Bugün sokakta değiliz evet, fakat şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, günü geldiğinde, bu dayanışma ağları güçlü bir adım atacaktır sokağa; başka sözcüklerle ifade edersek, böyle bir örgütlenmeye gidilmeseydi mümkün olamayacak oranda güçlü bir adım. Herkesin katılımına açık, demokratik bir işleyişe sahip (meclis ya da forum tarzında) ve bugün atılan mütevazı adımlar, oluşan güven ve yoldaşlaşma, bu sorun aşıldığında da kalıcı izler, birikimler bırakacak ardında. Yani böylesi bir süreç ve örgütlenme “günü kurtarmak” değildir yalnızca, geleceğin tohumlarını da ekmektir
Kovun aklınızdaki şeytanı, öyle “Ne Yapmalı”ya gönderme falan yok başlıktaki soruda. Yalın, somut ve sınırlanmış olarak koronaya karşı ne yapabiliriz meselesini tartışmaktır muradımız. Daha köşeli ve açık tanımlarsak, emek ve sol adına zaten yapılmakta olan işleri daha sistemli ve etkili hale nasıl getirebiliriz?
Sol ve emek adına yürütülen çok sayıda çalışma, eylem, inisiyatif, örgütlenme vb. sıralayabiliriz ve her biri çok değerli. Peki tüm çalışmaları belli bir plan-programa, sisteme, sürekliliğe, koordinasyona kavuşturmak daha etkili ve sonuç alıcı olmak için gerekli değil midir?
Muhayyel bir forum alanında bu sorunu tartıştığımızı varsayarak önerilerimi iletiyorum.
1. Memleketin her yerinde “Koronaya ve Adaletsizliğe Karşı Mücadele Meclisleri” kurmaya girişmeliyiz. Var olanların ortak koordinasyon/talepler üzerinden birleştirilmesine yönelmeliyiz.
Salgın biyolojik olarak herkesi etkiliyor ama yıkımdan her sınıf farklı pay alıyor, yani gayet sınıfsal bir salgınla yüz yüzeyiz; coğrafyamızda ve tüm dünyada. Cumhurbaşkanlığı forslu yüzüğünü göstererek aldığı tomarla tanı kitinin fotoğrafını yayımlayan şımarık burjuva görgüsüzlüğüyle, Bağcılar’da iki göz bir bodrum katta alt alta üst üste yaşamak zorunda kalan on kişilik aile kesinlikle “aynı gemide” değildir. New York’ta bir adaya kapanıp şaşaalı hayatlarına devam eden jet sosyete ile Bronks’ta kaderine terk edilen siyahi kadının aynı gemide olmamaları gibi. Önce Meriç kıyılarına sürülüp sonra toplanarak kamplara yığılan göçmenlerin en alttakilerin de altında kalan insanlar olmaları gibi. Ya da 12 milyon nüfuslu Güney Sudan’da hepi topu dört yoğun bakım cihazı olması gibi. Rakamla, yazıyla, topla, çıkar, çarp, (b)öl; dört cihaz!
Amerika’da değil ama Almanya, Kanada gibi kapitalist merkezlerde burjuva hükümetlerin aldıkları tedbirler, durumu emekçiler bakımından nispeten katlanılır kılabiliyor ve mücadelenin merkezini ezilenler katındaki dayanışma inisiyatiflerine, çeşitli haksızlıklara itiraz etmeye ya da bazı hak taleplerine indirgeyebiliyor, en azından aktüel bir taktik olarak.
Türkiye’de bununla yetinmek mümkün değildir. Çünkü Saray rejimi -bekleneceği üzere- korona salgınını araçsallaştırmıştır. Emekçiler için yıkıma dönüştürmüştür, siyasi rakiplerine karşı, hatta iktidar içi dengelerde koz olarak kullanmaktadır ve korona krizinin tozu dumanı arasında yağma, sömürü ve baskı çarkını tam gaz çalıştırmaktadır. Üç gün önce bir numaralı gündem olan milyonlarca göçmen, ki her biri hepimiz gibi acısı sevinci olan milyonlarca insan diye okunmalıdır, korona hengamesinde adeta buharlaştı, salgın, yani ölüm kamplarına dolduruldu. Grup Yorum’dan Helin’i, adil yargılanma hakkı için direnen Mustafa Koçak’ı ölüm orucunda bu süreçte kaybettik, İbrahim ölmek üzere. Korona salgınının yarattığı fırsattan istifade devrimcileri ölüme sürüklemenin keyfini sürmediği mi sanılıyor saray rejiminin? Mersin Belediyesi’nin ücretsiz ekmek dağıtmasının engellenmesi, Eskişehir Belediyesinin aşevinin kapatılması ve bu işleri yapanların “paralel devlet”, “terörist” ilan edilmesi, Saray’ın koronayla ne kadar ilgili olduğunu ya da niçin ilgilendiğini göstermeye yeter, uzatmaya gerek yok. Keza -muhayyel bir forum alanında olduğumuza göre-, Diyarbakır’da kayyum belediyesinin halka sahte dezenfektan dağıtmasını, “amaan yine mi Diyarbakır” diyerek geçiştirmeye çalışan katılımcı arkadaşla bu forumun sonunda birleşemeden ayrılmak zorunda kalacağımız kesin. Taban tabana zıt fikirlerimiz olabilir, fakat her haksızlığa, adaletsizliğe beraberce karşı duramazsak birleşmemiz de kazanmamız da mümkün değildir. Evet Amed ve neden sahte dezenfektanlar hep tesadüfen, hep yanlışlıkla, hep münferit olarak Kürtlere dağıtılıyor? Kayyumlar neden durmadan hep Kürtlerin başına yağıyor? Bu soruların sorulmadığı yerde ne adaletsizliğe karşı tutarlı bir mücadele yürütülebilir ne birleşilebilir ne de o çok yakınılan saray rejimine payanda olmaktan kurtulunabilir.
Yani Türkiye’de koronaya karşı ezilenlerin dayanışması ile -ki her biri çok değerlidir- yetinemeyiz; bu iş düpedüz mücadele meselesidir. Dayanışmayı da içeren ve adaletsizliği yerle bir etmeyi, topun ağzında olan işçileri, emekçileri, ezilenleri savunmayı, haklarını söke söke almayı hedefleyen bir mücadele olabilir gündemimiz ancak. Bu nedenle yukarıdaki ismi önerdik. Ve bu kapsamda bir mücadele ancak tüm coğrafya çapında örgütlenmiş, birleşmiş, koordine olabilen ve önüne açık, anlaşılır hedefler koyan bir yapılanmayla yürütülebilir.
Gezi sokakta; 7 Haziran 2015 seçimleri, Referandum’da hayır kampanyası ve son olarak yerel seçimler parlamenter sahada gösterdi ki; geniş emekçi yığınlar kimlikler ekseninde değil, talepler ekseninde birleşebiliyor. Tersine olarak saray rejimi siyasi, mezhepsel ve ulusal kimlikleri birbirine karşı kışkırtıp-kutuplaştırarak, işçi ve ezilenleri parçalayarak döndürüyor düzen çarkını. İşte saydığımız bu örneklerde bu çarka çomak sokulmuştur. O halde aynı hattan ilerleyerek, emekçilerin daha gelişkin ve berrak birliklerini kurmak; çarka çomak sokmakla yetinmeyip, daha ileri mücadele-örgüt biçimleriyle o çarkı kırıp atmanın hesabını yapmak zorundayız. Bu da “bağrına taş basıp” CHP’ye oy veren Kürtlerin başına kayyum belası musallat olduğunda, İstanbul’dan, Ankara’dan, İzmir’den güçlü ve sonuç alıcı bir “Dur bakalım!” haykırışını gerektirir. Diyarbakır’da sahte dezenfektan dağıtıldığında, her yerden önce batıdan güçlü bir protestonun yükselmesini gerektirir. Özetle, “Alavere dalavere Kürt Memet nöbete” devri bitmiştir. Adalet isteyenler önce birbirlerine adil olmalıdır. Eşitlik isteyenler, herkesin kendisiyle eşit haklara sahip olmasını, “herkesin kendisi kadar eşit olmasını” istemelidirler. Eğer bu temel meselelerde tutarlı ve kararlı davranabilen emekçi ve ezilen birlikleri kurulabilirse, Gezi’de, İstanbul seçimlerinde, Kürt illerindeki kayyum uygulamalarında eksik ya da zayıf kalan ya da “tamamına ermeyen” dayanışma, saray diktasını altından kalkamayacağı bir krize sürükleyecek, salt korona mücadelesinde başarının ötesinde özgürlüğün fethi için muazzam imkanlar yaratacaktır. O halde koronaya ve adaletsizliğe karşı mücadele etmek isteyen bütün emekçi ve ezilenleri, kimliğine, siyasi görüşüne bakılmaksızın ortak bir çatı altına toplayacak uygun bir isim ve biçim bulunmalıdır. İsmi yukarda önerdik, biçim ise meclistir. Herkesin özgür, gönüllü ve eşit haklarla katıldığı mahalle, semt, okul, işyeri, kent meclisleri; tartışma, karar alma ve uygulama iradesiyle donanmış olarak bu mücadeleyi omuzlayabilir. Hakeza, bugün en asgari zeminde sağlanan birlik, yarın ortak yürüyüş içinde önyargıların kırılması ve çok daha ileri birliklerin oluşması için tahminleri aşan imkanlar sağlayacaktır. O ünlü sözden uyarlarsak, “bu yönde atılacak her gerçek adım, binlerce programdan daha değerlidir”.
Elbette sorunun ağırlığı Türkiye ile -tıpkı Türkiye’nin de Sudan ile kıyaslanamayacağı gibi- kıyaslanamaz, yine de yaşadığım şehirde, Berlin’de oluşturulan yapılanmadan biraz söz etmek isterim. Bir WhatsApp ağı etrafında bir araya gelindi. Grubun ismi sorun odaklı (korona ile ilgili) ve bu yönüyle herkesin katılımını kolaylaştıran bir özelliğe sahip. Öneri Kürt arkadaşlardan geldi ve daha geniş katılımın önünü açmak için nötr ya da sorun odaklı bir ismi önerenler de onlardı, seçilen isim gerçekten de farklı çevrelerin katılımını kolaylaştırıcı bir rol oynadı. Haftada bir WhatsApp üzerinden forum yapılıyor, kararlar alınıyor. Bu arada yazışmalar üç dilde yapılıyor, kullanım yoğunluğuna göre sırasıyla Türkçe, Kürtçe ve Almanca. Şu ana dek gönüllülük esasına dayanarak evlerde maskeler üretildi ve sadece birkaç arkadaşın katılımıyla ihtiyaç duyanlara yaygınca ulaştırıldı. Hatta Köln’e de kargoyla gönderildi bir miktar. (Maske deyip geçmeyin. Bizim posta kutusuna özenle zarflanmış bir çift maske geldi, yanında da üzerinde umut ve sevgi dolu sözler yazan bir kart. Bir yıl önce Berlin’den Köln’e taşınan Yunanlı arkadaşımız sevgili Antigoni kendi elleriyle yapıp göndermiş. Tabii bu tür maskelerin bir yan etkisi oluyor, göz yaşartıyor biraz; ve galiba en etkili maskeler de bunlar, hafif göz yaşartanlar…) Genç arkadaşlar gruba başvurular üzerinden ya da etrafta ihtiyaç duyanları tespit ederek yaşlıların market alışverişlerini yapıyorlar. Çok sayıda Alman ihtiyarla da bu vesileyle tanışıldığı ve sıcak ilişkiler geliştirildiği biliniyor. Haymlarda (göçmen kampları) kalan dört parça Kürdistan’dan göçmenlere ulaşıldı, ihtiyaçlarının tespiti ve giderilmesi yönünde adımlar atılıyor. Dil sorunu olan, hastanelerde ve resmi dairelerde işi olan hiç kimse yalnız bırakılmıyor.
Türkiye ve Kürdistan’dan 71 aile (Kardeş Aile kampanyası kapsamında) dayanışma ağına dahil edildi. Berlinli gönüllüler bu ailelere (belirli bir limitin altına düşmemek koşuluyla ve yapabildikleri kadar uzun bir süre boyunca) maddi katkıda bulunacaklar. (Berlin’dekine benzer gruplar tüm Almanya’da benzer çalışmalar yürütüyorlar.) Gruptaki doktor arkadaş Almanya ve dünyadaki durum, korunma yöntemleri vb. üzerine düzenli ve güvenilir enformasyon sağlıyor. Berlin Eyalet Parlamento’sundan Hakan Taş yoldaşımız (Die Linke -Sol Parti) grubun aktif çalışanlarından. Parlamentodaki tartışmalar, alınan kararlar vb. üzerine grubu düzenli olarak bilgilendiriyor ve elinden geldiğince zorda olan herkesin yardımına koşuyor. Grubun çalışmaları Neuköln Belediyesinin (Berlin’in Bağcılar’ı diyelim) dikkatini çekmiş, bir arkadaşla temasa geçmişler. Ortak çalışma önermişler ve bir de grubun çalışmalarıyla ilgili fotoğraf, belge, bilgi istemişler, bir tanıtım kampanyasında yararlanmak için. Öneri grupta az önce tartışıldı ve olumlu yanıtlama kararı çıktı. Grup içinde ve dışında geniş bir ağla düzenli görüşmeler yapılıyor, unutulan, kenarda köşede kalan kimse bırakılmamaya çalışılıyor. Bu arada grup WhatsApp dışında bir araya gelinmiyor, ortalıkta yerli yersiz dolaşılmıyor, görevi gereği sokakta olanlar kurallara dikkat ediyor, koronaya karşı mücadelede tavrıyla da örnek olmaya çalışıyor. Bugün sokakta değiliz evet, fakat şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, günü geldiğinde, bu grup güçlü bir adım atacaktır sokağa; başka sözcüklerle ifade edersek, böyle bir örgütlenmeye gidilmeseydi mümkün olamayacak oranda güçlü bir adım. Özetle bu bir dayanışma ağı. Herkesin katılımına açık, demokratik bir işleyişe sahip (meclis ya da forum tarzında) ve bugün atılan mütevazı adımlar, oluşan güven ve yoldaşlaşma, bu sorun aşıldığında da kalıcı izler, birikimler bırakacak ardında. Yani böylesi bir süreç ve örgütlenme “günü kurtarmak” değildir yalnızca, geleceğin tohumlarını da ekmektir.
2. Somut, berrak ve özlü bir talepler manzumesi olmadan yaygın ve birleşik bir hareket yaratmak mümkün değildir. Gözü bağlı bir boksör gibi dört bir yana yumruk sallayıp durmak hareketin, yerel inisiyatiflerin enerjisini, moralini tüketir, yorar, yılgınlığa sürükler. Halbuki genel kabul gören isabetli talepler salt hedef açıklığı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda özerk, otonom inisiyatiflerin koordinasyonunu ve birleşik hareketini kolaylaştırarak örgütleyici bir rol de oynar. Muhakkak daha isabetli açılımlar yapılabilir, ben burada iki temel talep öneriyorum. a) Korona ile mücadelede en etkili yöntem izolasyon ise, bu haktan herkes yararlanmalıdır. “Evde kal Türkiye!” (işçiler hariç) sloganı tam bir sahtekarlıktır! Toplumsal yaşamın devamı için gerekli olan gıda, enerji, kısmen ulaşım, iletişim, temizlik gibi sektörlerde vardiyalı kısa çalışma usulüyle çalışanları koruyacak ve tam güvenlik-sağlık önlemleriyle donatılmış çalışmalar dışında kalan tüm işçiler hiçbir hak ve ücret kaybına uğramadan evde kalma hakkına sahip olmalıdır. Kayıtsız emekçiler de aynı haklardan kısıtlamasız yararlanmalıdır. b) Bu iş için gerekli kaynağı devlet sağlamakla mükelleftir. Kaynak yetmiyorsa -ki yeter, suyun akışını nereye çeleceğinizi bağlıdır bu- tüm büyük burjuvazi, sermaye grupları, Kalyonlar, Limaklar vb. artan oranlı vergiye tabi tutulmalı, gerekiyorsa mallarının bir kısmı kamu adına müsadere edilerek halkın canını ve sağlığını koruyacak kaynaklar sağlanmalıdır. “Emperyalizm” diye kükreyip duran yalancı pehlivanlar, emperyalist tekel ve devletlere olan dış borç ödemelerini derhal durdurmalı, kaynaklar halk sağlığına harcanmalıdır. Bu iktidardan bunları istemek tekeden süt sağmaya çalışmaktır, bu açık. Zaten biz de istemek, ummak vs. değil, bunları elde etmek için mücadele etmeyi öneriyoruz.
3. Meclisler nasıl kurulabilir sorusundan önce nasıl kurulamaz, buna bakalım. Örgütlerimiz, partilerimiz, sendika ve derneklerimiz böylesi bir kuruluş çalışması için program-tüzük tartışmalarına vs. girişerek işe başlamayı düşünürlerse ört ki ölem! Bu ve benzeri önerilerin tümünün ruhuna fatiha okuyabilir, üzerine birer bardak soğuk su içerek içimizi serinletebiliriz. Nokta. Bu bürokratik, şekilci ve hayattan kopuk tarz, uygulayıcılarının kendi bünyelerinde olanlar da dahil, her tür enerjiyi, inisiyatifi küçük hesapların buzlu sularında boğdu bugüne dek, şimdi de farklı bir şey beklenemez. Ortak bir bildirinin noktası virgülü üzerine dahi bir hafta tartışan bir tarz, hiçbir kitle mücadelesine önderlik edemez, önünü tıkamazsa iyidir.
Bu tip işler için Gezi ruhu, tarzı, enerji ve inisiyatifi, yaratıcılığı gerekir. Bazılarına göre Gezi çoktan nostaljiye dönüşmeye başladı. Hayır, öyle değildir, üzerinden geçen yedi yılda her kritik süreçte Gezi’nin izleri yeniden ve yeniden hissedildi, bu kritik süreçte daha güçlü şekilde hissedilmesinin tüm nesnel olanakları vardır. Açık olmak gerekirse, önceki yazılarımızdan birinde (Havuz Problemi yazısı) nihilist toptancılık dediğimiz karamsarlık ve eylemsizliğin kökleri de Gezi’dedir. O gün o yaratıcılığı şaha kaldıranlarla bugünkü karamsar nihilizme saplananların geniş bir kesişme kümesi vardır. Bizim nihilizm eleştirimiz, “kahrolun, yok olun” lanetlemesi değil, Gezi’de yaptıklarınızı hatırlayın, yeniden yapabilirsiniz çağrısıdır; bu bütünüyle “aynı bünyede” cisimleşen iki yönden hangisinin öne çıkacağına bağlıdır. Dost acı söyler, bu nihilist karamsarlığa vurulmadan, Gezi’nin yaratıcılığını öne çıkarmak mümkün değildir. Ki bağlı olarak şu da söylenmelidir, Gezi’nin zayıf yönü -güçlü yönlerini tekrar vurgulamaya gerek var mı?- yaygın ve kalıcı örgütlenmelere yönelememesi ve sürekliliği sağlanmış bir siyasal mücadele hattına döl yatağı olamamasıydı. Bugün korana ve adaletsizliğe karşı mücadele meclisleri Gezi ruhuyla örülebilir; ancak Gezi’nin temel dersi olarak örgütlenme ve mücadelede sürekliliği sağlayacak bir hatta yönelemezse, bu kez daha büyük bir hayal kırıklığı -nihilizm de denebilir- dalgasının gelmesi kaçınılmazdır. Gezi ruhu ve Gezi’den öğrenen bir ruh, eylem ve örgütlenme hamlesi; günün ihtiyacı budur.
4. Bu gibi tartışmaların vazgeçilmezi ile noktalayalım: Önderlik sorunu. Ucundan kıyısından bir değininin ötesine geçemeyiz burada, öyleyse değinip geçelim. Son kırk yıllık gericilik döneminde kökleşen içe kapanma, kerameti kendinden menkul ölçüleri esas alma vb. hastalıklar devrimciliğimizi büyük oranda hayattan koparıyor. Korona sürecinde nasıl tezahür ediyor bunlar? (Soruna odaklanmak yapılanları inkâr anlamına gelmez, yoksa herkes bir şeyler yapmaya çalışıyor; eleştiri ve tartışma, yapılanları sıçratma amacına bağlıdır, yakınma-sızlanma korosuna yeni cümleler ekleme amacına değil.) Yazı-çiziden eylemliliğe bir türlü adım atamama ya da yazı-çiziyi de anlamsız bulma, meşhur sözle, “sözün bittiği yerde olma”. Ya da somut-spesifik olarak korona sürecinde memleket sathında yapılan-yapılamayan her şeye lafzi bir radikalizmle, cicili bicili, egzantrizk, görülmemiş, anlaşılamayacak ve de ulaşılamayacak oranda radikal söylemlerle burun kıvırma. Suçladıklarından farkı ne bu sözde radikalizmin? Yani suçladıklarından farklı ne yapmaktadır korona sürecinde memlekette? Kocaman bir hiç! Tek fark laf deryalarının sırtına yüklenmiş keskin bir söylem; hepsi bu! Engels, “Kekin varlığının kanıtı yenebilmesidir” diyor; siz keki pişirip ortaya koyun, “pilavdan dönenin kaşığı kırılsın”! Binlerce insan tadına bakacaktır bu kekin, lafta kek ya da laf kekleri pek yenmiyor artık memlekette. Yazı yazmanın da eğer eylemsizlik yatağını beslerse yozlaştığı, bir tür rehabilitasyona dönüştüğü doğrudur ya da bu tür fazlasıyla yazı-çizi olduğu bir vakıadır. O halde küçük de olsa attığımız adımlar eşlik etmelidir sözlerimize (örneğin Berlin’de yürütülen ve parçası olduğumuz mütevazı çalışma türünden) ve daha ileri adımların teorik-politik arayışları içinde olmalıyız. Yazılanı da yapılanı da ölçüp tartıp yanlışı doğruyu, işe yarayanı-yaramayanı tasnif etmek herkesin kendi ölçülerine kalmıştır. Her olumlu çalışma ve söz, işçi ve ezilenler cephesinin küçük birlikleri arasındadır ve daha büyük birlikleri besleyecektir bu derecikler. Beslemesi için herkes elinden geleni yapmalıdır.
Çok kapsamlı bir konu ama değinmeden geçemeyiz. Türkiye Devrimci Hareketi kendi yarattığı birikimi kucaklayamaz haldedir; daha kötüsü kendini içine hapsettiği dar ölçüler, formlar, bu birikim için bir tür “deli gömleğine” dönüşmüştür. Okuyabilenler için olgular açıktır. 2007-13 arası tüm 1 Mayıs’lar ve muazzam Gezi tecrübesinin söylediği budur: Ortaya çıkan devrimci potansiyel, TDH’nin tarihsel birikimi sahasından köklenmekte/gelmektedir; ve fakat devrimciliğimizin mevcut yapısı ve formları bu özü/birikimi kucaklamak bir yana itmektedir! Tüm bu süreçlerde gönlü ve adımlarıyla devrim ve sosyalizm sahasında duran yüzbinlerce insan devrimden kaçmıyor; “önderlik” vs. adına önüne konan küflü pilavı yemiyor sadece ve yemeyecek! Devrimciliğimiz sağa sola fetva verip lafzi yıldırımlar yağdırmak yerine bu düğümü çözmeye yönelmelidir öncelikle; samimiyetle ve tevazuyla. Bu yönde atılacak adımlar, önderlik sorununun çözümünde bugünküyle kıyaslanamayacak rezervlere kavuşturacaktır devrimciliğimizi; elbette birtakım statükoların, kastlaşmış yapıların sarsılması pahasına.
Önderlik, hiçbir devrimci gruba, kişiye doğuştan bahşedilmiş bir hak değildir. Hiçbir mücadeleye, “önderliğimizin peşinen kabul edilmesi” koşuluyla girilmez ve bu türden iddialar hayat tarafından eskitile eskitile iyice traji-komik hale geldi. Lenin’in muazzam külliyatında beş satır bile bulunamaz parti-liderlik böbürlenmesine dair, olduğu kadarıyla da partinin hakkını teslim eden serinkanlı analizlerdir bunlar, böbürlenme değil. Önderlik, öncülük, önünüze çıkan her sorunda isabetli, yerinde, hareketin önünü açan, politikalarını dayatmayla değil kitleyle beraber yürürken zamana, emeğe yedirerek kabullendiren; iyi günde kötü günde verilen sınavlarla belirli bir tarihsel süreç boyunca duruşunu pekiştirerek işçi-emekçilerin gönlünü ve güvenini kazanan bir sürecin ürünü olabilir ancak; boş böbürlenmelerin, peşin hak iddialarının değil!
O halde; işte hendek işte deve!
Koronaya ve adaletsizliğe karşı halkın yakıcı talepleri için yürütülecek mücadele tüm önderlik iddialarının, tüm burun kıvırmaların, radikal söylemlerin sınandığı mihenk taşı olacaktır!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.