Yaşanan küresel korku ve risk bilinci var olan salgın hastalıktan daha çok travmatik toplumsal etkilere neden oluyor. Günümüzde salgınla birlikte hatta salgından daha hızlı bir şekilde yayılan söylentiler, dedikodular, kıyamet senaryoları toplumsal eylem kapasitesini sekteye uğratan ve korkuların zihinlere hâkim olmasına neden olan asıl etmenler
“En geniş anlamda ilerlemeci bir düşünme olarak aydınlanmanın öteden beri hedefi, insanları korkudan arındırmak ve efendi konumuna getirmek olmuştur. Ne ki tamamen aydınlanmış şu yeryüzü muzaffer felaket alametleriyle parlıyor. Aydınlanmanın tasarısı dünyanın büyüsünü bozmaktı. İstenen, söylenceleri dağıtmak, kuruntuları yıkmaktı.”[1] Felaket alametlerinin, kuruntuların ve korkuların bitmediğini aksine daha da artarak insanların hayatlarının içlerine nüfuz ettiklerini deneyimleyerek yaşamaktayız. 18. yüzyıldan bu yana giderek artan belirsizlik, risk ve korku unsurlarıyla iç içe yaşamaktayız. Ekolojik felaketler, küreselleşen salgın hastalıklar, nükleer tehlikeler, devletlerin silahlanma yarışı, toplumsal güven erozyonu ve bunların yanında geleceğin belirsizliği gibi gelişmeler hayatın daha da gizemli, tehlikeli ve belirsiz olduğu algısını güçlendiriyor. Çağdaş bir dünyada fakat geleceğin belirsiz, insanların kendilerini güvende hissetmediği, dışarının riskli, tehlikeli olduğu ve bunlardan kaçınmanın mümkün olmadığı bilinciyle de deneyimlerimize ket vurduğumuz bir dünyada yaşıyoruz. Ulrich Beck’in deyimiyle bir “risk toplumu”nda yaşıyoruz. Ancak burada önemli olan risk toplumunda risklere karşı alınan tutumdur. Çoğu zaman var olan korku ve risklerin yanında zihinde büyüttüğümüz risk ve korku algısının çok daha tehlikeli hale geldiğini ve var olan korku nesnesinden çok daha fazla zarar verdiğini görebiliyoruz.
Dünyanın bir ucunda meydana gelen bir olay diğer bir ucunda rahatlıkla hissediliyor veya gelişen olayların bilgisine sahip olunuyor. Bu yüzden küresel dünyanın korku ve riskleri de küresel hale gelmiştir. Küresel ısınma, salgın hastalıklar, nükleer sızıntı gibi olaylar herkesi etkileyebilecek yüksek etkili riskleri barındırmaktadır. Riskleri besleyen ve büyüten önemli bir olgu da belirsizliktir. Yine aynı şekilde risklerin yoğunlaşması ve çok boyutlu bir hale gelmeleri de belirsizliği artırmaktadır.
Risk kavramı sosyal teoride daha çok eylemlerimize, eylemlerimizi nasıl yapmamız gerektiğine dair aldığımız kararlarla ilgili olarak ele alınmaktadır. Belirli bir tehlikeyle bağlantılı olarak hasar, yaralanma, hastalanma, ölüm ve başka olumsuzlukların meydana gelme olasılığını ifade eder.[2] Bunlardan hareketle riski gerek doğadan kaynaklanan ve gerekse insanın her türlü etkinliğinden kaynaklanan, önceden öngörülemeyen sonuçlarını önlemeye yönelik olarak girişilen, kontrol etme, düzenleme çabası ve eylemi olarak tanımlayabiliriz. Özellikle risklerin çok yönlü ve etkili olarak hayat alanlarımıza hâkim olması ve bunların bilincine varılması risk terimini günümüzde merkezi bir olgu haline getirmiştir.[3] Bir risk unsurunun tam olarak nerede bitip diğerinin nerede başladığından her zaman emin olamayız.[4]
Küresel salgın hastalıklar, birçok ülkede meydana gelen saldırılar, depremler, yaşanan iklim krizi gibi büyük çaplı gelişmelerden kaynaklı insanlar korku içerisinde yaşıyor ya da kendini artık güvende hissedemiyor. İnsanlarda geleceğe karşı büyük bir umutsuzluk ve kişisel değersizlik algısı yaygınlaşıyor. Zygmunt Bauman’a göre bugünlerde en çok şu iki şeyden eminiz: Günümüzdeki belirsizliklerin verdiği acıların dindirileceği konusunda çok az umut var ve ileride bizi daha da fazla belirsizlik beklemektedir.[5] Yine Bauman’a göre çağdaş dünya, ümitsizce dışarı çıkacak bir yol arayan yüzer gezer korku ve hayal kırıklıklarıyla ağzına kadar dolu bir kaptır.[6] Bu gelişmeler risk toplumunun önemli bir parçasını oluşturur ve Ulrich Beck’in ifadesiyle risk toplumu, sigorta edilemeyen toplumdur. Çünkü daha önce yaşanan domuz gribi, kuş gribi ve günümüzde tüm dünyayı etkisine alan küresel bir salgın olan Yeni Koronavirüs’ün yarattığı ve yaratabileceği felaketler, hesaplanabilecek boyutları çoktan aşmış bulunuyor. Riskin yayılma hızı ve korku kapasitesi devletlerin veya güvenlik mekanizmalarının önleme ve müdahale politikalarını işlevsiz kılabilen ve kapasitelerini yerle bir eden psikolojik, sosyo-politik ve ekonomik bir etkiye sahiptir. Özel ya da kamu yoluyla riskleri sigortalamanın artık güvensizliği ortadan kaldırmadığını ve tam olarak bunların üstesinden gelmenin pek olanaklı olmadığını görüyoruz. Çünkü büyük ölçekli felaketler karşısında riskleri hesap etmede araçsal akılda geliştirilen, riski tarif etme ve sınıflandırma, güvenlik çemberine alma, riski tazmin etme ve riskleri hesap edebilme gibi ölçütler olanaksız hale gelmiştir.[7] Giddens’a göre risk değerlendirmesi, kesinliği ve hatta niceleştirmeyi gerektirse de, doğası gereği eksiktir. Çünkü modern kurumların dinamik karakteri göz önüne alındığında, çoğu risk değerlendirme biçiminin gerçekte etkisi ölçülemeyen pek çok yan etki içerdiği görülür.[8]
Günümüzde herkesin farkında olduğu fakat tam olarak ne olduğu veya nasıl olacağı bilgisine ve öngörüsüne sahip olamadığı risklerin etkisinden kurtulmak veya yoklarmış gibi davranmak çok zordur. Her an bir tehlikeyle karşılaşabilirim düşüncesi toplumda yaygın hale gelmiş görünüyor. Bu yüzden risk bilincine sahip olmak başlı başına bir risk faktörünü oluşturur. İfade edilen risklerin farkında olmak çoğu insan için genel bir kaygı kaynağı haline gelir. Böylece güven dayanaklarından uzaklaşmış olan insanların pasif bir yaşama sürüklenmesi ve kendisini yaşananlar karşısında artık değersiz hissetmesinin yolu açılmış olur. Çünkü güvenilen siyasal, dinsel, ekonomik güç veya otoritelerin de bu sürece hâkim olamadığı, güveni ve kontrolü tesis etmenin çok zor olduğu, zaten kendilerinin de risk altında ve “mağdur oldukları” gerçeğiyle karşı karşıyayız. İnsanlar arasında güvensizlik sorunu yaşandığı kadar aynı şekilde iktidarlara olan güven de sarsılmaya başlıyor. Çünkü “mağdur” olan iktidarın güven verici ve toplumsal rahatlamayı sağlayacak bir çözümü yoktur. Özellikle güven tesis edici olan veya güven tesis etmesi beklenilen siyasi iktidarların sürece cevap verememeleri insanlar arasında belirsizlik ve güvensizliğin şiddetinin artmasına ve böylece herkesin kendisine göre bir güvenlik mekanizması geliştirmesine neden olur. Dolayısıyla bu durumun da etkisiyle genel olarak tüm dünyada sosyal bir çöküntü hali ve toplumsal güven erozyonu yaşanıyor. Yaşanan sosyo-psikolojik durumdan kaynaklı olarak Furedi’nin de altını çizdiği gibi insanoğlunun geçmişteki yıkımı onaramayacak kadar çaresiz ve geleceği çizemeyecek kadar zayıf olarak resmedilmesi son derece yaygın bir hal almıştır. İnsanı toplumsal yaşamdan izole eden veya pasifize eden temel etmenlerin güven verici mekanizmaların çözülmesi ve yaygınlaşan risk bilinci olduğu söylenebilir.[9] Kontrol edemediğimiz ve kendilerinden kaçamadığımız risklere bağlı olarak, ufkumuz da kararır. Dünyayı bir risk olarak tasarlayan kimse, sonunda eylem yeteneğini de yitirir.[10] Örneğin 682 yolcu ve 381 mürettebatı olan Diamond Princess adlı yolcu gemisinde 4 Şubat tarihinde en az 5 kişide virüs olduğu iddiası nedeniyle çoğu ülke gemiyi sahiplenmeyip geri göndermiştir.[11] Risk karşısında alınan önlem kaderine terk etme olarak yansımıştır. Dolayısıyla risk faktörünün kendisinden ziyade risk nesnesi karşısında alınan tutum veya risk bilinci daha travmatik bir soruna neden olmuştur. Risk almama karşısında risk altındakilerin gözden çıkarılabildiği ve ufkumuzun karardığı bir korku toplumunun gelişiminden söz ediyoruz. Küresel ve çok boyutlu bir etki ve yan etkiye neden olan risk ve korku unsurlarının denetlenmesi gittikçe zorlaşır ancak bu risk ve korku unsurlarının kendilerinden çok, toplumsal olarak bilince yansıyan veya zihinsel korkuların kendisinin denetimi daha zor ve yıkıcı olmaktadır. Geçmişte yaşanan Çernobil, Fukuşima benzeri büyük ölçekli felaketlerin etkilerinin ne zaman sona ereceği, maddi olarak nasıl telafi edilebileceği ölçülememiştir. Benzer şekilde günümüzde yaşanan ve küresel salgına dönüşen COVID-19 gibi hastalıkların veya felaketlerin çapı ulusal devletlerin ekonomik, sağlık, teknolojik, güvenlik ve denetleme kapasitelerini aştığından geleneksel risk yönetimi de olanaksız hale gelmiştir. Yönetilemeyen risk veya korku unsurları olağanüstü duruma dönüşerek küresel korku algısını harekete geçirir. Çünkü tehlikenin tam olarak nereden geleceğine yönelik belirsizlik insanları daha çok tedirgin ediyor. Geçmişte yaşanan dünya savaşları belki daha büyük yıkımlara neden olmuştur. Savaşılan düşman da ve tehlikenin yönü de kestirilebiliyordu. Ancak risk toplumunda “düşmanın” gerçekten kim olduğu veya nereden geleceği konusunda bir kesinlik yoktur. Belli bir fail olmadığında herkes “düşman” olabilir. Diğer bir ifadeyle herkes potansiyel virüs taşıyıcısıdır. Bu yüzden insanlarda, yaşamın her alanı tehlikeyi barındırmaktadır algısı yerleşir.
Kontrol altına alınmak istenen risk ve tehlike unsurlarının yanında farklı toplumsal alanlarda hiç beklenmeyen yeni risk faktörleri ve krizler ortaya çıkıyor. Örneğin tüm dünya ekonomik krizi ABD’de beklerken, Libya’da 2011 yılında çıkan bir iç ayaklanmanın petrol fiyatlarını yükseltmesiyle birçok ülkenin petrol krizi yaşamasına neden olmuştur. Bir risk faktörü başka risk faktörlerini tetikliyor. Aynı şekilde Afrika ülkeleri yoğun olarak AIDS gibi bir hastalıkla boğuşurken, düşük yoğunluklu olarak da diğer ülkeler, kuş gribinin veya domuz gribinin patlak vermesiyle tüm ülkelerin panik yaşamasına ve daha çok bu yeni hastalıklarla ilgilenmelerine neden olmuştur. Hem risklerin yan etkileri çok boyutlu bir duruma gelmiş hem de riske neden olan faktörler günlük hayatı kuşatacak kadar çoğalmıştır.
Günümüzde ise Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkan yeni koronavirüs (COVID-19) salgınının bir anda neredeyse dünyanın tümüne yayılması hem zihinlerde hem de toplumsal yaşam alanlarında bir şok etkisi yaratmıştır. Dünya tarihinde büyük salgın hastalıklar ve buna bağlı ölümler çok olmuştur. 1347 yılında ortaya çıkan ve Kara Veba olarak adlandırılan salgın hastalıktan 200 milyona yakın insanın öldüğü tahmin ediliyor. 1502 yılında ortaya çıkan Yeni Dünya Çiçek Salgını 56 milyon insanın ölümüne neden olmuştur. 1918 yılında ise İspanyol Nezlesi olarak bilinen salgın hastalıktan 40 milyonun üzerinde insan öldü. Yakın geçmişte yaşanan kuş gribi ve domuz gribi gibi salgınlardan kaynaklı olarak da binlerce insan hayatını kaybetti. Dolayısıyla günümüzde yaşanan COVID-19 salgını da ne ilk salgın hastalıktır ve muhtemelen ne de son olacaktır.
Ayrıca bu küresel salgından dolayı da günümüz dünyasının geçmişten daha kötü bir durumda olduğu veya daha tehlikeli olduğu anlamına gelmez. COVID-19 salgınının neden olduğu ölümlerden çok daha fazlasına geçmişteki salgın hastalıklar veya savaşlar neden olmuştur. Ancak günümüzde yaşanan salgın hastalıkların önemli bir farkı küresel bir salgın olmakla birlikte tüm dünyayı çok hızlı bir şekilde etkileyebilecek durumda olması ve bununla birlikte küresel bir korku toplumunu tetiklemiş olmasıdır. Hastalığın veya korkunun nedeninin veya yan etkilerinin tam olarak bilinmemesi fakat bu konudan neredeyse herkesin haberdar olması günümüzün önemli bir farkıdır. Böylece yaşanan küresel korku ve risk bilinci varolan salgın hastalıktan daha çok travmatik toplumsal etkilere neden oluyor. Günümüzde salgınla birlikte hatta salgından daha hızlı bir şekilde yayılan söylentiler, dedikodular, kıyamet senaryoları toplumsal eylem kapasitesini sekteye uğratan ve korkuların zihinlere hakim olmasına neden olan asıl etmenlerdir. Bununla birlikte risklerin öngörülememesi veya tam olarak bilinememesi önemli bir sorun iken bunlara karşı rasyonel olmayan önlem alma ve onları kontrol altına alma çalışmaları çoğu zaman daha büyük risklere veya kayıplara yol açmaktadır. Söylentiler yoluyla yayılan sağlıklı olmayan “yöntem” ve “tedbirler” böyle bir durumda sorgusuz kabul görebiliyor. Risk faktörleri karşısında alınması gereken önlem veya tedbirler elbette çok önemlidir ve bu tüm dünyanın sorunu haline gelmiştir ancak alınan tedbirlerin kendisi riski azaltmak yerine daha fazla arttırmasının, panik ve güvensizlik korkusundan sergilenen tutumun daha öldürücü olmasının yolunu açıyor. COVID-19 gibi küresel salgınların yaratmış olduğu küresel korku ve risk algısı merkezi denetim ve kontrol mekanizmalarının kapasitelerini aşıyor. Böylece denetimi sağlanamayan salgın hastalıklar, nükleer tehditler, ekolojik felaketler beraberinde denetlenemeyen korku ve belirsizlikleri gündelik yaşam alanlarına yayarak toplumsal ve bireysel eylem yeteneklerimize de ket vurur. Bu yüzden risk, korku ve belirsizliklerin toplumsal ve ekolojik alandan ziyade düşünceleri ele geçirmiş olmaları daha büyük risk ve belirsizliklere yol açar.
Gelişen enformasyon sistemleri, her türlü bilginin dolaşımda olduğu sosyal medya gibi alanlar ve aygıtlar herkesin toplumsal olay ve olgulardan haberdar olma imkânını sağlamış ve böylece risk ve korkular da daha çok bilinir ve farkında olunur hale gelmiştir. İfade edilen söylenti, dedikodu ve kıyamet senaryolarının dolaşım alanı ve tetikleyici unsur genellikle sosyal medya olmaktadır. Söylentilerin toplumda yayılımı salgının dolaşım hızından ve etkisinden daha yıkıcı ve hızlı olmaktadır. Yaşanan vaka sayısı, ölüm sayısı, nerde olduğu ve ne olacağına dair korku senaryoları ve buna benzer haber ve söylentilerin kontrolsüz yayılımı tehlikenin her an karşımıza çıkabileceği ve artık güvende olmadığımız algısı güçlü bir şekilde kabul görmeye başlar. Bu gelişmelerden kaynaklı çoğu insan küresel risklerden uzak durmaya ve yaşam stratejilerini fiziksel olarak hayatta kalma üzerine yoğunlaştırmaya çalışır. Diğer bir ifadeyle yaşanan güven krizi ve risklerden kaçamama algısı insanları daha çok psikolojik ve fiziksel olarak hayatta kalmaya veya güçlü olmaya sevk eder.[12] Böylece deneyimlerin tecridi ve bireylerin pasifleşmesini ortaya koyan bu gelişmeler ve var olan risk ve korku objeleri düşünsel olarak büyütülen risklerin yanında çoğu zaman sönük kalmaktadırlar. Bu durum risk ve korkuları denetim altına almayı daha da zorlaştıracak, sonuçlarını daha da yıkıcı hale getirebilecektir. Özellikle zihne korku ve belirsizliğin hâkim olması insanların asıl tehlikeli olan ve gerçekten önemli riskler oluşturan faktörleri gözden kaçırmasına neden oluyor. Salgın korkusu insanların iktidarların yıkıcı olabilecek politikalarına razı olmayı kolaylaştırıyor. Gözetim ve kontrol mekanizmalarının rıza üretimine dayalı yaygınlaşması, otoriter rejimlerin yükselmesi bazı örneklerdir.
Aynı zamanda birliktelik duygusunun azalması, geleceğe yönelik belirsizlik ve kaygıların artması, bunların yanında insan varlığını tehdit eden küresel salgınlar, biyolojik silahlar, nükleer sızıntı ya da patlamalar, yoksulluk, son zamanlarda yaygınlaşan bulaşıcı hastalıklar, gıda zehirlenmeleri insanlarda güven bunalımını ve yaşam kaygısını derinleştiriyor. Güvensizlik ve risk algısının yaygınlaşması sonucu riskli veya tehlikeli olmayan etkinlik ya da faktörler de risk kategorisine alınabiliyor. Böyle bir durum insanın cesaretini, aktifliğini ve geleceğe yönelik güven duygusunu önemli oranda zedelemektedir. Örneğin kuş gribinin 2005 yılının ekim ayında Türkiye’de de ortaya çıkması insanlar arasında büyük bir tedirginliğe yol açtı. Risk veya korku faktörünün kendisinden çok insanlar arasında yayılan korku daha çok olumsuzluklara neden oldu. Çünkü her insan hastalıklı olabilir şüphesiyle herkes birbirinden korkar hale gelmişti. İnsanlar kuş gribi korkusundan dolayı zorunlu olmadıkça toplu taşıma araçlarını kullanmamaya çalışır ve başkalarıyla da tokalaşmamaya özen gösterirdi. Arabalara binenler de tedirgin ve panik bir ruh hali içinde oluyorlar, herhangi birinin gıcık tutmasından dolayı öksürmesi bile gribe yakalanmış ve ondan uzak durulması gerekir algısına yol açıyordu. Aynı zamanda güvenlik adına hasta olan ve olmayan binlerce tavuk itlaf edildi. Tavuğu veya herhangi bir kuşu olanlar bunlardan kurtulmaya çalışıyordu. Tüm bunların olması düzgün bir sağlık politikasının eksikliğini ve genel olarak da devletin çözüm ve müdahale kapasitesini de aştığını ortaya koymuştur. Bu gelişmeler insanların paniklediklerini, savunmaya çekildiklerini ve sosyal ilişkilerini sekteye uğrattıklarını göstermiş, düşünsel korkuların insanları daha çok zor duruma düşürdüğünü ve insanların çözüm üretme yeteneklerini de yok edebildiğini ortaya çıkarmıştır. Akıl tutulmasına neden olan bu gelişmeler insanları sorunun asıl nedenleriyle yüzleşmek yerine bir kurtarıcı beklentisine sokmuştur.
Benzer şekilde yaşanan yeni koronavirüs salgını ve buna bağlı olarak yaşanan küresel korku iklimi dünyanın neredeyse kendini tecrit etmesine yol açmış görünüyor. Hastalıktan önce hastalık korkusunun kendisi daha travmatik sonuçlar doğurmuştur. Güven veren mekanizmaların çözüldüğü ve bununla beraber yaygınlaşan bu korku ya da risk bilinci insanları bireysel olarak önlem almaya iter. Hayatta kalma stratejisi ön planda olduğundan dolayı da bu durum kötü senaryoları da beraberinde getirebiliyor. Örneğin yaşanan güvensizlik ve belirsizliklere karşı bireysel silahlanmanın arttığına dair haberlere daha sık rastlıyoruz. Aynı zamanda milliyetçi, ırkçı yaklaşımlar, ötekileştirmeye yönelik söylemler daha sık görünür olmaya başlıyor. Diğer yandan maskeler bir anda birçok yerde tükenme noktasına gelmiş, erzak stoklama girişimleri bir kıtlık senaryosunu andırır olmuştur. Özellikle ihtiyacı olmayanların bu güvenlik ve hayatta kalma kaygısı asıl ihtiyacı olanı veya asıl tehlike altında olanı görünmez kılmıştır. Aynı zamanda yaşanan bu korku iklimini ticari kaygılara çeviren ve bu korkular üzerinden maddi kazanç sağlamaya çalışan çok sayıda kişi veya sektör ortaya çıkıyor. Normal zamanlarda fiyatlara itiraz eden insanlar yaratılan veya gelişen bu korku ikliminde fahiş fiyatlara itiraz etmiyor, çünkü onlar için öncelik artık güvenliktir.
Herkesin virüs taşıyıcısı olabileceği algısından kaynaklı önlem olarak alınan fiziksel mesafeden çok insanlar arasında güvensizlik ve duygu mesafesi daha çok artmıştır. Böylece asgari düzeye çekilen “sosyal mesafe” gelecekte sosyal ilişkilerimizin bu zemin üzerinde devam etmesi veya bunun etkisinde yeniden inşa edilmesi riskini barındırıyor. Korkuların zihne hâkim olduğu bu durumda rasyonel düşünme imkânı ortadan kalkmaktadır. Güvende olma adına ortaya konulan bu tablo çözüm üreten, özgür ve baskılanmamış bir aklın sonucu değildir. Alınan önlemler belirsizliğin ve korkunun hâkim olduğu bir aklın sonucudur. Bu akıl aynı zamanda toplumsal bir çaresizlik hissini de yaratmıştır. Böylece Furedi’ye göre kendi çaresizliğiyle barışık hale gelen toplum, bireyin kendini belirleme gücüne olan inancını yitirir.[13] İnsanlarda her an her şey olabilir kanısının güçlenmesi geleceğe yönelik temkinli ve hazırlıklı olmayı gerektirir. Bunun sonucu da geleceğin risk ve korkular üzerine inşa edilmesi anlamına geliyor. Diğer bir ifadeyle yaşanan kaygılar bugünün kolektif güvensizliğini ve risk algısını geleceğe yönlendiriyor. Böylece umut ettiğimiz gelecek, bugün aldığımız kararlara bağlı olarak kolonize edilmekte ve daha da belirsiz bir hal almaktadır.
Dolayısıyla devletlerin ulusal güvenlik ve denetim kapasitelerini aşan bu salgınlar veya yüksek risk algısı toplumların izolasyonlarıyla sonuçlanıyor. Tüm ülkeler önlem olarak toplumsal karantina sürecini başlattı. “Evden çıkma”, “seyahat etme” uyarıları genel bir slogan haline geldi. Güvenlik adına eve kapanan ya da kapatılan insanların ne zaman normale döneceğine veya döndüğünde nasıl bir psikolojik tabloyla karşılaşılacağına dair bir belirsizlik de söz konusudur. Dolayısıyla hem yaşanan salgınlar ve yan etkileri hem de bireysel ve toplumsal olarak güvende olma kaygısı ciddiye alınması gereken küresel sorunlardır. Ancak küresel olan bu temel sorunlara dair ne ulusal ne de uluslararası anlamda çözüm üreten bir perspektife sahibiz. İtalya’nın siyasal yaklaşımı ile Çin’in yaklaşımı veya İran’ın siyasal politikası ile İngiltere’nin siyasal politikası ve bununla ilintili soruna yaklaşım yöntemleri çok farklıdır. Hangisinin daha doğru olduğuna dair elimizde net bir kanıt yoktur. Ancak bu süreçte hepsinin krize girdikleri ve büyük kayıplar yaşadıkları bir gerçektir. Küresel risk toplumunda ulusal politikalar tek başına çok etkisiz kalıyor. Bundan dolayı yerleşik siyasal yaklaşımların sorgulandığı veya yetersiz kaldığı görülüyor. Diğer bir ifadeyle var olan siyaset anlayışı ve devletin önlem kapasitesi sürece cevap verememiştir. ABD, İtalya, Fransa, İspanya gibi ülkelerin olağanüstü hâl uygulamalarına ve sert izolasyon tedbirlerine rağmen yüzlerce insan hayatını kaybediyor. Riski minimize etmeye yönelik alınan tedbirler ise başka alanlarda yeni krizleri tetikliyor. Öngörülemeyen bu salgın ve yan etkileri sağlık sistemlerini kilitlemiş durumda. Koruyucu ekipman, yoğun bakım üniteleri ve solunum cihazlarının yetersizliği salgının kontrol altına alınmasını zorlaştırmaktadır. Kapsayıcı olmayan ekonomik önlemler sınıfsal eşitsizliği derinleştiriyor. Birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de alınan karantina önlemleri eğitimin sekteye uğramasına, ekonomik krize ve işsizlik gibi önemli sorunlara yol açıyor. İşini kaybetme ile virüse yakalanma riski arasında tercihte bulunmak zorunda kalan milyonlarca insan var. Bu yüzden siyasal iktidar için sadece salgının durdurulması değil, bununla beraber toplumsal tecridin yaratacağı psikolojik ve sosyoekonomik sonuçların, kendini evinde bile güvende hissedememe, risk ve belirsizlik algısının yönetimi çok daha önemli bir sorumluluk alanını oluşturur. Ancak sınırlandırılan gündelik yaşamdan yansıyan bu devasa sorunlara karşı “devlet baba” toplumsal güveni ve rahatlamayı sağlayacak, özellikle sınıfsal olarak alt tabakada olanları da kapsayacak bir çözüm reçetesine henüz sahip değil. Askeri ve ekonomik olarak güçlü olmanın belirtilen tehlikeleri bertaraf edemediği, çok boyutlu olan bu sorunları çözemediği ve böyle bir atmosfer karşısında devletlerin veya siyasi iktidarların panikledikleri görülen bir rasyonalitedir. Tüm bunlar aynı zamanda varolan siyasal politikaların merkezinin insan olmadığı, kapsayıcılıktan uzak ve çok kısır kaldığını gösteriyor. Yüksek risk algısına sahip ve büyük güvensizlik yaşayan insanlara güvendikleri devletten de kapsayıcı ve güven tesis edici bir çözümün gelmemesi insanlar arasında daha büyük paniğe yol açar. Tıbbi, ekonomik, psikolojik ve kültürel olarak çok travmatik sonuçlarla yüz yüze kaldığımız bu izolasyon sürecinde hepimiz bir kurtarıcı beklentisi içerisindeyiz. Ama bu sistemin artık kurtarıcı olmadığı ve olamayacağını söyleyebiliriz. Yoksul kesimlerin hayatlarının çok önemli olmadığı, sermaye çarklarının dönebilmesi adına risk karşısında bu kesimlerin gözden çıkarılabilecekleri, sağlık sisteminin şeffaf, kapsayıcı ve yeterli olmadığı, uzun vadeli değil anlık gelişmelere göre rol alan bir siyaset ve devlet politikası söz konusu olduğunu büyük kayıplar yaşayarak tecrübe etmiş bulunmaktayız. Karantina sürecinde çalışmak zorunda kalan bir yurttaş şöyle demişti: “Beni bu virüs değil sisteminiz öldürüyor.” Aslında bu tehlikeli veya öldürücü olanın yalnızca bir virüs ya da grip salgını olmadığını, çok daha kötüsü bir sistem ve yönetememe krizi olduğunun en açık ifadesidir. İnsanların büyük bir kısmı sadece salgından kaynaklı ölmüyor, sağlık sisteminin yetersizliğinden, krize doğru teşhis konulamamasından ve devletlerin rasyonel ve kapsayıcı olmayan önlem politikalarından kaynaklı ölüyor veya önemli sorunlar yaşıyor. Bu salgınların ve bunlarla ilintili sosyoekonomik krizlerin neden bu kadar yıkıcı sonuçlara yol açtığına dair düşünmemiz gerekiyor. Bu salgını daha önce yaşadığımız büyük salgınların yeni türevleri olarak okumak ve yıkıcı etkilerinin ise sürece cevap veremeyen ve insan merkezli olmayıp tarihsel dersler çıkarmayan neoliberal politikalarının sonucu olarak okumak daha doğru bir yaklaşım olur. Nitekim neoliberalizmin daha yıkıcı bir salgın olduğunu belirten Chomsky, “koronavirüsün iyi yanı belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi olacak”[14] demişti. Nasıl bir dünyada yaşamak istediğimiz konusunda belki önemli bir eşikte bulunuyoruz. Bu yüzden salgının bu kadar yıkıcı sonuçlar doğurmasının tarihsel, ekonomik, siyasal ve toplumsal nedenleri üzerinde düşünmemizi gerekli kılıyor.
Sonuç olarak yaşanan salgın hastalıklardan dolayı günümüzde, sorun ne olursa olsun en kötü olasılığı düşünme eğilimi hâkim durumda. Güvende olmak için ne kadar çok şeyden vazgeçtiğimiz düşünülmüyor. Toplumsal değerlerin aşınması, bireyselleşmenin yaygınlaşması ve toplumsal bağların zayıflaması, temiz bir çevre yerine tehlike üreten bir çevrenin yaratılması, geleceğe duyulan güvensizlik gibi gelişmeler sonucunda toplumsal yaşamı derinden ilgilendiren ve ayakta tutan birçok şeyden vazgeçiyoruz. İnsanlar bu durumda kendi yaptıklarının kurbanı oluyorlar. Her şeyin riskli görülmesi yaşamın sınırlandırılması ve sınırlanan yaşamın da bireyleri tutsak etmesi gibi bir durum yarattı. Ayrıca risk alma korkusu öyle yaygınlaştı ki Furedi’nin deyimiyle “günümüzde risk alma korkusu kahramanı değil kurbanı alkışlayan bir toplum yarattı. Aktif olmanın değil pasif olmanın, cesaretin değil güvenliğin en önemli erdemler olduğu düşünülüyor.” Bu durum küresel salgın hastalıklar ve küresel korku ikliminde herkesin mağdur ve kurban olduğu hissini güçlendirir. Kimse artık fail değil, çünkü herkes kurban veya mağdurdur. Böylece “mağdur” olan hiç kimse bu gelişmelerden kendisini sorumlu tutamaz. Ancak kendimizi sorumlu hissetmediğimiz bu gibi olaylardan hepimiz psikolojik, ekonomik, siyasal ve toplumsal olarak çok olumsuz etkileniyoruz. Diğer bir ifadeyle yoksullar ya da sokakta yaşayanlar başta olmak üzere hem ekonomik hem de bürokratik hiyerarşide üst sınıfta yer alanlar da böyle bir durumda güvende değillerdir. Sadece yaşanan salgın hastalıklar karşısında değil, bunlarla birlikte küresel ısınma, nükleer silahlanma, depremler, göç ve mültecilik gibi ekolojik, siyasal ve toplumsal sorunlar tüm ülkelerin etki ve yan etkilerine maruz kaldığı ancak hiçbir ülkenin tek başına üstesinden gelemediği kritik sorunlardır. O halde ülkemizde gelişmeyen bir sorundan sorumlu olmadığımız anlayışının artık bir karşılığı yok. Chomsky’nin dikkate alınması gereken uyarısı gibi, “belki de koronavirüs yeterince ciddi bir tehlike ama gelmekte olan çok daha dehşetli bir şey var. İnsanlık tarihinde gelmiş geçmiş her şeyden daha kötü bir felaketin kıyısına doğru yarışıyoruz.” Daha önce yaşanan yüksek çaplı salgın ve ekolojik felaketlerden gerekli dersler çıkarılmayıp var olanın benzer yaklaşımlarla çözümüne çalışılması ve araçsal aklın egemenliğinde işleyen politikalarda ısrar etmek gelecek olanın etkisinin daha yıkıcı olmasını engellemez.
Çok boyutlu ve küresel etkileri olan COVID-19 salgınının ortaya çıkardığı tablonun da gösterdiği gibi bu tür sorunların çözümü için daha kapsayıcı ve alternatif anlamda global bir politikaya ihtiyaç var. Neredeyse hayatımızın bir parçası haline gelen salgınlar, risk faktörleri, korku unsurları bir şekilde var olmaya devam edecektir. Ancak önemli olan bunları nasıl karşıladığımız, etkilerini minimize etmeye yönelik nasıl bir toplumsal politikaya sahip olduğumuzdur. Bu anlamda yaşadığımız gelişmeler karşısında var olan sistemle hesaplaşmadan bir kurtarıcı bekleme durumu ve umudu “işkenceyi uzatmaktan”, ölümü beklemekten başka bir işe yaramayacaktır. Çünkü salgın yalnızca bulaşıcı olan bir hastalık değildir. Ekonomik, pedagojik, kültürel, psikolojik vb. yan etkileri olan, hayat alanlarımızı derinden etkileyen ve sarsan çok boyutlu küresel bir faktördür. Ayrıca bu toplumsal izolasyon süreci ve yaşanılan büyük kayıplar yalnızca neden olarak virüse indirgenemez. Salgın ve yan etkilerinin tahrip gücü sahip olduğumuz sosyo-politik ve ekonomik sistemin işleyişinden bağımsız değildir. O halde bu durum aynı zamanda var olan sistemin sorgulanmasını gerekli kılıyor.
Bu anlamda zamanın çok gerisinde olup belli bir mekanla sınırlı düşünen, daha çok siyasal propaganda diline hâkim ve eleştirel akıldan yoksun olan, insanlara acılara katlanmalarını teşvik eden kaderci ve felçli bakış açılarına sahip entelektüel, teknokrat, siyasal, dini aktör veya elitlerden medet ummanın ya da bizi kurtarmalarını beklemenin zamanı çoktan geçti. Bir kurtarıcı beklemek yerine neden bir kurtarıcı beklemek durumunda ya da zorunda kaldığımızın tarihsel, siyasal, ekonomik ve kültürel nedenleri üzerinde eleştirel aklı referans alarak düşünmemiz gerekiyor. Yaşadığımız bu toplumsal çöküntü durumu, bizleri özne olmaktan alıkoyan, kişiliksizleştiren, belirsizlik ve korkular üzerinden hayatlarımızı kontrole alan sistem ve siyasal yaklaşımlarla yüzleşmeye ve gerekli dersleri çıkarmaya davet ediyor.
Dipnotlar:
[1] Adorno, Theodor w., Horkheimer, Max (2010), Aydınlanmanın Diyalektiği Kabalcı Yayınları, 1.Basım, s.19, İstanbul
[2] Furedi, Frank (2001), Korku Kültürü, Risk Almamanın Riskleri, Ayrıntı Yayınları, 1.Basım, s. 43, İstanbul
[3] Giddens, Anthony (2010), Modernite ve Bireysel Kimlik, Geç Modern Çağda Benlik ve Toplum, Say Yayınları, 1.Basım, s. 146, İstanbul
[4] Giddens (2000), a.g.e., s.41
[5] Bauman, Zygmunt (2000), Siyaset Arayışı, Metis Yayınları, 1.Basım, s. 33, İstanbul
[6] Bauman, a.g.e., s. 23
[7] Çelebi, Aykut, Risk ve Olumsallık Sosyal Teori-Sosyal Felsefe İlişkisini Anlamaya Yönelik iki Anahtar Kavram, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi. 56-1, 2001, s.45
[8] Giddens (2010), a.g.e., s. 14
[9] Furedi, a.g.e., s.99
[10] Beck, Ulrich (2005), siyasallığın İcadı, iletişim Yayınları, 2.Basım, S. 47, İstanbul
[11] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kimsenin-kabul-etmedigi-o-gemiyi-kuba-kabul-etti-1727644 (17.03.2020)
[12] Giddens (2010), a.g.e., s. 217
[13] Furedi, a.g.e., s. 225
[14] https://medyascope.tv/2020/04/02/noam-chomsky-koronavirusun-iyi-yani-belki-de-insanlari-nasil-bir-dunya-istedigimiz-konusunda-dusunmeye-itmesi-olacak/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.