Dünyadaki internet trafiğinin önemli bir kısmının ABD üzerinden gerçekleştiği biliniyor. Bu trafik bu alanda faaliyet gösteren şirketler tarafından yönetilse de ABD devlet aygıtından bağımsız olmak bir tarafa pek çok proje askerî-sınai kompleks bünyesinde yürütülüyor. ABD istihbaratı için yapılan tahmini 60 milyar dolarlık yıllık harcamanın yüzde 70’inin bu alanda faaliyet yürüten şirketlere aktarıldığı belirtiliyor
Bu yazıda muhtemelen önümüzdeki süreçte gözetimin daha da artacağını ama aslında öncesinde de özgür olmadığımızı savunacağım. Bugünlerde üzerine çok yazıldığı için yazının geri kalanını klişelerden mürekkep bulacaklar olabilir.
Bu yüzden hızlıca belirtmekte fayda var, yukarıda ifade edilen savın iki boyutu var. İlk boyutu, son dönemde popülerleşen bir tartışmaya atıfla devletin toplum üzerinde uygulayacağı düşünülen gözetim araçlarının zaten hali hazırda yaygın biçimde kullanılıyor olması. İkincisi ise kapitalist bir toplumda özgürlüğün bir “yanılsama”[1] olması. Yine de gerçekliğin son derece çıplak bir görüntü kazandığı bu momentte, bu “basmakalıp” argümanlara değinmek, tartışma çerçevesine bir müdahale çabası olarak önemlidir.
Elbette özgürlük, üzerine bu çalışmanın kapsamı dışında kalan ciddi tartışmalara gönderme yapan bir kavram. Kavram, bu tartışmada mevcut konjonktürde yapılan gözetim tartışmasıyla alakalı kalmak üzere, sınırlanma, kontrol altında tutulma ve kısıtlanmanın “değil”i olarak kullanılacaktır.
Krizin seyri belirginleştikçe neoliberalizmin (yavaş yavaş) öldüğünü ve yeni bir tarihsel eşikte olduğumuzu söyleyen tahlillerin sayısı artıyor. Birikim rejiminde bir dönüşümün gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine dair tartışmalar daha cesur bir biçimde dile getirilmeye başlıyor. 2008 krizinin ardından neoliberalizmin sürdürülebilirliğine dair tartışmalar başlamış ancak geliştirilen finansal araçlarla ekonomi yüzdürülmeye devam etmişti. Benzer araçlar, söz gelimi 2008 krizinde, 1929 buhranında olduğu gibi herkesin bir günde işsiz kaldığı çapta bir sarsıntı yaşanmadan bugüne gelinmesinin de vasıtası oldu. Ancak, gelinen noktada Korona krizi belki de neoliberal dönemde bu çapta derin sarsıntının “vesilesini” ve aldığı biçimi oluşturacak. Kısa süre içinde çok sayıda insan işsiz kalacak, belki de üretim alanında yaşanacak dönüşümler sonucunda üretken kapasite fazlasında ciddi bir tasfiye meydana gelecek. İzleyip göreceğiz; elbette, bu dönüşümün gerçekleşmesi için bile öncelikle salgının tepe (peak) krizinse dip noktasına ulaşmamız gerekecek. Henüz buralardan bile uzakta olduğumuz görülüyor.
Haliyle kriz sonrasını konuşmak için şu an erken, ayrıca eldeki veriler çok parçalı ve belli orada spekülatif. Bu yüzden, şimdilik üzerine düşünmek üzere (food for thought) göze çarpan hususları listelemekle yetinmek sağlıklı olacaktır. Dünya ekonomisi ve jeopolitiği üzerine analizleriyle tanınan Pepe Escobar, önümüzdeki süreçte şu dört unsurun hayata geçme ihtimali olduğuna değindi; sosyal kredi sistemi, zorunlu aşı, dijital para birimi ve evrensel temel gelir (UBI). Yine bunları konuşmak için erken olsa da tedarik zincirlerindeki aksamalara yönelik tartışılan senaryolar içinde de tedarik alternatiflerinin esnekleştirilmesi ve çeşitlendirilmesi, blok zincirinin (blockchain) kullanılması, dijitalleşme ile özellikle lojistik ve taşımacılıkta, nesnelerin interneti ve sürücüsüz araçlar gibi uygulamaların yürürlüğe girmesi dillendirilen seçenekler arasında. Elbette, bunlar uzun vadeli projeksiyonların parçası olarak zaten bir süredir konuşuluyor.
Yukarıda sayılanlar arasında üretim süreçlerinin planlanmasına dair uygulamaların yanında toplumun daha çok gözetim altına alınmasını hedefleyen uygulamalar da var. Örneğin zorunlu aşı üzerine yürüyen tartışma Dünya Sağlık Örgütü’nün en önemli bağışçılarından olan Bill ve Melinda Gates Vakfı’nın (BGMF) kurucusu Bill Gates’in, bu aşıyı belgelemek üzere herkesin dijital bağışıklık sertifikası kullanması ve küresel anlamda hayatın ancak bu sertifikanın yürürlüğe girmesinden sonra normale dönebileceği[2] yönünde yaptığı uyarıyla başka bir boyut kazandı. Gates’in açıklamasının ardından çok süre geçmeden Trump yönetiminin sağlık alanında en yetkili danışmanı olan Dr Antonio Fauci, ülkenin yeniden giriş çıkışlara açılabilmesi için Amerikalılar’ın koronavirüs bağışıklık kartlarına sahip olması seçeneğini değerlendirmeye başladıklarını; Almanya, İngiltere’de ve İtalya’da hali hazırda sürecin başladığını ifade etti. İngiltere, Fransa ve İtalya’da da çeşitli düzeyde yetkililer genel sağlık taraması ve takibine dayalı bağışıklık sertifikalarının yaşamın yeniden normale dönmesi için önemli olacağını dile getiriyor.
Dünyada bir süredir altyapısı oluşturulan dijital denetleme, gözetleme, yüz ve ses tanıma ve büyük veriler toplamaya dayalı sistemlerin bu sürecin sonunda hayata geçirileceğine dair daha çok veri oluşuyor. Bu yönde hazırlıkların Türkiye’de de başladığı, ‘ekonomi yönetimi’ne çok uzak olmadığı bilinen çeşitli kuruluşların şimdiden genel taramaya dayalı bağışıklık pasaportları, yapay zekâ ve genetik tabanlı tahmin ve takip sistemleri, kit ve cihaz ile yapay zekaya dayalı yüz tanıma teknolojileri ve erken uyarı sistemleri üzerine akıllı şehir tasarımları için kolları sıvadığı anlaşılıyor. Öte yandan tartışmanın bu meyanda ilerlemesi, söz konusu teknolojilerin bir süredir yaygın biçimde kullanılageldiği gerçeğini ıskalamaya neden oluyor. Sanılanın aksine teknolojik gözetim ve denetim bir süredir, üstelik de dünyanın önemli bir bölümünde uygulanıyor. Özellikle ABD’nin bu konuda ciddi bir altyapıya sahip olduğu biliniyor.
Hollandalı siyaset bilimci Kees van der Pijl, konuyla ilgili yaptığı kapsamlı çalışmasında[3] ABD’nin bu konuda ulaştığı kapasiteyi alıntıladığı şu ifadelerle dile getirir: “İlk kez büyük bir güç sadece kendi ülkesindeki insanların değil aynı zamanda dünyanın çok daha uzak noktalarındaki başka insanların da kimlerle, nasıl ve neden iletişim kurduğunu bilmek istiyor; bu, yirminci yüz yılın totaliter rejimlerinin bile küresel ölçekte yapmayı hayal edemeyeceği bir şey” (Engelhardt’tan aktaran Pijl).
Pijl’in aktardığı rakamlarla, günümüz kapitalist ekonomisi yaşamını sürdürmek için ücret gelirleri dışında aracı olmayan 3 milyar insanı istihdam edebilecek yeterli kullanım alanına sahip değil. Durum böyle olunca sayısı gitgide azalan düzenli iş bulma şansına sahip emekçi sınıflardan sayısı hızla artan yedek iş gücü ordusuna kadar geniş bir yelpazeye yayılan bu nüfus “yaşama ve çalışma koşullarına dönük acımasız ve uzlaşmaz bir saldırıyla” karşı karşıya kalıyor. Gözetim, bu çerçevede “hem gelişmiş hem de az gelişmiş dünyadaki kaynayan banliyöleri ve gecekonduları kontrol etmede kilit bir rol” oynuyor (Mike Davis’ten aktaran Pijl). Öte yandan bu gözetim aygıtlarının gelişmesi ve bunlara “rıza üretilmesi” bir dünya-tarihsel arka plana dayanıyor. Soğuk savaş koşullarında altyapısı gelişen bu süreç, 1973’te dalgalı kur rejimine geçilmesinin ardından bütçe kısıtlamaları olmaksızın finanse edilen Bilgi Teknolojileri (BT) devriminin merkezinin ABD olmasının ardından ciddi bir olgunluk kazandı. Bununla uyumlu bir veriyi PWC danışmanlık şirketinin 2018 tarihli bir raporundan aktaran Başak Coşkun[4], son 40 yılda gerçekleştirilen 40 büyük inovasyonun yüzde 70’inin teknolojiyle ilgili olduğunu, bunun da yüzde 80’inin Amerika kıtasında yerleşik şirketler tarafından gerçekleştirildiğini ifade etmektedir.
Bu imkanlardan faydalanan sadece ABD olmadı; UKUSA Anlaşması çerçevesine Beş Göz (Five Eyes) olarak anılan ABD, İngiltere, Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda beşlisinin yanı sıra beşlinin dışındaki gözdeleri İsrail de faydalananlar arasındaydı. Öyle ki ABD daha soğuk savaş döneminde Beş Göz’ü birlikte kurduğu müttefikleriyle, dış iletişimi denetlemek için ECHELON’u kurmuş, bütün ülkelerde devletler, örgütler ve işletmeler gibi esasen askeri olmayan hedeflerin tüm elektronik haberleşme sistemleri üzerinde küresel bir gözetim altyapısı tesis etmişti. Bu program kapsamında yürüttüğü dinleme faaliyetleri sonucunda çeşitli Avrupa ülkeleriyle de gerilim yaşamıştı.
11 Eylül saldırısı sonrasında oluşan politik konjonktürde BT alanındaki devrimin mümkün kıldığı olanaklarla, haberleşme ağları üzerinde daha önce görülmemiş bir gözetim düzeyine ulaşıldı. 11 Eylül Saldırısı sonrasında Bush yönetimince yürürlüğe konan Devlet Yönetiminde Süreklilik [Continuity in Government] konsepti ve adı sonraki yıllarda Terörizm Bilgi Farkındalığı olarak değişecek olan, Toplam Bilgi Farkındalığı programının oluşumuyla BT devriminin söz konusu gözetim çerçevesini meydana getirecek bir olgunluğa erişmesi büyük ölçüde eşgüdümlü ilerledi.
Esasen bu çerçevenin ulaştığı boyutlar, 2013 yılında Edward Snowden’ın Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi’nden (NSA) sızdırdığı bilgilerle ABD’nin ve İngiliz istihbaratının dünya genelinde telefon ve internet iletişimini dinlediğinin ortaya koyulması ve yakın zaman önce Cambridge Analytica skandalıyla Facebook’un topladığı verileri Trump’ın seçim kampanyasında kullanılmak üzere servis ettiğinin artık herkesçe bilinir olmasıyla su yüzüne çıkmıştı. Elbette arka planda çalışan mekanizmaların bütününe bizim bulunduğumuz yerden hâkim olmanın önünde engeller var. Ancak, söz konusu skandallarla artık en kör gözün bile görebileceği bir biçim kazanan bu mekanizmanın nasıl işlediğine dair de elde bazı veriler var.
Dünyadaki internet trafiğinin önemli bir kısmının ABD üzerinden gerçekleştiği biliniyor. Bu trafik bu alanda faaliyet gösteren şirketler tarafından yönetilse de ABD devlet aygıtından bağımsız olmak bir tarafa pek çok proje askerî-sınai kompleks bünyesinde yürütülüyor. ABD istihbaratı için yapılan tahmini 60 milyar dolarlık yıllık harcamanın yüzde 70’inin bu alanda faaliyet yürüten şirketlere aktarıldığı belirtiliyor (Scott’tan aktaran Pijl).
Bu ortaklığa neler borçluyuz? Dokunmatik ekran, ekran kaydırma teknolojisi, mikro işlemciler, Apple ve Windows’un işletim sistemlerinde kullanılan grafik ara yüzü teknolojisi, ‘sanal ofis asistanı’ SIRI, LCD ekran gibi bugün kullandığımız çok sayıda teknoloji, CIA ve Pentagon tarafından fonlanan savunma araştırmaları, balistik füze ve uzay programları kapsamında geliştirilip daha sonra ticari amaçlarla piyasaya sürüldü. GPS teknolojisi, 1990’ların ortalarında piyasaya sürülmeden önce ABD birlikleri tarafından, Suudi Arabistan’da Birinci Körfez Savaşı’nda yabancısı oldukları çöl ortamında yollarını bulmak için kullanıyorlardı. Çok daha sonra, bugün savunma teknolojilerinin önemli kalemlerinden olan drone teknolojisine de altyapı sağlayacaktı. Aşağıda tekrar döneceğimiz daha çarpıcı bir örnekle 1994 yılında Stanford’dan iki doktora öğrencisi, Sergey Brin ve Larry Page’in CIA-NSA-MDDS ortak programı kapsamında geliştirdiği otomatik web tarama ve sayfa sıralama uygulaması nihayetinde bugün Google’ın arama motoru olarak bilinen şeyin temel bileşenini oluşturdu. Brin ve Page’de 1998’de çalışmalarını programın kapsamı dışında bir şirket hâline getirerek teknolojinin milyarder kurucu sahipleri oldular.
Yaşı yetenler biraz hafızalarını tazelerse uzun yıllar üniversite gençliğinin tekno-kentler ve “üniversite-sanayi işbirliği” adı altında eğitimin piyasanın buyruklarına koşulması karşısında verdiği mücadelenin motivasyonlarından biri, tam da bilimsel etkinliğin savaş teknolojilerine hizmet etmesinin önüne geçmek değil miydi?
Snowden ifşa edinceye kadar, bu altyapı ve etkinliğinin boyutlarından pek az insan haberdardı. Öyle ki, Kees van der Pijl’in Koronavirüs üzerine çok yakın zamanda yazdığı kapsamlı makalede[5] belirttiği gibi Alman Der Spiegel bile, Snowden’ın yayınladığı belgelerden sonra henüz Obama yönetimindeki ABD’nin “yumuşak bir totaliter” (a soft totalitarianism) ülke olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini sorguluyordu. Bugün elimizde bu kapsamda faaliyet yürüten şirketlerle ABD devlet aygıtı arasındaki ilişkiye dair daha fazla veri var. Aşağıdaki piramitte Pijl’in çalışmasında serimi yapılan bu mekanizmaları görsel olarak betimleme çabasında olan bir piramit sunulmuştur. Madem “bir yılanın kıvrımları bir köstebeğin açtığı deliklerden daha karmaşıktır”[6]; o halde böyle bir görsel betimleme bir dizi yabancı isim ve aralarındaki ilişki ağını daha kolay anlamaya yardımcı olabilir.
Zaman içerisinde genişleyen ve daha ciddi bir belirginlik kazanan güvenlik konsepti, ilk anda savunma şirketi olarak tanınamayacak bir dizi büyük şirketi ortaya çıkardı. SAIC, Booz Allen Hamilton, RAND Corp., Cisco, Human Genome Sciences, eBay, PayPal, IBM, Google, Microsoft, AT&T, BBC, Disney, General Electric gibi pek çok şirketin adı bu kapsamda anılmaktadır. Bu uygulamalar Avrupa’da da Thalès, Airbus veya Finmeccanica gibi şirketlere ve aynı zamanda cirosunun yüzde 16’sını AB içerisinde gerçekleştiren Elbit gibi İsrail’in güvenlik şirketlerine uzandı. Yalnızca Fransa’da bile savunma sanayii, yeni güvenlik alanlarının dahil edilmesiyle pazarlarını iki katına çıkardı.
Bu şirketler güvenlik konsepti çatısı altında NSA, FBI, Pentagon, CIA ve Ulusal Güvenlik Bakanlığı tarafından geliştirilen ulusal ve uluslararası programlar ve anlaşmalar temelinde veri paylaşımında bulunuyor. NSA tarafından geliştirilen ve Beş Göz’ün diğer üyeleriyle de istihbarat paylaşımına açık olan XKEYSCORE isimli sistem aracılığıyla e-postalar, sohbet yazışmaları, internet verileri, resimler, belgeler, görüntülü konuşmalar vb. tüm veriler kaydedilebiliyor, tüm telefon numaraları ve e-posta adresleri tek bir oturumda görüntülenebiliyor. XKEYSCORE’da görüntülenen verilerin toplanması, işlenmesi ve sınıflandırılmasında veri toplama konusunda en büyük ABD’li şirket olan Acxiom ve BT sektöründe önemli bir şirket olan Palantir gibi şirketler etkin bir rol üstleniyorlar.
Acxiom, kişiye ait temel davranışsal yaklaşımları modellemek için sosyal medyadaki kullanıcıları, 70 farklı yaşam biçimi grubundan birine dahil ederek 23 bin sunucu üzerinden veri toplama işlemi gerçekleştiriyor. Şirket, FBI, Pentagon ve Ulusal Güvenlik Bakanlığı’yla iş birliği halinde çalışıyor ve elde ettiği verileri kredi kartı şirketleri, bankalar, brokırlar ve sigorta şirketleri ile perakende satış şirketleri, medya ve farmakolojik kuruluşlara satıyor. Benzer şekilde 2004 yılında Facebook’un üç yönetim kurulu üyesinden biri olan Peter Thiel ve ortağı Alex Karp tarafından kurulan Palantir de CIA’in yanı sıra Beş Göz’ün diğer üyelerinin istihbarat servisleriyle de iş birliği halinde çalışıyor ve 2008’de NSA’in Toplam Bilgi Farkındalığı stratejisini canlandırmaya başlamasıyla beraber NSA’e aşağıda anacağımız servislerden gelen verilerin madenciliğinde rol alıyor.
Bu şirketler tarafından işlenmek üzere internet ve diğer kaynaklardan elde edilen bilginin toplanması faaliyetinde temel güç ise Google. Öyle ki, NSA başkanı General Keith Alexander, Google’ın kurucu yöneticisi Sergey Brin ile yazışmalarında şirkete ‘[ABD ordusunun] Savunma Sanayi Üssünün temel bir üyesi’ olarak hitap ediyor. 2003 yılında Google, CIA’e bağlı Inteling Management Office ile imzaladığı özel bir sözleşme kapsamında, arama motorunu ‘CIA ve diğer istihbarat kurumları için çok gizli, gizli ve hassas ancak sınıflandırılmamış dahili ağlar’ şeklinde özelleştirmeye başladı. Google’ın bu konuda sağladığı hizmetler sadece yaygın olarak bilinen anlamda arama motoru faaliyetleriyle de sınırlı değil; haritalama, makine öğrenimi, dronelar, giyilebilir ürünler, sürücüsüz otomobiller, hastalık belirtileri için vücudu ‘kollayan’ nano parçacıklar ve akıllı ev aletleri için yaptığı yeni yatırımlar da bu alanla ilişkili faaliyetleri arasında değerlendirilebilir.
Söz konusu verilerin toplanması konusunda en alt katmanda yer alan kanallar ise oldukça tanıdık. Snowden’ın ortaya çıkardığı üzere 2007 yılında yürürlüğe giren PRISM anlaşması kapsamında Microsoft (ve dolayısıyla 663 milyon kullanıcıya sahip Skype ve Hotmail), Google (ve dolayısıyla YouTube) Yahoo, Facebook (ve dolayısıyla Instagram ve WhatsApp), Paltalk, AOL ve Apple ile bunların yan kuruluşları, ABD istihbarat teşkilatı ile onun merkezî müttefiki ‘Beş Göz’ için devasa bir arama motorunun parçaları hâline geldi. Söz konusu şirketler, 2007’den başlayarak, Snowden’ın yayınladığı verilerin 2013’te yayınlandığı göz önünde bulundurularak, 2012’ye kadar geçen sürede birbiri ardına anlaşma kapsamına girdiler. Sosyal medyada kişisel verilerin rızaya dayalı bir biçimde depolanmasını da içeren gözetim rejimi ile Terörle Savaş’ın bağlantı noktası da tam olarak burada düğümleniyor. Haberleşmeye müdahalesinin yanı sıra ABD güvenlik aygıtı 16.000 çalışanı ve 5 milyar dolarlık yıllık bütçesi olan Ulusal Jeo-Uzamsal İstihbarat Ajansı (NGA) tarafından düzenlenen ‘uydu üzerinden gözetim’ mekanizmalarından da faydalanıyor.
Yukarıda anılan çalışmalarda bahsi geçmese de, NATO ve diğer uluslararası örgütlerdeki işbirliklerinin de bu güvenlik altyapısından belli oranda faydalandığını tahmin etmek zor değil. Güvenlik alanına da kapsayan ve son yıllarda sık sık gündeme gelen ‘müzakereler’de yapılan istihbarat pazarlıkları bile bu konuda yeterince fikir verici. Dahası bu altyapıyı temel alarak veri toplama faaliyeti ziyadesiyle ilham verici ve Türkiye’de de sanılandan çok daha yaygın. Söz gelimi, doktorlar tarafından teşhis konulan hastalıklar ve hastaların meslekleri, sağlık sistemindeki veriler yoluyla ilişkilendirilerek devletin meslek hastalıklarıyla ilgili veri tabanının bilinenden çok daha güçlü olduğu öngörülebilir. Siyasete kaset skandallarıyla yapılan müdahaleler henüz hafızalardan silinmeyecek kadar taze. Ne de olsa ihtiyaç duyduğunda Merkel’i ‘bile’ dinlemeye imkân veren bir teknoloji mevzu bahis!
Dahası bu teknoloji salt güvenlik konseptinin değil üretim sürecinin ve tüketim alışkanlıklarının da önemli bir parçası. İşyerinde verimliliği arttırmak için performans yönetimi, işe giriş-çıkış saatleri, sosyal alışkanlıklar gibi bir dizi şeyi takip etmeye yönelik algoritmalar ya da tüketici alışkanlıklarını yönlendirmeye yönelik pazarlama ve reklam stratejileri geliştiriliyor ve kullanılıyor (Coşkun). Bugün konuşulan da bu araçların burjuvazi açısından krizi aşmanın bir yolu olup olamayacağı. Odada konuştuğumuz meselelerin bilgisayar başına geçince önümüze düşen reklamlarda karşımıza çıkması ya da Mark Zuckerberg’in bile bilgisayar kamerasını bantla kapatması gibi hususlar bir süredir artık şaka malzemesi olarak bile değerini yitirmişti. Belki de bunları ünlü komedyenlerin stand-uplarına konu edip çoktan sulandırmış ve sıradanlaştırmıştık. Yukarıda da anılan bazı projeksiyonlar ışığında görülen o ki, şayet biz başka bir hikâye yaratamazsak, önümüzdeki süreçte bu uygulamalar daha da derinleşecek. ‘Aynısının daha fazlası’nı [more of the same] bir kriz yönetme stratejisi haline getirmiş bir sistemde elbet bu mümkündür! Ancak, öncesinde az mı gözetleniyorduk?
Öte yandan, yukarıda anlatılan devasa teknolojik kapasitenin yanı başında, Kaliforniya’da 17 yaşındaki bir genç sigortası olmadığı için başvurduğu hastane tarafından kabul edilmediği için Koronavirüs nedeniyle yaşamını yitiriyor. Bunun, eldeki imkanların yeterli olmamasından kaynaklandığı elbette düşünülemez. Tartışmaya yer bırakmayacak biçimde, bu ölümün faili bu devasa gözetim aygıtının ayakta tutmaya çalıştığı sosyal ilişkiler bütünüdür. Marx’ın 14 Nisan 1856’da Çartist hareketin Londra’da organize ettiği bir toplantıda dile getirdiği gibi “günümüzde her şey kendi karşıtına gebe”dir; “ortaya yeni çıkmış zenginlik kaynakları, garip bir gizemli büyü ile, yokluk kaynakları haline dönüş”müştür. Öyle ki;
“Emek zenginler için harikalar yaratır, ama işçi için yoksunluk üretir. Saraylar yapar ama işçi için inler üretir. Güzellik yaratır, ama işçiyi sakatlar, solup sarartır. Emeğin yerine makineleri geçirir ama işçilerin bir bölümünü barbar bir çalışma içine atar, öbür bölümünü de makine durumuna getirir.”[7]
Tartışmanın ikinci bölümü işbu ‘gözetim’in arka planında yatan sosyal ilişkileri ele alacak.
Bunca gelişkin gözetim araçlarına rağmen, neden gözetim altında olduğumuzu düşünmüyoruz? Bunları yeterince hissetmiyor muyuz? “Millî güvenliğe zarar verdiği” düşünülen faaliyetlerle uğraşmıyorsak belli bir serbestiye ve hareket alanına sahip olduğumuzu, baskı aygıtlarını her an karşımızda görmüyor, gözetim araçlarının da birer “gözetim aracı” olduğunu düşünmüyoruz. Belki de zaten bu aygıtlardan çok daha önce başka bir zor aracının, ekonomik zorun “görünmez el”iyle bu ağın içerisine giriyoruz. Kapitalizmde “doğrudan iktisat dışı baskı ya da açık zor kullanımı, ilkesel olarak, işçinin artı değerine el koyanlar açısından artık gerekli değildir” demişti Ellen Meiksins Wood[8]; “bununla birlikte ‘siyasi’ alanın baskıcı gücü, özel mülkiyetin ve el koyma gücünün sürmesi için gereklidir; iktisadi gereksinim, işçinin üretim araçlarıyla buluşabilmesi için artı emeğini kapitaliste vermeye zorlar”.
Piyasa dolayımıyla yapılan sözleşmelerin hiç de özgür koşullar altında yapılmadığını ifade eden bu genel ilkenin işaret ettiği gerçek, koronavirüs günlerinde çok daha çıplak bir biçim kazandı. Kapitalist bir toplumda özgür olunamayacağı, örneğin yaşamını sürdürebilmek için çalışmak zorunda olanların çok büyük bir kısmı için “evde kalma” hak ve hürriyetinin söz konusu olmayacağı, bu süreçte en çıplak biçimini aldığından belki de üzerine en az söz söylenecek kısım burası. Bu konuda çok fazla haber ve değerlendirmeyle karşılaştık, çok sayıda sektörden oldukça fikir verici örnekleri Pınar Öğünç korona krizinin erken bir döneminden bu yana haberleştiriyor. Yine de daha az görülmüş olabilecek bazı örnekleri görünür kılmakta, buradaki meramı daha iyi anlatmak açısından fayda var.
Gayet iyi bilindiği gibi kapitalist toplum, yaşamını sürdürmek için emek gücünü satmak zorunda olanlarla, işçinin karşılığı ödenmemiş artık emeğine el koyarak yaşayanlar arasında bir toplumsal iş bölümüne dayalı olarak işler. Bu iş bölümünü, Korona krizi sürecinde ABD’de çeşitli gözlem ve röportajlara dayanarak yapılan bir haber, “bir çeşit pandemik kast sistemi” olarak niteledi; “zenginler tatil mülklerine kapandı, orta sınıflar yerinde durmayan çocukları ile evlerinde mahsur kaldı; işçi sınıfı cephe hattında”. İşçi sınıfı cephe hattında, çünkü işe gitmeye mecbur. Tel Aviv’de bir şantiyede kendisiyle röportaj yapılan, isminin İbrahim olarak ifade edilmesini isteyen Filistinli bir inşaat işçisinin, “koronadan korkuyorum, ama çocuklarıma ekmek götürememekten ya da [çalışırken] düşüp ölmekten daha çok korkuyorum” sözleri bu mecburiyetin en açık ifadesi.
Patron ve “özgür emek” arasında gönüllülük temelinde yapıldığı iddia edilen sözleşme, mülkiyet ilişkilerinin kısıtlayıcılığı (!) altında tam da bu mecburiyete dayalı olarak yapılıyor. İşçilerin patronlarla yasalar önünde eşit oldukları, sözleşmenin şartlarını beğenmezlerse başka bir işi tercih edebilecekleri, bu konudaki bütün müzakerelerin özgürce yapılabileceği varsayılır. Hatta, teoride, “ciddi ve yakın tehlike ile karşı karşıya kalan çalışanlar” tehlikenin önlenemez olduğu durumlarda işten kaçınma hakkına bile sahiptir, eve ekmek götürmek zarureti olmazsa! Toplumsal ilişkiler alanında, piyasa boyunduruğu altında burjuva ekonomi politiğin bütün varsayımları geçerliliğini yitiriyor. Bütün evde kalma çağrılarına rağmen, milyonlarca çalışan aynı yukarıda anılan Filistinli inşaat işçisi gibi tüm ciddi ve yakın tehlikelere rağmen işe gitmek zorunda, hem de kimse kendisini sabahın erken bir saatinde dipçiklerle dürtmemiş, silah zoruyla uyandırıp çalışmaya zorlamamışken. Dahası, herhangi bir güvenceden yoksun olarak bu süreçte işsiz kalanlarımız, kalacak olanlarımız, maaşı ve sosyal hakları tasfiye edilecek olanlarımız “evde kalacakları” için derin bir endişe içinde. İzmir’de kendisiyle röportaj yapılan roman bir kadının dediği gibi “kal diyorsunuz ama mecburuz gitmeye”, “çoluk çocuğumuz var, açız yani aç, aç”; o zaman, “mecbur çıkacak abi, bir gelir olmayınca, bir gider olmayınca ne olacak? Mecbur, haliyle kendini dışarıya atacak”. Zira, “bulursan yersin, bulamazsan yarın yok”! Çünkü burjuva toplumda olduğu vazedilen özgürlük bir yanılsamadan ibaret. “Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!” sloganı aslında tam da bu gerçeği teşhir etmek üzere dillendirilmiyor muydu? Yukarıda anılan “pandemik kast sistemi”, “ücretli kölelik düzeni” gibi pre-kapitalist çağrışımlar içeren nitelemeler, kapitalizmin kendisinden önce hukuki ve çıplak bir karakteri olan kısıtlamaları ortadan kaldırmadığını, bunları piyasa alanına taşıdığını ve bu kısıtlamalara piyasa dolayımıyla yeni bir biçim ve örtü kazandırdığını ifade ediyor. Hal böyle olunca, çarkların dönmesi, insan yaşamı da dahil, başka her şeyden daha önemli. O yüzden de işçi sınıfı cephe hattında. Salgın karşısında sadece, “üretim ve tedarik zincirine zarar vermeyeceği düşünülen” tedbirler alınıyor. Bunun dışında evde kal dense de çalışanlar gitmeye mecbur.
* * *
25 Mart 2020 tarihinde dolaşıma giren aşağıdaki görselde, 13 Mart itibariyle yürürlüğe giren tedbirlerin ardından İstanbul’da evde kalabilen ve kalamayan semtlerin haritası sunuluyor. Görsel, yukarıda anlatılan gözetim mekanizmalarının da somut bir örneğini sunacak biçimde, 1 milyon insanın akıllı telefonlarının dolaşım verileri analiz edilerek oluşturulmuş[9]. Görseli paylaşan tweetin altında, bunun bir hak ihlali olduğunu dile getiren çok sayıda yanıta rastlamak mümkün.
* * *
Yayıncıların zaman zaman dile getirdiği bir husustur; bazen en özlü tahliller, uzun makalelerden değil, kısa denemelerden çıkar. Halkın avukatı Selçuk Kozağaçlı, cezaevinden yazdığı ve Eylül 2019’da yayınlanan böylesi bir yazısında, “hukuk devleti”nin “zamansız, mekânsız, evrensel bir iyi” olmadığını, “mevcut düzenin tarihsel organizasyonundan ibaret” olduğunu söyler; “şimdi ve burada bir sınıfın, sahip olduğu mülkiyet aracılığıyla bir başka sınıfa kabul ettirdiği iş sözleşmesinin yarattığı mübadele düzeni, kendisine zarar verecek insan davranışlarını haksız fiil olarak yasaklar, hukuk devleti budur”. Dahası, hukuk devleti, tam da bu organizasyonun zarar görmesine dair bir endişenin azaldığı zamanlarda ortaya çıkan bir fenomendir; ��düşene vurmak gereksiz masraf çıkaracağından bizi kendi halimize bırakırlar”. Bunu özgürlük için de düşünebiliriz. Sahip olduğumuzu düşündüğümüz özgürlük belki de hareket etmemizin gözetim aygıtınca “tehlikeli görülmemesinden”dir.
Bu yüzden, belki önümüzdeki süreçte tasallut daha da şiddetlenir, daha yakından izlenir, devletin nefesini daha çok ensemizde hissederiz -ki bunlar çok olası-, ama bunların krizden önce olmadığını düşünüyorsak “durumumuz tatsızdır”.
Hülasa, kapitalizmde hem ekonomik zor nedeniyle, hem de ekonomi dışı zor kapsamında gözetim ve denetim aygıtlarının hali hazırda oldukça örgütlü olması nedeniyle zaten özgür değildik. Kapitalizm, kendisinden önceki üretim biçimlerinde geçerli olan eşitsizlik ve kısıtlamaları başka bir form ve örtü altında devam ettiriyordu; hele de emperyalist aşamasında artık emekçi halklara vadedebileceği hiçbir müspet fayda kalmamıştı. Salgın sürecinde olup bitenler, bir bakıma, bu örtüyü çekip aldı; devlet-sermaye ilişkileri bakımından her şeyin bu denli çıplaklaşması aynı zamanda tüm dünyada daha sert sınıf saldırılarıyla karşılaşacağımızın da işareti. Kurtarma paketlerinin özü, borçların maliyetini kamuya yığmayı hedefliyor; devlet vasıtasıyla kamulaştırılan şirketlerin borçları kamunun borçlarına dönüşecek. Ücretlerin daha da düşmesi ve sosyal hakların tasfiyesi hedeflenecek. Fransa’da şimdiden kriz fırsata çevrildi ve haftalık çalışma süresi kanun hükmünde kararnameyle 60 saate kadar çıkarıldı. Türkiye’de yapılan düzenlemelerle 20-25 yıldır TİSK’in istediği, hatta belki de kendisinin bile hayal etmediği pek çok yasal düzenleme 20 günde gerçekleşmiş oldu.
Elbette bunun karşısında işçilerin de yanıtları oldu; çalışmaktan kaçınma hakkından faydalanmaya çalışan, bunun için iş bırakan, ücretli izin kazanımları elde eden işçiler de oldu. Ancak, bunlar büyük ölçüde örgütlü işyerlerinde gözlemlendi. Ekonomik zor aygıtının işlemesi, işçilerin kapitalizm koşullarında ancak geçinebilecek kadar bile olsa geçimliğini bulabilmesine bağlı. Kapitalist sistem derin bir kriz içinde; önümüzdeki süreçte, bugüne kadar vadettiği asgari müşterekleri bile yerine getirmekte pek çok sorun yaşaması muhtemel. Ücretlere ve haklara dönük saldırılar yoğunlaştıkça işçi sınıfının içinde de tepkilerin yükseleceği aşikâr; yukarıda alıntılanan çalışmasında Wood, “işçi sınıfının [düşünce ve eylemlerinde-UT] ‘ekonomizmi’ bu denli güçlü kılan bunun kapitalizmin gerçeklerine tekabül edişidir” demişti (Wood, 2008, 36). Bu, önümüzdeki süreci açıklamak için başvuracağımız bir tespit olabilir. Bunun içinde, pek çok imkân ve olasılık bulunabilir; hem “özgürlük biraz da farklı olasılıkların bilincine varmakla ilgili değil midir”?[10]
Dipnotlar:
[1] Yıldız Silier (2007, 37). Özgürlük Yanılsaması, Marx ve Rousseau. Yordam Kitap.
[2] “So eventually there will be this digital immunity proof that will help faciliate the global reopening up”. Gates’in bu cümleleri telaffuz ettiği TED konuşmasının ilgili bölümü daha sonra kesildi. Gates’in TED konuşmasına bu bağlantıdan, kesilen kısma ise buradan ulaşılabilir. Ayrıca yukarıda yer alan görselde durumu fark eden izleyicilerin yorumlarını görebilirsiniz. Escobar, bu durumu ilk fark eden kişinin moleküler biyolog Rosemary Frei olduğunu ifade etmektedir.
[3] Kees van der Pijl (2019). Gözetim Kapitalizmi ve Kriz. Dünya Yeniden Şekillenirken – 2: Siyaset, İktisat, Teknoloji, Emek içinde ss. 289-248. NotaBene Yayınları.
[4] Başak Coşkun (2019). Neoliberal İktidar ve Özne – Foucault’nun İzinde Güncel Bir İnceleme. NotaBene Yayınları.
[5] Kees van der Pijl. Bio-Warfare, Authoritarian Rule and the Corona Virus Epidemic.
[6] Gilles Deleuze (2006). Müzakereler (Negotiations). Norgunk. Deleuze, Foucault’nun 18. ve 19. Yüzyıl batı toplumlarında Disiplin Toplumları konseptiyle geliştirdiği “kapatma” (aile, okul, kışla, fabrika, cezaevi vb) davranışını köstebeğin toprağı kazan, aşındıran, tüneller açan tutumuyla, daha sonrasının (kendi tabiriyle) Denetim Toplumlarını ise yılanın hareket halinde, daha serbest, kayıp giden tutumuyla benzeştirir. Foucault’nun yaklaşımının daha sonraki dönemi açıklamaya (daha) elverişli olduğunu ya da her iki biçimin farklı işlevlerle bir arada bulunduğunu ifade eden çalışmalar da vardır (krş. Başak Coşkun, Neoliberal İktidar ve Özne; Tobias Matzner, 2017, Opening Black Boxes is Not Enough – Data-based Surveillance in Discipline and Punish and Today). Alandaki tartışmadan bağımsız olarak bu metaforlar, hali hazırda kendimizi serbest hissettiğimiz için gözetim altında tutulduğumuzun ihmal edilmesini açıklamakta fikir verici olabilir. Metafora dikkatimi çektiği için Emir Aydoğan’a teşekkürler.
[7] Karl Marx. 1844 Elyazmaları. Yıldız Silier çevirisi, Özgürlük Yanılsaması, s.121.
[8] Ellen MeiksinsWood (2008, 45). Kapitalizm Demokrasiye Karşı – Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması. Yordam Yayınları.
[9] “Veloxity isimli şirket, İstanbul’daki 1 milyon insanın akıllı telefonlarının dolaşım verilerini analiz ederek en fazla evde kalan semtleri belirledi”. Kaynak: https://twitter.com/vaziyetcomtr/status/1242713772529246208?s=20. Ayrıca, Metal İşçisinin Sesi Facebook sayfası, İstanbul’da İlçelere Göre Aylık ve Yıllık Hanehalkı Gelirleri’ne dair bir çizelge paylaştı. Çizelge semtler ve gelir düzeyleri arasında bir karşılaştırma yapmaya imkân veriyor.
[10] Yıldız Silier (2007, 108). Özgürlük Yanılsaması, Marx ve Rousseau. Yordam Kitap.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.