İçinde bulunduğumuz bu kritik süreçten geçerken biz işçiler, emekçiler, üretenler ne yapıyoruz? Nasıl bir ruh hâli içindeyiz? Kendine odaklanmış bir bencillik sarmalında mıyız? Yoksa buradan dayanışma ile çıkabiliriz, başkası için ne yapabilirim diyenlerden miyiz? Film izlerken anksiyete ile sürekli haberleri kontrol edip peşine bu haberlerin de gerçeği yansıtmadığı, tablonun çok daha kötü olduğu düşüncesi ile anksiyetesi bir kat daha da artanlardan mıyız? Yoksa her şeye rağmen çalışmak zorunda kalarak sabah fabrikaya, markete, inşaata giden dalgın, yorgun kalabalıklardan mıyız?
Elime kâğıdı kalemi alıp yazma fikrine odaklandığımda psikolojik olarak kendimi tam da hapishane koşullarında hissediyordum. Ve çoğu zaman umut tam da bu koşullarda yeşeriyor, aydınlık fikirler imdada böyle zamanlarda yetişiyordu. Çok kısa ama etkili bir bakışma ânında “Hapishane Defterleri” kitaplığımdan bana göz kırparak bu yazıyı yazma motivasyonumu sağladı.
Mussoli’nin “Bu beyni yirmi yıl durdurmamız lazım” diyerek, 1926’dan 1934’e dek tecrit koşullarında ölüme terk ettiği bir beyin ve onun durmak bilmeyen eşsiz üretimi olarak kitaplaştırılan hapishane notları… Antonio Gramsci, İtalyan bir neo-Marksist olarak 1920’li yıllarda faşizmin kıskacında sıkışmışken, defalarca, Batı Avrupa’da neden devrim ol(a)madığını, bu kıskaçtan nasıl çıkılacağını sormuştu kendine. Belki de bu soruya yanıt ararken sadece çağını değil bugünü de aydınlatacak çok özel tespitlere bulunmuştu Gramsci.
1920’lerde İtalya’da faşizm hız kesmeden ilerlerken, Gramsci’nin de içinde bulunduğu işçi konseyleri sisteme yenik düşmeye başlamıştı. Marksizm’e büyük katkılar yapacak tarihsel okumalara ve teorik üretime böyle bir süreçte başladı düşünür. Özellikle entelektüellerin ve muhaliflerin, iktidarın ve anaakım medyanın söylemlerine karşı sınıf bilinci uyandıracak geniş bir toplumsal kesim yaratma kabiliyeti üzerine odaklandı. Bu kabiliyetin yaratılabilmesi için, iktidar sıkıştığında imdadına yetişen ve devletin varlığını bir şekilde sürdürmesine olanak sağlayan geleneksel aydınlar (sivil toplum) ve hegemonik güçler (ideolojik aygıtlar) nasıl etkisiz hâle getirilebilirdi? Tam bu noktada Gramsci, Marksist literatüre hegemonya ve organik aydın tartışmalarıyla önemli katkılarda bulundu. Üretimi gerçekleştirdiği halde bundan en az payı alan ve devrimci sürecin en güçlü halkası olan elbette proletaryaydı. Ancak içselleştirdiğimiz akıp giden kültürel bir yaşam ve bu kültürel yaşamı şekillendiren devletin hegemonik güçleri vardı: din, eğitim, aile, medya, hukuk… Kalıcı bir toplumsal-siyasal dönüşüm sağlayabilmek için Althusser’in “ideolojik aygıt” olarak tanımladığı, Gramsci’nin ise “hegomonik güç” olarak belirttiği, sivil toplum kuruluşları ve geleneksel aydınların da desteği ile devlet kontrolünde tutulan bu kurumların bir an önce üreteci sınıflar ve organik aydınların ortak çabası ile birer mücadele alanına dönüştürülmesi gerekiyordu. Din ve aile gibi kurumlar kutsallaştırılarak üzerine söz söylenemeyecek yapılar halini alırken daha sonra bu yapılar üzerinden vazedilen her türlü öğreti, medya ve eğitim kanalları aracılığıyla birer toplumsal rızaya dönüştürülüyor, hukuk da yaptırım gücüne dayalı olarak adeta bu sistemi koruyan bir kalkan görevi görüyordu.
COVID-19 ile mücadele ettiğimiz ve karikatür bir benzetme de olsa yaşamın Gramsci’de olduğu gibi hapishane koşullarına dönüştüğü şu günlerde bu satır arası okumalar oldukça önemli. Zira kendimizi hiç olmadığı kadar “aile, sosyalleşme, ben, bireycilik, kendine dönme…” gibi tartışmaların ortasında bulduk. Bir yandan medyaya kitlenerek gerçek bir haber aradık: “Ne oluyor, ne olacak, kaç kişi öldü?” Biz böyle bir şaşkınlığın içindeyken iktidar da boş durmuyordu tabii. Ne mi oldu? Bilim kurulları oluşturuldu, içlerine din adamları dahil edildi, camilerde yüksek sesle koronavirüs duaları edildi, uzaktan eğitim adı altında ilahiler eşliğinde gerici siyasal pompalama yapıldı, her gün biri çıkıp bize açıklamalar yaparak rakamlar verdi, bir başkası iban numarası vererek yardıma muhtaç olan halktan yardım istedi, sosyal medyada bunu eleştirenler hukuk kalkanının ceza sistemine çarparak göz altına alındı ve bu arada boş durmayan birileri de ceza infaz yasası adı altında birçok toplumsal davanın da faillerini kapsayan, siyasî mahkumları ise kapsam dışı bırakan bir tahliye hazırlığı içindeydi… Medya, eğitim, din, hukuk, aile gibi yazının başında konuştuğumuz bu ideolojik aygıtlar, devlet eliyle, COVID-19 ile mücadele ettiğimiz günlere de şekil şemal veren ana arterler olmuştu…
İçinde bulunduğumuz bu kritik süreçten geçerken biz işçiler, emekçiler, üretenler ne yapıyoruz? Nasıl bir ruh hâli içindeyiz? Bir yandan kahvesini içip kitabını okurken diğer yandan ateşini ölçen, kendine odaklanmış bir bencillik sarmalında mıyız? Yoksa buradan dayanışma ile çıkabiliriz, diyerek çevremize yönelik farkındalığımızı korumaya çalışan, başkası için ne yapabilirim diyenlerden miyiz? Film izlerken anksiyete ile sürekli haberleri kontrol edip peşine bu haberlerin de gerçeği yansıtmadığı, tablonun çok daha kötü olduğu düşüncesi ile anksiyetesi bir kat daha da artanlardan mıyız? Yoksa her şeye rağmen çalışmak zorunda kalarak sabah fabrikaya, markete, inşaata giden dalgın, yorgun kalabalıklardan mıyız? Kimiz, neresindeyiz, neyiz, nasılız? Sorular soruları kovalarken bugün de yaşanılmış bir tarih olmaya başladı bile… Ve geçmişte olduğu gibi Türkiye’nin bugünü de kendi öznel koşulları ve dinamikleri içinde şekillenerek tarih olacak. Yazının başında belirttiğimiz hegemonik güçler ise sistemin çarklarını çevirmek üzere harıl harıl çalışıyor!
O vakit içinde bulunduğumuz kuşatılmışlık hissinden bir an önce sıyrılarak geç de olsa gelen aklımıza şunları not etmeliyiz:
Öncelikle salgın sebebiyle hepimizin gözü sağlık sektörüne çevrildi. Ve sağlık devlet eliyle çok büyük bir yatırım alanı olarak yıllardır piyasa kurallarına göre dönüştürülüyor. Sağlık alanında, halk sağlığını merkeze alan ve sağlık emekçilerinin hakkını koruyan ciddi bir mücadeleye ihtiyacımız var.
Salgınla beraber bir diğer gözümüz de eğitime çevrildi. Bunca çocuk ve gencin eğitimi yarıda kalmıştı. Şimdi ne olacaktı? Eğitim de devletin özellikle son yıllarda bakanlık-Diyanet-vakıflar işbirliğiyle gericileştirdiği ve sağlam bir kârlılık alanı olarak gördüğü en gözde kurumuydu. Daha ilk günden yapılan uzaktan eğitim yayınlarında bizim okullarda her gün karşılaştığımız anti-bilimsel içerikler ve görüntülerle toplumun tüm kesimlerince görünür hâle gelen bu duruma karşı öğrenci, öğretmen ve veli eksenli güçlü bir eğitim hakkı mücadelesi ağı yaratmaya ihtiyacımız var.
Görece şanslı bir kısım insan, evine çekilip kitaplarla, filmlerle ve hatta ev konserleri, online tiyatrolarla yani sanatla bu süreci derinleştirmeye çalışıyor. Bu karanlık günleri sanatla aşacağını, içsel yolculuğunu böylece zenginleştirip tamamlayacağını düşünüyor. Ancak sanat da pervasızca devletin tekeline almaya çalıştığı, her ne kadar sanatın doğasına aykırı olsa da iktidarın yanında konumlanan bir yapıya dönüştü. Sanat aracılığı ile toplumsal ve siyasî eleştiri yapan farklı/aykırı sesler maalesef çok ağır bedeller ödüyor ülkemizde. Bu bağlamada sanatı devletin kontrolünde yapay bir oyuncak olmaktan kurtaracak özgür sanata ve güçlü bir aydın-sanatçı ağına ihtiyacımız var.
Herkes bir şekilde (eşit olmayan koşullarda) evine kapanarak kendini korumaya alırken yine ilk gözden çıkarılan kesim olarak işçiler evde kalamamış, inşaatta, markette, fabrikada, lojistikte belki de çok daha ağır koşullarda çalışmaya zorlanmış ya da işinden atılarak virüslerin en tehlikelisi olan “işsizlik” ile tehdit edilmiş, çaresizleştirilmişti. Bizim biricik canımız, sağlığımız için kafamızı pencereden zor çıkardığımız korona günlerinde dahi sırtında bize market alışverişi taşıtılan işçiye ne diyeceğiz? Ne zaman kullanacağımız günlerin bile belirsiz olduğu internet alışverişlerimizi canı pahasına evlerimize taşıyan kargo isçileri için bir mücadele fikri olan var mı? Salgına rağmen, kendisinin hiçbir zaman oturamayacağı, zengin evlerini kat kat çıkan inşaat işçilerini de kapsayabilen güçlü bir işçi mücadelesine ihtiyacımız var.
Toplumun her kesiminin geleceğe aklın ve bilimin yol göstereceğini çok net bir şekilde gördüğü, dinî referansların gerçek hayatta karşılık bulmadığı şu günlerde hâlâ oluşturulan bilim kurullarına din adamları dâhil edilip sürecin bilimsel ışığının din zafiyetine uğratılarak zayıflatılması, ideolojik gerekçelerle Türk Tabipler Birliği gibi kurumlarla temasa geçilmemesi devletin bilimle kurduğu ilişkinin içler acısı bir durumda olduğunu gösteriyor. Dünyayı kapitalizmin yarattığı tahribattan kurtaracak (Küba örneğinde olduğu gibi) bilimsel ve seküler eğitim veren üniversitelerin yaratılmasına ihtiyacımız var.
Sırtında dünyayı taşıyan işçiler, bilimden yoksunlaşan öğrenciler, tehdit altında çalışan sağlıkçılar, sesini duyurabilmek için ölümlere yatan sanatçılar, yani soyut anlamda uzunca bir süredir evlerine hapsolmuş olan bizler… O zaman zor günlerde yeşerecek olan umudun hatırına esas soruyu bir kez daha soralım kendimize: “Bugünden sora ne yapacağız?”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.