Türkiye sol çevrelerinde, derin devletin sadece Türkiye gibi ülkelerde olduğu sanılıyor. Bu da bir şekilde ordunun vesayetine indirgeniyor. Elbette derin devlette ordunun ağırlığı fazladır. Ancak derin devlet basitçe ordunun vesayeti değildir. Emperyalizmin vesayetidir. Türkiye’deki derin devlet kurumları 1950’lerde doğrudan ABD derin devleti tarafından oluşturulmuştur
Hannah Arendt 13 Mayıs 1953 tarihinde bir zamanlar hocası olan Carl Jaspers’e yazdığı mektupta ABD’deki gelişmeleri aktarır. Dönem McCarthy zamanıdır, cadı avı tüm hızı ile sürmektedir. Arendt, “en önemli gelişmenin devlet makinesinin çözülmesi ve iktidarı, yasal yetkileri olmamasına rağmen bilinçli bir şekilde kurulan ve yasal yetkileri eline geçiren paralel bir yönetim olduğundan” bahseder. Arendt’e göre bu sadece “sivil hizmetlerle sınırlı değildir, okullar üniversiteler, tüm bir eğlence sektörü bunların denetimine” girmektedir.[1]
Arendt’in mektubu bize ABD derin devleti hakkında oldukça ilginç bilgiler vermekte. Mesela, bu paralel devletin oluşumunda eksi komünistlerin rolünün berrak bir şekilde altını çizmiş. Hatta bunların komünist partilerde kullandıkları totaliter yöntemleri, paralel devlet oluşumuna taşıdıklarını anlatıyor. Arendt bu kimselerin arkadaşı olduğu için bu kesimleri çok iyi biliyor. Kendisi belki paralel devletin bir parçası değil ama onlarla çalışan, hatta onların desteğini alan, aynı kulvarlarda faaliyet gösteren, bu yüzden de olayları bilen birisi olarak yazıyor.
Arendt, bu “paralel devletin” Ford ve Rockefeller vakıfları ve Kültürel Özgürlük Kongresi gibi vakıfları ve üniversiteleri nasıl denetimleri altına alındıklarını berrak bir şekilde açıklıyor. Hatta, siyahların ve İspanyol kökenlilerin korkunç ırkçı baskılar altında olduğu bir dönemde -siyahların o dönemde birçok eyalette oy hakkı yoktu ve beyazlarla aynı mekâna girmeleri, ulaşım araçlarında beyazlarla yan yana oturmaları yasaktı- bunlardan hiç bahsetmeyen Arendt, entelektüellerin çoğu Yahudi kökenli olduğu için ve paralel devlet bu entelektüellere ihtiyaç duyduğu için Yahudi düşmanlığı yok, diye de belirtmiş. Irkçılık, Yahudi ya da siyah farklı olan herkese yönelen bir tehdit ama ırkçılık deyince Arendt’in aklına tek gelen azınlık Yahudiler. Bunun adı en hafifi ile milliyetçiliktir.
Arendt, totalitarizm kavramı ile anti-komünist çevrelerin poster düşünürü olmuştu. Bu çevrelerin en büyük iddialarından birisi, sosyalist ülkelerin, özellikle Sovyetlerin muhalifleri akıl hastanelerine kapattıkları idi. Arendt ise Jaspers’e mektubunda, Kore Savaşı’nda esir düşen askerler ABD’ye geri döndüklerinde, bunların arasında komünizm mikrobunu kapanların akıl hastanelerine kapatıldıklarını söylüyor. Bu bilinmeyen bir şey değil ama, yıllarını Sovyet totalitarizmine karşı savaşmakla geçiren Arendt bunu iyi bilmesine rağmen bu konuda hiçbir tavır almadı.
Arendt’in paralel devlet dediği şeye biz günümüzde derin devlet diyoruz. Derin devlet denen şey, bildiğimiz faşizmdir. Yani devletin karar alma mekanizmalarının ağırlıkla ordu, istihbarat ve polisten oluşan güvenlik kurumlarına kayması demektir. Arendt, mektubunda “yürütmenin diktatoryal yetkilere sahip bir ülkede yürütme ile (yönetim) yasama (Kongre) arasındaki ilişkinin tersine dönmesini”, yani yürütmenin yasama ve yargı üzerindeki gücünün artmasını, ilginç bir gelişme olarak aktarır.
ABD’de derin devletin gücünün vardığı nokta, Ergin Yıldızoğlu tarafından BirGün gazetesinde yazılan bir makalede açıkça ortaya konuyor. Glennon, ABD devletine çalışan bir akademisyen, yani işleri içerden bilen birisi. Sayın Yıldızoğlu’nun aktardığı biçimi ile, Glennon’a göre “Amerikan devletinde kararları, yasama-yürütme-yargı organlarının başına seçimlerle gelip gidenlerin, televizyonlarda, merasimlerde, uluslararası gezilerde, görünen politikacıların değil sayıları bine ulaşan, ileri derecede eğitimli, halkın cahilliğinden, iradesinin ifadelerinden adeta nefret eden üst düzey bürokratların yönettiği bir iç ve uluslararası güvenlik aparatının aldığını, onaylanması ve yasalaştırılması için politikacıların önüne konduğunu örneklerle sergiliyor.”[2]
Tabii bu arada bu bin civarındaki bürokratın altında çalışan yüzbinlerce kişilik bir kadro bulunduğunu eklemek lazım. 2010 yılında Washington Post gazetesinin bildirdiğine göre, ABD istihbarat kuruluşlarında çalışanların sayısı, ki buna askeri istihbarat dahil değil, 845 bin civarında. Bu kurumlar 52 milyarlık bir bütçeye sahipler. Bunlar 1271 devlet kurumunu ve 1931 özel kurumu doğrudan kontrol ediyorlar. Bu sayılara ordu ve onunla ilgili kurumlar ve bunların bir şekilde kontrol ettikleri sivil toplum kuruluşları, vakıflar vb. dahil değil. Bu rakamlar ABD derin devletinin gerçek gücünü açığa çıkartıyor.
Türkiye sol çevrelerinde, derin devletin sadece Türkiye gibi ülkelerde olduğu sanılıyor. Bu da bir şekilde ordunun vesayetine indirgeniyor. Elbette derin devlette ordunun ağırlığı fazladır. Ancak derin devlet basitçe ordunun vesayeti değildir. Emperyalizmin vesayetidir. Türkiye’deki derin devlet kurumları 1950’lerde doğrudan ABD derin devleti tarafından oluşturulmuştur. Hatta MİT vb kurumların elemanlarının eğitimi, maaşları vb. birçok ihtiyaçları doğrudan ABD tarafından karşılanmıştır. Tabii emperyalizmin devlet üzerindeki gücü sadece MİT’ten ve Seferberlik Tetkik Kurulu gibi kontrgerilla kurumlarından oluşmaz. Ordu başta olmak üzere, eğitim, sağlık, ekonomi vb. devlet bürokrasisine iyice yayılmıştır. Sadece devlet kurumları değil ama mesela Türk-İş gibi sendikalar bile CIA denetimindeki gangster sendikalar tarafından örgütlenmiştir. Türk-İş hem 12 Mart hem de 12 Eylül’de askeri yönetimlere bakan vermiştir. Türk derin devleti ya da kontrgerilla, adına ne derseniz deyin, ABD emperyalizminin bir uzantısıdır. Mahir Çayan bu olguyu emperyalizmin içsel bir olgu olması olarak tanımlıyordu.
Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde derin devlet olgusu yoktur. 20. yüzyılda ortaya çıkmasının sebebi, emperyalist tekellerin ihtiyacını ve çıkarlarını yansıtmasındandır. Tekelci finans oligarşisinin ulaştığı ekonomide tekelleşme, siyasette de tekelleşmeyi, yani siyasi karar alma süreçlerinin tüm burjuvazinin elinden alınıp bir avuç tekelin denetimine verilmesini gerekli kılıyordu. Bu durum, 20. yüzyıl başında parlamenter demokrasinin krizi olarak kendini gösterdi. 1917 Bolşevik Devrimi ve diğer devrimci dalgalar bu krizi daha da derinleştirdi. Derin devlet kurumları, tıpkı faşizm gibi, parlamenter demokrasinin krizine emperyalist tekellerin bir yanıtıdır. Bunun fikri yapısı 20. yüzyılın ilk on yıllarında atılmış, pratik olarak başta İtalya ve Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde faşistler iktidara gelmişti. Bazılarında parlamentolar feshedilmiş, bazılarında feshedilmese bile karar süreçlerinden tamamıyla dışlanmışlardı. Emperyalist devletlerde açık faşist yönetimler kurmak, 1945 sonrası politik olarak mümkün değildi. Derin devletler bu konuda çözüm olarak ortaya çıktı.
Dipnotlar:
[1] Hannah Arendt Carl Jaspers Correspondence, 1993, Sayfa 209. Arendt ikiyüzlü bir bilim insanı idi. ABD’de faşist kurumların yükselişini içerden biri olarak izledi, bu faşist kurumlardan sadece arkadaşlarına mektuplarında bahsettti. Ne bu derin devlete karşı ne de ABD’deki ırkçılığa, ABD’nin emperyalist işgallerine açıktan bir itirazı olmadı. Gerçek hayatta ise bu faşist kurumların desteğini sonuna kadar kullandı. Totaliter kavramını, sosyalist ülkeleri Nazi faşizmi ile eşitlemek için kullandı. Alman emperyalizmini Nazi lekesinden kurtardı. Heidegger gibi faşist felsefecilerin rehabilite olması için çaba gösterirken, totalitarizme karşı çıkmak adına, ülkelerinin bağımsızlığı için savaşan Vietnam gerillarına karşı çıkıyordu. Doğal olarak ABD derin devletinin en sevdiği ve desteklediği düşünürlerden birisi oldu. Jasper’e mektubunda paralel yapının bir kurumu olan Congress for Cultural Freedom – Kültürel Özgürlük Kongresi’nin ne kültür alanında ne de özgürlük alanında bir iş yaptığını belirtir. Bu paralel yapının eski komünistler tarafından oluşturulduğunu söylerken bahsettiği ise eski Troçkistler. Ama bana göre bunlar zaten eskiden de antikomünisttiler ve false flag operasyonu için Troçki çevresine doluşmuşlardı. Arendt mektubunda tüm bu yapılardan, kurumlardan ve kişilerden tiksinti ile bahseder. Buna rağmen ölene kadar bu kişi ve kurumlarla bağlantılarını sürdürmüş, başta Kongre olmak üzere tüm bu faşist kurumlar Arendt’i ve tezlerini sonuna kadar desteklemişlerdir. Arendt’in ünlü bir bilimci olması bu destek sayesindedir.
[2] Demokrasinin gizlediği diktatörlük, Ergin Yıldızoğlu. http://birgunkitap.blogspot.com/2014/12/demokrasinin-gizledigi-diktatorluk.html
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.