Londra’daki göçmenlerin İngiliz işçi sınıfından daha kötü ve zor koşullarda yaşaması ile, çığ gibi artan göç sebebiyle İngiliz işçi sınıfından daha çaresiz olan, İngiliz işçi sınıfına dahil olmadan önceki süreçte “geçici” bir sınıf oluştuğunu düşünüyorum. Bu sınıfı “Working Sub-Class” olarak adlandırıyorum. Kavram bana ait. Türkçe “İkincil İşçi Sınıfı” olarak söylenebilir
Dünyayı etkisi altına alan COVID-19 salgını gerek ekonomik gerek beşeri olarak daha şimdiden oldukça büyük tahribatlar yaratmış durumda. Halihazırda yoğun bir şekilde görülen işsizlik ve ekonomik darboğaz, salgın sebebiyle devasa boyutlara ulaşmada pek geç kalmayacakmış gibi görünüyor. Sebebi ne olursa olsun, bu tarz kriz dönemlerindeki zorlukların en katmerlisini göçmenler yaşamaktadır.
Son 8-10 yıl içerisinde Türkiye’den Avrupa’nın çeşitli ülkelerine göç artarak devam etmekte. Marx’a göre göç, üzerinde çalışılan, yaşanan topraklardaki insani hakların zayıf ya da hiç kullanılamaz olmasının sonucudur. Londra özeline göz atacak olursak, göçmenlik denilen toplumsal ve bireysel ve hatta psikolojik yer değiştirmenin en can alıcı halini burada görmüş oluruz.
Londra, tarihi ve olanakları bakımından çekim merkezi durumundadır. Bir nevi “taşı toprağı altın şehir.” Tarihten bu yana birçok önemli insanın hikâyelerinin başladığı, dürüldüğü yer. Örneğin Marx’ın Londra’da yaşadığı zorlukların ve acıların sınırı yoktur. Oğlu Edgar’ı kaybetmekten tutalım da ailesini sadece patates ve ekmek ile beslediğine ve ertesi gün patates ve ekmek alıp alamayacağını bilmemesine kadar çok geniş bir keder ve zorluk halinin, sürgün olmanın/göçmen olmanın en kristalize mekânıdır. Hatta Marx, Engels’e yazdığı mektupların birinde şöyle der: “…eşimin gözyaşları içerisinde geçirdiği bu dehşet dolu gecelere artık dayanamıyorum!” (Karl Marx, Friedrich Engels Anıları, Evrensel Basım Yayın, s.303) Gerçi Marx, Londra’da sürgündedir fakat modern hayatta Londra’da göçmen olmanın, göçmenlerin üretim ilişkilerindeki yerini düşündüğümüzde sürgün olmaktan farkı yoktur.
Göçmen işçiler, kapitalist emek piyasasına sadece emeklerini sunmazlar. Hayatlarını, geçmişlerini, geleceklerini ve hayâllerini de sunarlar. Yedek işgücü ordusuna katılamayacağı derecede büyük olan ekonomik problemleri aşmak adına başka ülkelere göç etmek zorunda kalan birey, göç ettiği ülkedeki işçi sınıfının bir parçası olmaya devam eder. Kapitalist emek piyasasında, içinde bulundukları yasal durum ve göç ettikleri ülkelerdeki “oturum” koşulları sebebiyle çok büyük oranda güvencesiz, sağlıksız, niteliksiz işlerde çok düşük ücretle çalışmak zorunda kalmaktalar.
Türkiyeli göçmenlerin durumu, kimlikler üzerinden şekillenen bir sınıfsal antagonizmadan ziyade, kimliksel ortak payda kaynaklı korkunç bir emek sömürüsüne dönüşmüş durumda. Yani bu kez sömürü daha önce ezilmiş olan kimliksel ortaktan, mevcut durumda daha çok ezilene doğru uygulanıyor. Çünkü göçmen, göç ettiği yere geldiğinde ya uzak, yakın bir akrabası ile ya da ortak kültürel, inançsal, aynı dili konuşabildiği kitle ile ilişki kurmaya başlıyor. Bu ilişki yoluyla çeşitli vasıfsız iş olanakları elde ediyor ve “Etnik Emek Sömürüsü” çarkının içine girmiş oluyor. Bu durum, ister göçmen olsun ister olmasın, bir kimlik etrafında örgütlenmenin sınıfsal eşitsizliği ortadan kaldırmadığını, sosyal adaleti tahsis etmediğini bilakis sınıflı toplumun devamını sinsi bir şekilde desteklediğini anlamak için yeterli veri.
COVID-19 sürecinden önce Türkiyeli göçmenler genellikle gıda sektöründe haftanın altı, zaman zaman da yedi günü en az 60 saate varacak sürelerde ve saati 5 ya da 6 pounda varan fiyatlarla çalışmaktaydılar. Londra’daki asgari ücretin saatlik 10,5 pound olduğu düşünüldüğünde sömürünün korkunçluğunu daha iyi anlamak mümkün oluyor. Verilen emeğin karşılığı olarak aylık kira, bürokratik işler için ödenen miktar ve beslenme masrafları dışında herhangi bir hobiye dahi yönelemeyecek derecede kısıtlı bir hayatla karşı karşıya yaşıyorlardı. Genelde odalarda ya da stüdyo daire denen, tek bir odanın içinde mutfak, banyo ve tuvaletin bulunduğu mekânlarda yaşayan göçmenler, çoğunlukla çalışmaktan evlerinde zaman dahi geçiremiyorlardı. Barınılan yerler adeta bir “otel odası” olarak kullanılıyordu. Birey, geç bir vakit işten gelip, akşam yemeğinden sonra üzerine çöken yorgunluk ile hemen uyuyor ve ertesi gün erken vakitte uyanıp, duş alıp tekrar işe gidiyordu. Yani fahiş miktarlar ödediği barınma mekânına yabancılaşmış bir şekilde hayatını sürdürüyordu.
COVID-19 salgını ile güvencesiz çalışan göçmen işçiler, bütün hayatın durması, çalışma yerlerinin kapanması ile ya işten çıkarılıyor ya da ücretsiz izine mecbur bırakılıyor. Yani göçmen işçi, kullan-at tarzı bir meta gibi istendiği zaman yaşatılıyor, istenmediği zaman yaşatılmıyor. Göçmen işçinin kazandığı para ve yaşam masrafları düşünüldüğünde -ki bu yaşam masraflarının büyük bir kısmı barınmak için ödenen kiraya denk gelmekte- zaten herhangi bir birikim yapması mümkün olmamaktadır. Kriz ve işsizlik zamanlarında göçmen işçi için artık beslenmek bile bir sorun olarak karşısına çıkıyor. Bu süreçten önce barındığı mekâna yabancılaşan göçmen, bu süreçle birlikte tam tersi biçimde barındığı mekâna tıkılı kalmış durumda. Dünyanın geri kalanı ile aynı durumdaymış gibi görünse de göçmen işçinin şartları daha zordur. Bir oda içerisinde, maaş almadan, göçmen yalnızlığı denebilecek kesif bir yalnızlık hali ile ekonomik yetersizlikle baş başa kalmak, uzun vadede ekonomik problemlere psikolojik problemlerin de ekleneceğini gösterir.
Tüm bunları düşündüğümüzde Türkiyeli göçmenlerin İngiliz işçi sınıfından daha kötü ve zor koşullarda yaşaması ile, çığ gibi artan göç sebebiyle İngiliz işçi sınıfından daha çaresiz olan, İngiliz işçi sınıfına dahil olmadan önceki süreçte “geçici” bir sınıf oluştuğunu düşünüyorum. Bu sınıfı “Working Sub-Class” olarak adlandırıyorum. Kavram bana ait. Türkçe “İkincil İşçi Sınıfı” olarak söylenebilir. Bu sınıf, İngiltere’deki oturum ve vize biçimi sebebiyle vergi mükellefidir. Normal bir İngiliz vatandaşı gibi herhangi bir devlet yardımından faydalanma hakkı yoktur ama vergi mükellefi olarak %20 vergi vermekle yükümlüdür. Aslında mevcut işçi sınıfının bir parçası olmakla birlikte, göç ettiği ülkeye henüz geldiği için daha da kötü durumdadır. Zaman içerisinde, bürokratik işlerini tamamladığında çok küçük bir kademe daha ilerleyip mevcut işçi sınıfına katılacak haldedir.
“İkincil İşçi Sınıfı”na mensup göçmenleri kol gücüyle çalışan işçilerden tahsilli, akademisyen, sanatçı, kalifiye meslek sahibi işçiye kadar geniş bir skalada değerlendirebiliriz. İşçi sınıfı homojen bir yapı arz etmediğinden, aslında kendilerini üretim ilişkileri içerisinde başka bir sınıfta görme yanılgısı içinde olsalar da kalifiye meslek sahibi olan göçmenlerin, emeklerini bir ücret karşılığı bir kapitaliste sattıkları için işçi olduklarının altı çizilmesi gerekir.
Kapitalist üretim ilişkilerinde hiçbir işçinin kendi emeği üzerinde kontrolü yoktur. Beyaz Yakalar, kendilerini koşullara göre üretici ya da üretici olmayan emek kategorisinde bulabilirler. Emeklerinde bir nesneleşme yoktur. Mavi Yakalar ise üretici emek kategorisindedir. Emeklerinin nesnel bir karşılığı vardır. Örneğin bir konfeksiyon atölyesinde çalışıyorsa bir tişört üretir. Ya da bir yazar ise bir kitap yazıp nesnel bir üretimde bulunur. Fakat son kertede bu iki katman sermayeye, kapitalist yapılara bağlı olarak çalışan, emeklerini para karşılığı satan işçilerdir.
Kalifiye meslek sahibi göçmenler, kendilerini diğer göçmenlerden farklı görme eğilimi gösterirler. Bu durum Türkiye’de de böyleydi, Londra’da da bu şekilde devam ediyor. Görece ekonomik ve kültürel birikimi olan bu göçmenler, COVID-19 sürecindeki ekonomik durgunluk karşısında birikimlerini çabucak tüketmeye başlamak üzereler. Bu durum, kendilerinin pek hoşlanmayacağı göçmen işçi sınıfına mensup olduklarını kanıtlıyor. COVID-19 süreci, aslında bu kesimin diğerlerinden hiç farkının olmadığını sağlamasıyla ortaya çıkmış durumda. Zaman içerisinde vasıfsız işçi olarak çalışmak zorunda kalacakları öngörüsüne de sahibim. Çünkü kapitalist üretim ilişkileri ve yarattığı kültür, Beyaz Yakalı işçiye, çalışırken “üzeri kirlenmediği için” ya da bir fabrikada değil de ofiste çalıştığı için başka bir sınıfa dahil olduğunu düşündürür fakat bu bir yanılgıdır. Yanılgı olduğunun en büyük deneyimi bu süreçte yaşanıyor. Beyaz Yakalı göçmen işçi, birden kendisini Mavi Yakalı göçmen işçi olarak buluyor ve belki de hayatının şokunu yaşıyor.
Bu durum, göçmen sanatçılar için de geçerli. Göçmen sanatçının durumu toplumsal emeğe dahil olma biçimine göre değişkenlik gösterir. Üretici Emek kategorisinde görülmez. Fakat sanatını bir meta olarak satışa koyduğunda, örneğin bir albüm çıkardığında, bu albümü CD ve çeşitli online müzik dinleme platformlarında yayımladığında “Yarı üretici emek” katmanında değerlendirilebilir. Aynı durum görsel sanatlar ve güzel sanatlar için de geçerlidir. Fakat son kertede bunlar da birer göçmen işçi kategorisindedir çünkü sanatsal yetenekleri ve bu yeteneğin karşılığı kapitalist bir yapının elindedir.
Dünya, kapitalist üretim ilişkileri doğrultusunda periyodik olarak birçok kriz yaşadı, kapitalizmin doğası gereği yaşamaya devam edecek. COVID-19 salgını karşısındaki çaresizliği ve önlemsizliği üretim ilişkilerinden, sınıfların varlığından, kapitalizmden ayrı düşünmek mümkün değil. Buna göre hayat bizlere yine aynı şeyi işaret ediyor; kapitalizmi ortadan kaldırmayı.
* Alkan Karaçam: Felsefeci, Londra’da yaşıyor.
href=”/2020/04/dosya-korona-analiz-ceviri-ozel-haber-582945/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.