Hapishanelerde devrimci tutsaklarca ta Nâzım Hikmet’lerin, Hikmet Kıvılcımlı’ların döneminden başlayıp 1951 yargılamaları sonrasında süren, 80’lerde ağır işkence koşulları altında bile gelişmeye devam eden, 90’lardan itibaren daha yapılandırılmış ve kuramsal bir yaklaşımla şekillendirilen bir dizi alışkanlık ve program var ki, şu yarı gönüllü ev hapsi günlerimizi atlatmada yol gösterebilir. “Atlatmada” da değil, üretime ve gelişime dönüştürmede…
“Siz içeride, biz dışarıda hapisteyiz” der dururduk. Şimdi gerçekten hepimize ev hapsi verdiler. Ev hapsi alacak kadar şanslı olmayanlarımız da bir nevi “iş yurtları”nda çalışıyor; hastalığa, güvencesizliğe ve pandemi fırsatını ganimet bilen patron/ devletin sınırsız hak gasplarına açık halde.
Hapishaneler ve sürgünler çıkarılsa bu memlekette kültür namına ne kalırdı bilmiyorum. İçeriden teori, edebiyat, müzik, gazetecilik, resim, karikatür ve daha neler neler çıktı. Hani, içeride en yapılamayacak şey gibi duran sinema bile çıktı ama bir de pek çıkmayan yahut anılarla, sohbetlerle sınırlı kalan bir şey var: Yaşam kültürü.
Hapishanelerde devrimci tutsaklarca ta Nâzım Hikmet’lerin, Hikmet Kıvılcımlı’ların döneminden başlayıp 1951 yargılamaları sonrasında süren, 80’lerde ağır işkence koşulları altında bile gelişmeye devam eden, 90’lardan itibaren daha yapılandırılmış ve kuramsal bir yaklaşımla şekillendirilen bir dizi alışkanlık ve program var ki, şu yarı gönüllü ev hapsi günlerimizi atlatmada yol gösterebilir. “Atlatmada” da değil, üretime ve gelişime dönüştürmede…
Çünkü insanlar sıkılıyor. Filmler, diziler bizi bir uyaran bombardımanına tuttuktan sonra tatminsizliğin kekre tadıyla bitiyor. Sosyal medya akışları bunun daha beteri, çünkü üstümüze yağan mesajlar arasında bir tutarlılık da yok. Kitaplar sakız gibi uzuyor. Sadece kısa mesafe bakan gözler yoruluyor. Sürekli hastalık semptomu ve ölüm hikâyeleri okumaktan, dahası oturup durmaktan oramız buramız ağrıyor. Ne yapsak diye düşünüp duruyoruz. Başta “Oh ne güzel bir sürü boş vaktimiz var,” diyenler olduysa da şu sıra benim gözüme daha çok “Hiçbir şey yapamıyorum, tez de olduğu gibi duruyor,” diyenler çarpıyor.
“Hapishane bilgelikleri” diyeceğim bir dizi deneyimden faydalanarak şu günlerin yükünü hafifletecek bazı önerilerim olacak. Tam da siyasi tutsakların özgürlüğünün korona gündeminin tepesinde yer alması gereken günlerde onlardan öğrenecek çok şeyimiz var.
Devrimci tutsaklar hapishanelerde “Herkesten yeteneğine, herkese ihtiyacına göre” ilkesine göre yaşarlar; buna yerinde bir isimlendirmeyle “komün” denir. Bir “koğuş”a gelen yiyecek, giyecek, kitap… her şey herkesindir. Yapılacak işler de herkes tarafından, bazen nöbet, bazen imece usulüyle yapılır. Bu, tek başına işlerin yapılmasını sağlamakla kalmaz, bir topluluk ve dayanışma ruhu da oluşturur.
Dolayısıyla birden fazla kişinin yaşadığı evlerde (bu bile bir şans şu günlerde) yemek, temizlik, çamaşır, bulaşık başta olmak üzere ev işlerini birlikte veya sırayla yapmak hem zindelik verebilir hem de fiziksel bir hareketlilik yaratır. E, zaten doğrusu da bu.
Yeknesak işlerin sağaltıcı etkisi az incelenen fakat binlerce kez kanıtlanmış bir olgu. Yunus Emre’nin budaksız odun taşıdığı tekkelerden Yaşam Yolu’nun işliklerine, kibbutz’lardan hapishane komünlerine kadar…
Vadideki Zambak’ın anlatıcısı, bağbozumunda harcadığı emeği anlatırken bu etkiden bahsediyor ve bence yukarıdaki Yunus Emre telmihinin gerekçesini de açıklıyor:
“Sonra yine üzüm toplamaya, sepetimi doldurmaya, sonra bedensel, sessiz, sarsılmaz bir özenle, ruhumu serbest bırakan, ağır, ölçülü bir yürüyüşle gidip bağbozumu fıçısına boşaltmaya başladım. Bu mekanik devini olmasa her şeyi yangına vermesi işten bile olmayan tutkunun akışını düzenleyerek yaşamı sürdüren bir bedensel çalışmanın anlatılmaz hazzını tattım. Tekdüze bir çalışmada ne bilgelikler bulunduğunu öğrendim, manastır kurallarını anladım” (vurgular bana ait – BY).
Şarkıların, filmlerin, sosyal ağ akışlarının bitmeyen bir değişkenlikle dikkati cezbetmeye çalıştığı bir “ilgi manyaklığı” çağında tekrarın ve yeknesaklığın değeri çok gölgede kaldı.
Oysa yenilik ile tekrar arasında kadim bir diyalektik var. Eserlerinde “parlak” buluşlarla “bayat” klişeleri belli bir denge ile kullanan sanatçılar bu diyalektiği iyi bilirler. Her yanı “ilginç” bir şarkı, roman vs. hem yorucu hem de -paradoksal biçimde- sıkıcı olacaktır. Eser bir yapıysa, klişe onu “inşa eder”, yenilikler “hareket ettirir.” Yaşamımız için de geçerli bu. Yaşamı belli bir rutin üzerinde kuramazsak, onu ileriye doğru hareket ettirmek de zor olur.
Birçok hapishane koğuşunda (elbette yine siyasi tutsaklardan, dahası “koğuşlar” döneminden, dolayısıyla geçmişten bahsediyorum, şimdiki durumu pek az biliyorum) yaşam oldukça erken bir saatte başlardı. Hep birlikte uyandıktan sonra -olanaklar dahilinde- bir spor etkinliği yapılırdı: yürüyüş, koşu, kültür-fizik hareketleri, bazen bir maç. Gün, gündelik işler ve eğitim çalışmalarıyla devam ederdi ki eğitim bu yazının en önemli başlıklarından biri olacak.
Bu rutinin bir benzerini evlerde oluşturmak mümkün: En azından haftanın çoğu günü, az çok belli bir saatte yataktan kalkmak; işleri, okumaları, izlemeleri, öğrenme faaliyetlerini, az çok belli zamanlarda ve belli sürelerle gerçekleştirmek; belli egzersiz rutinleri oluşturmak gibi.
Egzersiz mi? İnsan kapalı bir alanda ne gibi hareketler yapabilir ki? Mesela şunları:
Yukarıdakilerden bir veya birkaçı, meşrebe göre kullanılabilir. Birçok şeyde olduğu gibi burada da yöntem değil süre ve süreklilik önemli.
Nâzım Hikmet’in (şu an metnini bulamadığım) bir hapishane mektubunda “Karşı koğuştaki adam ayna dökmeyi öğrendi, ben bu sene hiçbir şey öğrenmedim, bu bir kayıptır,” minvalinde bir pasaj vardı. Öğrenmenin vasat örgün eğitimle sınırlandırıldığı, bu sınırın ötesine geçmesine yalnızca kapitalist kârlar için izin verildiği bir dünyada, insanların eğitimden sıtkının sıyrılması anlaşılır. Fakat aslında öğrenmemek, bilgi kaybetmektir, bilgi kazancının durması değil.
Her tür hapishaneyi zindan olmaktan çıkaracak iki şey var: Öğrenmek ve üretmek. Bugün çok cüzî ve çoğunlukla zaten harcanmış olan bir parayla (internet bağlantısı ve “akıllı cihaz”lardan bahsediyorum) istediğimiz her konuda çok şey öğrenmenin imkânı var.
Mesela, hani şu yıllardır erteleyip durduğunuz İngilizceyi, İspanyolcayı, Kürtçeyi… öğrenmenin (veya geliştirmenin) vaktidir. Belki evde bir kenarda duran enstrümanı ilerletmeyi düşünüyordunuz. Belki cilt yapmayı, senaryo yazmayı, fotoğraf çekmeyi, ne bileyim, halı dokumayı, marangozluğu öğrenmeyi düşünüyordunuz; aletleri, kitapları aldınız, yıllardır kenarda bekliyor. Belki varoluşçu felsefeyi, belki program yazmayı, belki web tasarımı yapmayı öğrenmek istiyordunuz. Bunlardan en az birini ama muhtemelen birkaçını yapabilmek için yeterli vakit var. Sonra çok ararız bu günleri.
Otodidaktizmin yılmaz savunucusu olarak benim her tür öğrenmede takip ettiğim basit bir ilke var. Bir minimum, bir de optimum çalışma süresi belirlemek. Her ne öğreniyorsak, her gün mümkünse, mesela 1 saat çalışmak. Bir sebeple mümkün olmadığı günlerde de 20 dakikanın altına inmemek. Ve bunu mazeretsiz, istisnasız her gün yapmak. (Belki karantinayı fırsat bilip kendi kendine eğitim araçları ve yöntemleri üzerine epeydir hazırlamayı düşündüğüm videoyu yapmam gerekiyor. Bu parantez de bizi çalışma ve üretme konusuna taşımış oldu.)
“Bir şeyi önce çok iyi öğreneceğim, sonra bir gün nasipse üretimlerimde kullanırım,” yaklaşımı diyalektik fukaralığının ve akademik fetişizmin kalıntısı. Bir şeyi öğrendiğimiz anda üretimde kullanmıyorsak ne tam olarak öğrenebiliriz ne de öğrendiklerimizle bir şeyler üreteceğimiz gün gelmek bilir.
Oysa biraz gitar öğrenir öğrenmez bir şarkıda kendimize eşlik etmeye çalışmak gerekir. Felsefe öğrenmekle felsefe hakkında yazmak arasına uzun zaman giriyorsa bir şeyler yanlış gidiyor demektir. Biraz İngilizce öğrendikten sonra bir sohbette kullanmaya bakmalı; sosyal ağlar sadece fotoğraf beğenmeye yaramıyor ya!
Nâzım, bu yazının başlığına esin veren şiirinde “Durup dinlenmeden yazmayı, / Bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana, / Bir de ayna dökmeyi,” diyordu. (Belli ki ayna, dönem hapishanelerine önemli bir izlek.) Kemal Tahir’e yazdığı bir mektupta ekliyordu: “Çalışmak zevk ve neşe ve yaratma kaynağı olunca ihtiyarlığı, hatta hastalığı yeniyor.”
Yabancılaşma çağında, hele Nazi kamplarının kapısındaki “Arbeit macht frei” (“Çalışmak özgürleştirir”) yazılarının gölgesinde çalışmanın külfetten başka bir şey olduğunu düşünmek zordur. Ama Engels’in dâhiyane makalesinde anlatıldığı gibi bizi insan yapan şey emeği kendisi:
“Ekonomi politikçiler, emek bütün zenginliklerin kaynağıdır, der. Gerçekten de bir kaynaktır -ona, zenginliğe çevirdiği materyali sağlayan doğayla birlikte. Ama bundan da sınırsızca daha fazla bir şeydir. O, tüm insan varoluşunun birincil temel koşuludur ve belirli bir anlamda, bu öyle bir ölçüdedir ki, emek insanın kendisini yarattı demek gerekir.” (“Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü”, vurgular bana ait)
Bu yüzdendir ki hayatımızdan çalışma ve üretim çıktığı andan itibaren çok şey yitiriyoruz. Evden çalışanlarımız bunu bir parça kapatabiliyor ama sadece hayatını kazanma amaçlı çalışmanın kendisi yabancılaşma yükünün altında hasletlerinin çoğunu yitirmiş. Bu yüzden “iş” dışında anlamlı bulunan bir alanda yapılan üretimin değeri paha biçilmez.
Başka hiçbir üretim aracımız yoksa bile bilgisayarımız, telefonumuz, kâğıt kalemimiz vardır evde. Bakmayın “Herkes yazar oldu, herkes şair oldu” diye mızmızlanan kiniklere. Okumak gibi yazmak da herkese aittir. Onu kendi tekellerinde tutmaya çalışanlara aldırmayın. Yazalım, şarkı yapalım, pencereden, balkondan da olsa fotoğraf çekelim (Orhan Pamuk’tan neyimiz eksik).19. yüzyıl burjuva evlerindeki azim varsa, oyun yazıp ev içinde sergilemek bile mümkün. Örgü örebilenler, tahta yontabilenler, elektrik devreleriyle robot yapabilenlerimiz falan (tabii bir de ayna dökebilenlerimiz!) bu konuda özellikle şanslı. (Bunları yapamayanlar içinse -de ki- yukarıda “Eğitim” diye ayrı bir başlık ayrılmıştır.)
Doğa mı? Dört duvar arasında mı? Hapishanede oluyorsa evde neden olmasın? Can Yücel’in o ayva gibi sıkı, nar gibi zengin “Sardunyaya Ağıt” şiirinin Yeni Türkü bestesini mi tercih ederdiniz Fazıl Say bestesini mi? Çekirdeğinde bir idam öyküsü, kabuğunda tutsakların gardiyanlardan kaçırarak yetiştirdikleri bir sardunyaya sığdırılan doğa sevgisi öyküsü var orada.
Saksıdaki çiçek de doğa, gökteki bulut da kaldırımdaki ağaç da. Bu aşırı zip’lenmiş yeni sömürge kentsel hayatında bile doğanın ulaşabileceğimiz bir köşesini bulabilsek gerek. “Görmek istersen denizi, yukarıya çevir yüzü” demiyor muydu Sabahattin Ali. Hem gökyüzüne bakmak sadece gözlere değil, bilince de iyi gelir.
***
Nâzım’ın şiirini bu kadar kısa bir “hapislik” için kullanmak zül gelmiyor değil, ama mantığı bütünüyle geçerli: Evde on, on beş gün, “daha da fazla hatta / geçirilmez değil, / Geçirilir, / kararmasın yeter ki / Sol memenin altındaki cevahir!”
Büyük eserler böyledir, söylediklerini dünya kadar genişletebilir, ev kadar daraltabilirsiniz.
@yazilama
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.