Bu dünya kaç kez battı gözümün önünde… Şimdi de batıyor, bir yeniye doğmak üzere… İnsansız baharın ardından… Belki bir bahar ve belki başka mevsimlerin de peşi sıra geçişi ardından… Öylece durulmuş, geçişi camlardan izlenmiş bir bahar… İnsan dışındaki tüm doğa akarken gürül gürül… Duru bir su gibi durulabilir miyiz?
Baştan söyleyeyim şahsi bir yazı olacak ve her şahsi anlatı gibi içinde herkesten biraz hikâye barındıracak…
İngiltere’de geyikler kente inmiş sokaklarda dolaşıyormuş. Kentlerde orman hayvanları… Filmlerde olur öyle… Bir geyik çıkar birden karşınıza… Eski bir inanıştır, geyik laneti… Bakın geliyor çağrışımlar, ne diyordu bu laneti anlatan türküde… “Ben de gittim bir geyiğin avına/geyik de çekti beni kendi dağına/tövbeler tövbesi geyik avına…” Ama insan unutur korkusunu tehlike geçince… İnsan unutur tövbesini… Bu avcının başına ne gelmiş bakın kendisi söylesin: “Urganım kayada asılı kaldı/Esbabım sandıkta basılı kaldı/Nişanlım sılada küsülü kaldı.” Bütün bunlar geyik yüzünden gelmiş başına… Bizim tüm yakın dönem planlarımız da (ki onlar bizi uzak geleceğimize bağlıyordu) o urgan gibi kayada asılı kaldı… Belki her şey geyiklerin peşine düşen avcılar yüzündendir. Malum efsunlu zamanlarda yaşıyoruz.
Ben de kendi sihrimin yani çağrışımlarımın peşine düşeceğim. Aklıma Trier’in Melankoli filminin son sahnesi geliyor. Bir kadın bir çocuk dünyanın sonu yaklaşmaktayken metanetle… Filme girmeyeyim şimdi izlemiş olanlara selam göndereyim, filmin sonundaki o derme çatma çadırın şimdi içine girdiğimiz evlerimize ne kadar benzediğini anımsatıp geçeyim. Filmin adında kalayım; “melankoli”… Ne çok şey kaybettik yakın geçmişte? Bu kadar yakın bir geçmiş ve bir ömür için çok fazla kayıp… Bana göre çok… Size göre? Bu dünya kaç kez battı gözümün önünde… Şimdi de batıyor, bir yeniye doğmak üzere… İnsansız baharın ardından… Belki bir bahar ve belki başka mevsimlerin de peşi sıra geçişi ardından… Öylece durulmuş, geçişi camlardan izlenmiş bir bahar… İnsan dışındaki tüm doğa akarken gürül gürül… Duru bir su gibi durulabilir miyiz? Daha önce akışta kendini temizlemiş olanlara ne mutlu! Şimdi bir şarkı mırıldanmaya başladım içimden siz de bilirsiniz beraberce biraz söyleyip öyle de devam edebiliriz:
Dışarda bir yaz yağmuru/Yaş sokaklar sensiz bensiz(…) Bir masalmış geçen yıllar/Kaç yaprak var elimizde…
Batışına tanıklık ettiğim dünyalardan söze gireyim… Bir göktaşı düşüp, yenilmez sanılan kaç dinazor türünü yok etti karşımızda… Şimdi aklıma Serol Teber’den okuduğum bir anlatı geldi. Naziler işgal ettiği için uzun yıllar boyunca yaşadığı Viyana’yı terk eden Freud’a “Neden Viyana’dan ayrıldınız?” diye sorarlar. O dönem Titanik davası da sürmektedir. Geminin ikinci kaptanı mahkemede kendisine “Gemiyi ne zaman terk ettiniz?” diye sorduklarında “Ben Titanic’i terk etmedim. Güvertede duruyordum, gemi benim altımdan çekildi” yanıtını vermiştir. Freud “benim durumum da çok benzer” der. İşte bizim terk ettiğimiz dünyalar da biraz böyle… Gönüllü, kararı alınarak, sonucu öngörülerek gerçekleştirilmiş ayrılıklar değil yaşadıklarımız. Yıllarca uğraşılarak yapılan, gönençle denize gönderilen Titanik’ler bir bir çekildi altımızdan…
1977 yılının bir yaz gününde doğdum. Çok sayıda insanın öldürüldüğü 1977 1 Mayıs’ından birkaç ay sonra yani… Ben doğduktan 3 yıl sonra darbe olmuş, elbette anımsamıyorum ama muhakkak izlerini taşıyorum. Babam darbeden sonra gözaltına alınmış “kötü muamele” görmüş, bırakılınca kendisinin adını veren arkadaşını bulmuş, “niye adımı verdin eşoğleşşek” demiş “hem yalan söylemişsin”, “abi orada ne dedilerse, he dedim, adın bu değil şu deseler kabul edecektim, sorma sen de biliyorsun ne yapıyorlar” demiş. Arkadaşının utandığını gören babam “neyse boşver gel gidip iki tek atalım” demiş. Sonra işine gücüne devam etmiş, alım gücü, ücreti gün geçtikçe düşmüş. “Alnında doğum lekesi olan o Rus adam”ı sevmezdi, babam. Bazı arkadaşlarımın babaları o adamı överdi. O adamın yani Gorbaçov’un babamın ücretindeki düşüşle ve o zamanki moda deyimle “hayat pahalılığı” ile nasıl bir ilişkisi olduğunu sonradan anladım ya da anlamlandırdım diyeyim. Özallı yıllar, Özal televizyona her çıktığında babam basıyor kalayı… İlk eylemime Ocak 1993’te gidiyorum daha 16 olmamışım. Uğur Mumcu öldürüldüğünde evde duramayacağıma karar vermiş olmalıyım. Büyük bir heyecanla babama oradaki sloganların anlamını sormuştum. Pek anlamasam da ilk okuduğum kitaplar arasında Uğur Mumcu kitapları yer alıyordu. Aynı yıl yani lisedeyim, sağcıların çok yoğun ve örgütlü olduğu sıradan bir lisede… Kürt bir arkadaşım, “bu derste her tür düşünceye yer var” diyen felsefe öğretmeninin dersinde Kürtçe türkü söylediği için öğretmenin fırlattığı topuklu ayakkabıdan kurtuldu ama kemerle darp edilmekten ve okuldan atılmaktan kurtulamadı. Eğitimde şiddet çok yaygındı o vakitler, her yerde politik şiddet daha da yaygındı. Ne yapacağımı bilemediğim bu üzücü olay iz bırakmıştır muhakkak bende… Madımak Oteli’ndeki katliamı televizyondan izlediğimde aynı yazdı… Uğur Mumcu’nun cenazesine gitmeyi başarabilmiş olmama rağmen Madımak eylemlerine katılamadım, okul açık olmadığı için nasıl gideceğimi, nereye gideceğimi öğrenememiş olmalıyım. Şimdi de okullar kapalı malum…
Bu olaydan sonraydı öfkeliydim ben de olanlara… Tam anlamıyordum ama öfkeliydim ne olmuştu Kürtçe türkü söylemişse, ne olmuştu ateistse, Aleviyse, ne olmuştu gazeteci bir konuda araştırma yapmışsa… İnsan insana bunu nasıl yapardı? Ne güzel ne iyi bir yürekle soruyordum bu soruyu? Hala anımsıyorum hiç unutmak istemiyorum, unutmayayım ki gençleri yüreğinden tanıyabileyim istiyorum.
Şiddetsiz olsun ne olacaksa diyor, siyasete girmeye çok heves ediyordum. SSCB’den geriye kalanları konuşuyordu dünya… Ben böyle “şiddetsiz, şiddetsiz…” diye dolaşırken devrimci bir abi, Ahmet Kaya’dan alıntıyla “bu şiddet olmazsa hiç olmaz ya dinle ya git” demişti en ciddi ifadesiyle… Vay canına… Cep telefonları yoktu, dolambaçlı kabloları olan telefonlar vardı. Buraya kadarı filmin yavaş girişi sonrası çok hızlı nelere tanık olmadım ki, olmadı ki bizim kuşak, ölüyor, sokaklarda taşlanıyor, kolu bacağı mosmor gezebiliyor ama siyaset sahnesinde söz, yetki, karar hakkı elde edemiyorduk bir türlü…
İşte oralarda bir yerlerde, üniversiteyi bitirirken 2000’ler başlamıştı, dünya da Türkiye de başka türlü bir yer olmuştu zaten. ’99 depremi ile 2001 yılındaki siyasi çalkantılar arasında girilen 21. yüzyıla geçiş ne çok ayrılık içeriyordu. O zaman o kadar da fark etmemiştim, yaşarken bir tarihsel anın tüm anlamını fark ettiğini iddia edenler de yanılırlar zaten genellikle. Çok hızlı adapte oluyordu herkes… “Yeni dünya düzeni”nde her durum her anlatı “yeni” sözcüğüyle başlıyordu. Ve “yeni” iyi ile eş anlamlıydı. Eski ise “dar”, “kötü” ve “yanlış”tı. Duvarlar yıkılıyordu, herkes mutluydu. Duvarlar yıkılsındı da ne olacaksa olsun’du. Oysa şimdi yeniden sınırlar taştan değil çelikten örülüyor. Karantinalarda kapıları içeride kalanın üzerine üzerine mühürlüyorlar. Tüm söylemler tüm eylemler değişiyordu. Bizim kuşak aynı anda kitleler halinde ölüyordu. Onların cenazeleri ardından yeniliklere daha kolay adapte olunuyordu. 20. yüzyıldan 21. yüzyıla bir süreklilikle geçmeye çalışan ve sağlıklı olanın bu olduğunu düşünen aklım “her yeni iyi, her eski kötü değildir” diyor ama bir durma düşünme sürecine davetim epeyce az kabul görürken baya yalnızlaşıyordum. Çoğunlukla duyulmak istenmiyordu çünkü yeniye adapte oluşun önü kesilmemeliydi, duracak düşünecek zaman değildi, her şey “internet hızı”ndaydı.
Şimdi düşünüyorum da birlikte yas tutamamak… Kaybettiğimiz eskiye dair, hayallerimize dair, yitirdiğimiz arkadaşlarımıza dair, “ne oldu da artık böyle oldu” diyemediğimiz için ne çok kayıp eklendi kayıplarımıza… Şimdi karışamadığımız kalabalıklar içinde nasıl da kaybolup gittik… Birbirimize “ses ver” diye seslenemediğimiz için…
İnternetsiz dünyaya, cep telefonsuz dünyaya, SSCB’li dünyaya, filmlerin televizyondan ya da sinemadan izlenebildiği dünyaya… Orada anılarımız vardı, kimileri içinde bizlerin de olduğu anıları alıp kaldırdı tozlu raflara ve devam etti yola… Her şey işleviyle tanımlıydı deforme edilmiş halleriyle çıkarıldılar bazen kaldırıldıkları yerden anıları, tabii ki “ederine göre”…
Böylesi bir hayatı sürdürmek birden çok ömür yaşamak gibiydi… Adaptasyon adaptasyon… Kaç farklı ormanda geçebilir bir yaban hayat… Londra’da geyikler…
Şehirler misal ne kadar değişebilir ki bir insan ömründe? Savaş bile olmamışsa üstelik… Doğma büyüme Ankaralıyım. 20’li yaşlarımda büyük bir değişiklik geçiren kent, sonra başka büyük değişiklikler geçirdi, şimdi çocukluğumun gençliğimin mekanları epey başka türlü… İstanbul’da yaşadım 14 yıl… Ne Kadıköy eskisi gibi ne Taksim… İyiye doğru değildi yeni, kamusal bir maksadı da yoktu çoğu zaman… Ankara’ya veda birden çok kez, İstanbul’a veda aynı şekilde… Gözümüzün içine baka baka çıkarılan orman yangınları ayrı dert…
Gezi’den sonra, artık anne de olduğum için ailem de Ankara’da olduğu için “güvenli kent”ime geri döndüm. Hayat, sen plan yaparken dalga geçer, gibi bir kişileştirme sözü vardır bilirsiniz, muhtemelen o sözü seversiniz. Bana da öyle yaptı. Daha yeni yerleşiyordum ki 10 Ekim oldu… Sonra ardı ardına bombalar… Öncesi Suruç büyük kabus, daha geriye git Diyarbakır… Her birinin hissettirdiklerini anlatmaya kalksam bitmez yazı. (Hem Sendika.Org’da daha önce yazmış idim.)
Bir kere daha aksak tökek de olsa planlar yaparken pandemi çıktı geldi. Yanlış anlaşılmasın derdim, yerleşmek her şeyi öngörmek, bir kulede sağlam sağlam kalmak değil ama bunca yıkıma tanıklık etmekten de yorgunum. Bizzat kendim kaç kez ölümle karşılaştım, sevdiklerimi anlatmıyorum bile… Hem kaybetmek illa ölümle olmuyor, bütün bunlar oluyorken akıntıya doğru kaybettiğim şehirlerin, mekanların, insanların haddi hesabı yok. Biliyorum ki yaşadıklarım biraz da ortak anlatısı bizim kuşağın…
Melankoli filmindeki benzetmeye dönersek, o göktaşı dünyaya, düşecek hatta düştü bile, adı bu kez COVID-19… Orhan Veli’ye mi gitsek buradan da…
(…)Tüfeğini depoya koydular/Esvabını başkasına verdiler./Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,/Ne matarasında dudaklarının izi;/Öyle bir rüzgar ki,/Kendi gitti,/İsmi bile kalmadı yadigâr./Yalnız şu beyit kaldı,/Kahve ocağında, el yazısıyla:/”Ölüm Allah’ın emri,/”Ayrılık olmasaydı.
Oysa ayrılık var hem de çok… Bu şiir bile ölüm dışındaki ayrılıklarımızı anımsatıyor. “Kahve ocakları” zaten kapalı misal, oradaki notlar görülemez. Cenaze törenleri bildiğimiz gibi değil… Biri hastalansa “geçmiş olsun”a gidemeyeceğiz. Bildiğimiz şeylerin hiçbiri bildiğimiz gibi değil… Yalnızlık da bildiğimiz gibi değil… Bu kadar çok şeyin bildiğimiz gibi olmaması ve tanımlanamaz büyük “bir” kaybımızın olması ne kadar da “Melankolik” öyle değil mi?
Maskeler takıyoruz. Maske takmak, yüzünü kapatmak, yasak değil miydi dün kadar yakın bir geçmişte? Maskesiz olmak yasak… Az şey mi değişiyor. O zaman şiir…
tinerle sil maskeni, ekrandaki görüntüyü ayarla
volümünü kıs kalbinin, dahili hatta seni arıyorlar(Murathan Mungan, Maske)
Ya da belki Yeni Türkü’nün yıllardır keyifle dinlediğimiz şarkısını söyleriz hep bir ağızdan… Maskeli Balo’yu… Söyleriz ve düşünürüz onların “sahte yüzlerini” düşünürüz “tak etti canıma” dediklerimizi… “Yaredir sinede” diye biter, şarkı. Yare’dir… Hepimizin güvenliği için evde duruyoruz tabii. Kendi adıma birçok kişi gibi bulaşma korkusundan çok, bulaştırma korkusu yaşadığım için sürecin başlarında eve girdim. Ama işte ondan kork, bundan kork, korku, korkudur. “Ne olacak canım altı üstü evde duracağız.” Özellikle yaşlılara ve çocuklara geldi yasaklar… Oysa baharı kaçırmak az şey değildir, hele de çocuklar ve ihtiyarlar için… Hem kimbilir kaç bahar görebileceğiz şu fani dünyada? Cezaevinde olmak kadar büyük bir mahrumiyet değil elbette ya da hastanede olmaya tercih edilir ama bir çocuğun baharda nerede mutlu olduğunu herkes bilir… “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin” (Ahmet Arif). Pencerelerinizde demir var mı sizin de? O zaman kaçırmayalım baharı, dışarı çıkalım demiyorum elbette, her şey yapılacak yapılmayacak olana referansla konuşulmaz. Elbette durabilenler olarak evde duralım ama bundan müthiş mutlu olamayacağımızı bilmek de kaçırdıklarımıza ve sevdiklerimizin kaçırdıklarına ölçülü biçimde üzülmek de mümkün… Kahrolmadan, bırakmadan üzülebilmek… O zaman şiir yine… Ne diyordu Ömer Hayyam:
Yarın bu bacaklar ayrılık dağını aşacak
Önümde şarap çek babam çek
Saçlarım ne güzel kar gibi ak
Yaş yetmişe vardı laf değil
İnsan bugün yaşamazsa
Ne vakit yaşayacak.
Şair haklı… Sen bu baharı yaşama, kal evinde, çıkma dediğinizde mantıklı ve “yaş yetmişe dayanmış” kişiyi koruyan bir şey söyleyebilirsiniz ama bu yine de üzücü ve hüzünlüdür çünkü “insan bugün yaşamazsa ne vakit yaşayacak”tır.
Size de öyle oluyor mu? Günler geceler birbirine karışıyorken pazartesi ile cumartesi, saat 8 ile 5 birbirine yaklaşıyor. Tıpkı o masal girişindeki gibi “ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken”… Yani rüyalardaki gibi… Zamanı elle tutamazsınız rüyanızda da masalda da… Zamanın dışına çıktık biraz… Biraz ama… Bu durumun da yarattığı olanaklar var, zorluklar var. İnsanı kendi gölgesine yaklaştıran bu hal, ayrı bir temas, kendinle temas olanağı sağlıyor. Şairin dediğini size tekrar iletiyorum: “dahili hattan sizi arıyorlar.”
Temizliyoruz temizliyoruz. Hepimiz biraz Didem Madak’ın anlattığı gibiyiz. “Annemin temizlik günleri gibiyim/Yorgun, solgun ve beyaz.” Eve giren alışveriş paketlerini siliyor bütün dünya… Nasıl beceriyorlar olası virüsleri oraya buraya saçmadan silmeyi, temizlemeyi bilmiyorum ama olsun iyi geliyorsa yapılabiliyorsa ne mutlu… Eski çağlarda ateş başında kötü ruhları kovalayan insanlar gibiyiz, virüsü kovacağını düşündüğümüz ritüeller gerçekleştiriyoruz. Yapmazsak ruhumuz huzursuz… Her zaman yapamıyoruz kuşkusuz. “Ayy unuttum kapıdan sağ ayakla girmeyi”, “tüh eşiğe bastım şimdi ne olacak?” telaşıyla “Yağ tenekesinin yüzeyini de silmiş miydim?” arasında bir ilişki muhakkak var. Hayatta kalmak istiyoruz ne güzel… Zaten umudumuz insanların hayatlarına sahip çıkmasında… Birikmiş hayat-memat meselelerimiz var çünkü… Artık iş güvencesi hayat güvencesi demek, artık birinin sağlık güvencesi herkesin hayat güvencesi demek… Zamanla daha iyi anlaşılacak ne denli birbirine bağlı eski ve yeni dünyalar… Nasıl bir süreklilik içeriyor sorunlar ve çözüm olanakları… Havalı bir şekilde “amaan düşünme bu kadar, boş ver onları, o kitabı okumasak da olur” devirleri geçti, cepten, ezberden bizim yerimize bilenlerden devam edemeyiz. Ama nereden devam edeceğiz? Buna hayatlarını savunmak zorunda olanlar karar verecek. Bir anlamda hepimizin hayatta kalmak için yapacaklarımızın niteliği, birbirimizi koruyarak kollayarak bu süreçten çıkıp çıkamayacağımız, bundan sonraki dünyayı belirleyen iş olacak. Dünyayı iyiye götürecek olan eleştirel aklımızı, sezgimizi, pratik becerilerimizi uyanık tutarak geçebileceğiz bu karanlıktan… Filmlerde olur ya “ben yaralandım beni bırakın devam edin yola” diyen kişiyi, olanağı varsa, olanağını zorlayarak gerekirse sırtına alarak devam eder grup üyeleri… Biz de öyle yapabilirsek yaşamaya devam etmeye değer bir yeni dünya yaratacağız buradan… Yaşlıyı da çocuğu da geride bırakmadan ilerleyebildiğimizde…
Bir çiçek susuz kalacak olsa
COVID-19 meselesi başladığından bu yana aklıma Tolkien’in hikayesi geliyor. 1. Dünya Savaşı’nda cephedeyken ateşli bir hastalığa yakalanıyor. Belki korona gibi bir şey (o zamanların korkunç grip salgını olan İspanyol gribi yılları da yakın çünkü) belki o vakitki adıyla “siper humması” yaşadığı… Bir savaşa katılamıyor sıhhiyede ölümle cebelleşiyor. Onun katılmadığı çatışmada birliğinin hemen tamamı ölüyor. Zaten okuldan yakın arkadaşlarının tamamını da büyük cihan harbinde yitiriyor. Gribe yakalanmak Tolkien’i önce ölüme yaklaştırıyor, sonra ölümden kurtarıyor. O gün, o hastalığı atlatamasa ya da hiç hastalanmasa ve çatışmaya katılsa bugün Yüzüklerin Efendisi Hobbitler ve diğer eserleri olmayacaktı. Bugünlerde gidenlerle dünyadan neler eksiliyor acaba? Her ölüm erken ölüm… Her gün sulanan bir çiçek susuz kalacak olsa o da mühim iş… Kimler gidiyor şu sıralar bin bin eksiliyor dünya… Onları anarak, onlarla vedalaşarak, yitirdikleriyle eksilen insanlığın farkına vararak devam edebiliriz ancak…
Yazıyı hastalara göndereceğim bir şiirle bitirmek istiyorum. Tez zamanda şifaya kavuşmanız dileklerimle… Birbirimiz için iyiyi dilemek, umursamak ve tasalanmak yeniyi iyi kılacak olan değil midir? O zaman yürekten ve çok güçlü bir biçimde diliyorum yeniden şiirdeki gibi: “Alnınıza dokunanlar iyileşmiş desinler”
“Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Dallarında gezinsin
Kül rengi güvercinler
Konsunlar yastığıma
Uyutmak için beni
Sırtlarında kuş tüyü
Gagalarında ninni
Kaldırıp yatağımı
Uçursunlar göklere
Kendimi yıldızlarda
Bulayım birdenbire
Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Alnıma dokunanlar
İyileşmiş desinler”
Ülkü Tamer
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.