öznelerin çıkması için çalışmalıyız. Sadece kentlerdeki emekçilerin değil, üretim yapması giderek zorlaşan küçük köylülüğün sorunlarının, tıpkı çay üreticilerinin sesini duyurmak için yapılan çalışmalar gibi gündeme getirilmesi ve örgütlenmesi gerekecek. Ezilenleri mücadele içinde özneleştiren yaygın örgütler bu dönemin temel ihtiyaçlarından biri.
  • Hem taleplerimizi hem örgütlenmemizi destekleyecek ve aynı zamanda kurmak istediğimiz toplumun nüvelerini barındıracak dayanışma çalışmaları, örgütleri bu sürecin ilk akla gelen ve ilk harekete geçen dinamiği oldu. Eşitsizlik ve ayrımcılık karşısında en güçlü silahlarımızdan biri olan dayanışmayı sadece kendimizi harekete geçiren küçük adacıklar olarak düşünmemeliyiz. Dayanışma ağları yapması gerekeni yapmayan iktidarı hedef alıp dayanışmayı örgütlerken en geniş ilişki ağlarını harekete geçirebilmeli, kendi içinde amaç doğrultusunda planlamalar yapıp örgütlü yapılar kurabilmeli.

1 Mayıs’a sayılı gün var. Emeğin sesinin, sözünün, taleplerinin görünür hale gelmesi bu defa kalabalık toplanılan meydanlardan olmayacak ama yine de o meydanlar boş kalmayacak. Bugünler geçtiğinde çatışmanın çırılçıplak olduğu günlerde hayatta kalmaya çalışıyorduk diyenler değil halkın çıkarlarını her koşulda eylemiyle savunanlar konuşacak. Toplumsal muhalefet henüz saray rejimini hedef alan ve emeğin taleplerini dile getiren güçlü bir koordinasyon merkezi oluşturamadı. Oysa bu parçalı mücadelelerin ve eylemlerin birbiriyle ilişkili ve görünür hale gelmesi ve daha güçlülerinin yapılabilmesi açısından da önemli. 1 Mayıs bir başlangıç olabilir. Kapitalizme ve Saray’a can vermeyeceğiz. Tek yol devrim ve sosyalizm diyenler; kentlerin meydanlarında, işyeri önlerinde, evlerde ve mahallelerde yapılacak eylemleri bu sağlık krizinin siyasal sorumlularını hedefleyen, yapılması gerekeni söyleyen gösterilere dönüştürebilir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur