Bu hikâyenin sonunda görece iyi, kötü, daha kötü senaryolardan hangisinin gerçekleşeceğini ömrümüz yeterse göreceğiz. Ancak pandeminin AKP’nin ömrünü daha çok kısaltmış olduğu fikrine daha yakın olduğumu söyleyeyim. Bunun neticesinin ezilenler için mutlak bir bahar olmayacağı açıksa da nispeten iyi bir iklim de belki gerçekleşmeyecektir. Bunların hepsi müdahale kapasitesine bağlıdır
Kadının tarihsel yenilgisinden, ilk çitlerin çekilişi ve mülk kavramının doğuşundan, bir avuç insanın, yığınlara daha güçlü dolayısıyla daha haklı olduğunu dayatmasından bugüne dünya tarihi aynı zamanda bir sınıflar savaşı, bir ezen-ezilen mücadelesi tarihidir de. Bu amansız kavga, ilk ilkel birikimin (ya da sömürgen lehine kenzin) ortaya çıktığı günden, Mars’a keşif aracı gönderilen bugünlere alçala yüksele sürüyor, sürecek.
Mazlumlar bu uzun tarih boyunca nice yengi, yenilgi, destan, utanç, atılım, geriye düşüş, katliam, kazanım gördüler. Her tarihsel an kendi izleğinde, şartlarında değerlendirilmelidir fakat hepsinden bugünlere kalan çokça ders, örnek, ilham ve ibret vardır. Kopya, şablon değil ama kendi ülkesine/ zamanına bakarak ve bükerek bir “etüt” bu büyük tarihin sunduğu bir olanaktır. Paris Komünü’nü, SSCB’yi, 77-80 “devrimci durumu”nu tekrar edemeyiz ama tekrar tekrar buralara bakmalıyız.
Oralara bakmak bize temelsiz ve coşkun umudun da enseyi karartmanın da yersizliğini gösterecek, örnekleyecektir.
Aksini iddia edenler çoksa da Türkiye toplumu muazzam politik bir kütledir, ne ki bu politizasyon entelektüel temeli zayıf, “geleneksel”/ “kalıtımsal” bir formda olsun. Öte yandan Türkiye gerçeği son derece kendine özgüdür de. Üç kıtada hüküm sürmüş uzun soluklu emperyal bir referansa dayanan, etnik/ dinsel parçalı ve gerilimli bir sosyal kompozisyon üzerine oturmuş ve bir sürekli krizler tarihiyle yoğrulmuş olsa da güçlü bir geleneğe sahip bir devlet.
Kuvvetli bir ordu, Sevr travmasıyla sarsılmış ama kibirli/ kompleksli şoven bir ideolojiyle donatılmış çoğu milliyetçi-muhafazakâr ve devletinden korkan, feodal kalıntıları diri bir biçimde benliğinde taşıyan bir kitle gibi girdiler de sayılabilir Türkiye’nin “özgüllükleri” arasında.
Buradan Türkiye toplumunun politikliğine dönelim. Dediğimiz gibi entelektüel bir birikimle şekillenmeyen, geleneksel bir politizasyondur bu. Kökleri ’80 öncesine dayanan, dahası ’60 öncesi DP-CHP ayrışmasına dek uzanan okullardan sokaklara, camilerden mahallelere, köylere, sosyal medyaya buram buram hissedilen bir siyasallık. Ve AKP döneminde kutuplaşma eğrisinin daima dik seyretmesiyle sözünü ettiğimiz politikliğin daha da sertleştiği sır değil.
Ayrıca bu tabloda daha da “politik” (dahası daha “örgütlü”) Kürt halk gerçeğine de vurgu yapmak gerekir. (Kürt cephesindeki kitlevi eylemselliğin -bir süredir- tamamen sönümlenişini ve Kürt siyasi hareketinin Türkiye genel siyasetinde AKP karşıtı bloka daha çok eklemlendiğini de unutmadan.)
Bu politiklikle tezat/çelişki olarak Türkiye halkı örgütsüz bir toplumdur da. Türkiye toplumunun siyasallığının niteliksizliğinin bir ayağı da budur. Doğru, nüfusun önemli bir yekunu düzen partilerinden birine üyedir. Ancak bunun gerçek anlamda bir örgütlülük olduğu söylenemez. Türkiye’de burjuvazi, siyaseti sırf kendi işi olarak kodlar ve “siyasete bulaşmak” ikrarıyla bunu bir kirli iş olarak yürütür. Yığınların siyasete dahli ise seçmenlik biçiminde olabilmekte ve politikliği ciddi ölçüde seçkinlerden birine taraftar olma şeklinde ilerlemektedir.
Parlamento dışı muhalefetin, farz-ı misal demokratik kitle örgütlerinin, sendikaların durumuysa hiç de parlak değildir. 12 Eylül prensi Özal’ın ondan bile daha iştahlı neoliberal vârisi AKP’nin iktidarıyla geçen yıllarda ise durum öncekiyle kıyas kabul etmeyecek kadar kötülemiştir.
Cumhuriyet tarihinin en kitlesel, üstelik en uzun sürmüş ayaklanması Gezi bile örgütsüzlükle, kendiliğindenlikle[1] maluldür. Gezi’yle toplanan benzemez kalabalıkların çoğunun hedefi de sistemsel bir altüst oluş değil, sadece “Tayyip’in gitmesi”ydi. Örgütlü/devrimci kimliğin Gezi’de daha çok görünürlük/“kumandanlık” kazandığı evredeyse kitlesellikte önemli bir düşüş gözlemlenmekte, Antakya’daki Arap-Alevi dinamiği dışında sönümlenme hâli artık uç vermekteydi.
“Şenlik” dağıldıktan sonra Gezi’den geriye kalanın yalnızca bir “yel” olması ise en hüzünlü olan. Hiçbir kazanım elde edilemeyen o büyük kalkışmanın enerjisi sandıklara akıtılmış, üstelik sandıktan da yerel seçimde yenilgi çıkmıştır. (“Hasat” bir yıl sonraki seçimde toplandı ama ardından gelen tufan bizi bugüne sürükledi.)
15 Temmuz sonrası atmosferde de nihayet, var olan cılız örgütlü güçler de kabuğuna çekilmiş, bir sessizlik hâli hüküm sürmeye başlamıştır. “Korku imparatorluğu”nun en güçlü ama en güçsüz olduğu dönem de bu ana denk geldi. Kadın hareketinin moral veren, tek günlük de olsa kitlesel eylemleri ve devrimcilerin az sayıda kişiyle fakat kararlı KHK karşıtı protestoları ya da yakın vakitte Helin Bölek’in yaşamını yitirmesiyle ülke gündeminde birkaç günlüğüne ilk sıraya yerleşen ölüm orucu direnişi dışında pek bir ses yoktur.
Var olan bu menfi manzaraya karşın son süreçte kısık sesle de olsa “umut”tan, değişimden söz edilir oldu. Hem de sadece “yalnız ve güzel” ülkemizde değil, büyük memleketimizde yani tüm mavi kürede de. Ve bu elbette devrimci güçlerdeki ani nitel/nicel sıçramadan değil, bir virüs belasından oluverdi.
Tüm dünyada tüm hayatları esir alan, kitlesel depresyonu sıkıştığımız odalarda demleyen bu korona felaketinden sadece bir umutsuzluk salgınının değil, öyle veya böyle bir ümitvarlığın da faş etmesi temelde olumludur. Fakat bu spontan romantizmde mübalağa da zararlı.
Olumludur, çünkü kapitalizmin vahşi doğasının, azametli görünümü altında inildeyen kırılganlığının, devletlerin gerçek, soğuk yüzlerinin ayan beyanlığının görülmesi ve sosyalizme yahut daha âdil bir düzene doğru ilginin sivrilmesi güzel. Sınıf bilinci ayağınıza geldi! Ya da henüz bir sınıf bilinçaltı. Yahut karanlıkta el yordamıyla kendiliğinden bulunmuş, kuvve formunda bir sınıf ayıkması.
Fakat zararlıdır. Zira kendiliğindenci, hareketsiz bir umut yıkılıp, dağılmaya teşne hatta mahkumdur. Bu sürecin sonunda yurtta da dünyanın birçok parçasında da daha faşizanlaşmış rejimlerin yükselmesi, gelecek güzel günlerden daha muhtemeldir. Çünkü onlar bizden daha azlar ama örgütlüler. Ve çok fazla şeyleri var ama bizimle paylaşabilecekleri çok az şeyleri var.
Daha hafif yansılı bir diyagram çizecek olursak da pandemi sonrasında düzen namına her şeyin (daha doğrusu çoğu şeyin) aynı kalacağı söylenebilir. Hırpalanmış sosyal psikoloji ve örselenmiş sosyal ilişkiler de bir süre sonra pandemi öncesi hâline dönecektir.
Sadece Türkiye’de olduğumuz için değil, Türkiye’nin “salgınla mücadele” konusundaki özgün konumu ve bunun olası siyasal/sosyal sonuçları açısından da ülkeye bir ayrı parantez daha açmak gerekiyor.
Başta muhalefetin de bir bölüğünü -en azından sağlık bakanı özelinde- içine alan “süreci iyi yönetiyorlar” yargısı çok kısa sürede hükümete karşı yoğun bir güvensizliği doğurdu. “İyi yönetilen”in yalnızca bir sürünceme olduğu, arzu edilen, hayati ihtiyaç duyulan -ve hâlâ bir illüzyon biçiminde de olsa diretilen- başarı hikayesi çabasından yıkıcı bir fiyasko çıktığı açık.
Öylesine kötü yönetilen bir süreç ki, “o kadarını da yapamazlar denilecek hiçbir şey yoktur, yaparlar!” diyenler bizzat bizler olmamıza karşın bize bile hâlâ inanılmaz gelebilen uygulamalar söz konusu. İnsanlara yardım ulaştırmaya çalışan muhalefet üzerindeki şedid baskı ve muhteris engellemeler bunun bir örneğiyse, 10 Nisan gecesi adeta bir şafak baskını gümbürtüsüyle ilan edilen sokağa çıkma yasağı bir başka ve daha absürt bir örneği.
Yönetime beş yaşında bir çocuğu bile koysanız “ama insanlay paniğe kapılıylay” diyeceği açık olan böylesi acayip bir uygulama “bin yıllık devlet aklı”ndan çıktı işte. Belki de “şahin bakan” Soylu’yu koltuğundan bile edecek olan[2] ve birkaç saatlik kaosa + bulaşıya sebebiyet veren bu karar alma biçimi devlete dair birçok şeyi ifşa ediyor kuşkusuz. Milyonlarca hayatın tek adamın iki dudağında oluşu, plansızlık, rastgelelik, kararsızlık, programsızlık, ihtiras…
Pandemi öncesi zaten iflas durumunda olan ekonomisiyle halkı bir miktar rahatlatacak kısmî popülist politikalar bile üretemeyen, “üretim” adı altında sadece burjuvazinin çıkarlarını öne alan, işi bir “sınıf bağışıklığı”na götüren, aldığı önlemlerde de med-cezirli (ya da mehteran kıvamında) ilerleyen rejimin bu son olayla da psikolojik bir yara aldığı tartışmasız.
Durmadan işleyen propaganda makinesi ve seçim mitingi tadındaki millete seslenişler de milletteki antipati genişlemesinin değirmenine su taşımakta.
Yine de muhalefetin bir bölümünün alınan kararın skandal mahiyetinden çok, “Luppo alan yurttaş”la sembolize olan halka yüklenme mesaisine zaman ayırması hükümeti bir miktar rahatlatmıştır doğrusu. Muhalefetimiz bunu her defasında yapmada kabiliyetlidir.
Bizim için en ağır küfür olan “halk düşmanı” yaftasından korkarız. Ama halkı bir bütün olarak toplam bir “iyi” diye işaretleyen (ki bu metafiziktir) kafadan, hararetli halk övgüsünden de kurtulmalıyız elbette. Ancak halkı cehaletle, bencillikle suçlamanın yeri ve zamanı değildi; cehalet ve bencillik halk içinde gerçekten bir salgın olsa dahi. Bu tarafta bir tercih ancak nihilizme ve başka bir bencilliğe götürür. Halkı cehalete, egosantrizme yöneltip, memlekette cehaletin tahakkümünü inşa edenlerin ekmeğine yağ sürme kararlılığında olanlar buna devam edebilirler tabii.
Bir hayli abartılı da olsa darbe, iç savaş (Türkiye’de her zaman bir “guerre civil froid” yani soğuk iç savaş sürüyorsa da, hatta bu soğuk iç savaş Suriye’de tüm taraflarıyla “minyatür” biçiminde ısınmışsa da iç savaş ihtimali darbeden de daha az muhtemeldir[3]), sosyal patlama (hepsinden çok daha olasıdır) gibi ihtimallerin epey vakittir tartışıldığı Türkiye’de, salgınla birlikte politik kriz yeni bir aşamaya yükselmiştir. Bu hikâyenin sonunda görece iyi, kötü, daha kötü senaryolardan hangisinin gerçekleşeceğini ömrümüz yeterse göreceğiz. Ancak pandeminin AKP’nin ömrünü daha çok kısaltmış olduğu fikrine daha yakın olduğumu söyleyeyim. Bunun neticesinin ezilenler için mutlak bir bahar olmayacağı açıksa da nispeten iyi bir iklim de belki gerçekleşmeyecektir. Bunların hepsi müdahale kapasitesine bağlıdır.
Düzendeki her değişim ezilenler lehine olacak diye bir kaide yok. Roma’da aristokrasiyle plebler arasında uzun süren mücadele pleblerin kazanımlarıyla sonuçlanmıştı ama bu kazanımlar bırakın halkın tamamını, pleblerin bile çoğunu kapsamamıştı. Kazananlar sadece zengin pleblerdi ve ödüllerini aristokrasiye eklemlenerek almışlardı.
Örgütlü olmayan, öncü müfrezeleri zayıf olan halk için bahar yalnız kendi özgücüyle, örgütlenmesiyle mümkündür. Devran kendi kendine dönmez, rüzgâr bekler. Oligarşi içi tepişmelerde birileri için kısmen gerçekleşecek devran dönüşleri de bizi belki ancak tatmin eder. İşin ne kadar içinde olursa olsun, sonucunda mutlaka uzaktan uzağa…
Dipnotlar:
[1] Kendiliğindenliği Gezi’nin sadece arızası olarak anmak haksızlık olur, bu aynı zamanda Gezi’nin rengidir.
[2] Merkezi bir yerlerden yönlendirilmiyorsa dahi, en azından “sosyal” olarak Süleyman Soylu’ya karşı Fahrettin Koca’yı, Ekrem İmamoğlu’na karşı Mansur Yavaş’ı tutan çift taraflı bir “operasyon” var.
[3] Taraflar – en azından henüz – aynı/ yakın güçte/ kararlılıkta değildir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.