Gramsci’nin politik iktidara giden yolun “sivil toplumun ele geçirilmesi”nden, yani ideolojik alanda hegemonya dolayımından geçtiği tezi, Avrokomünistlerin çıkış noktasıdır. Düzenin asli temelinin ideolojik egemenlikte yattığı, üstyapı alanında devletin baskı mekanizmasının ikinci plana kaydığı, parlamenter yoldan iktidarın elde edilebileceği görüşleri, devrimden ve proletarya diktatörlüğünden vazgeçen Batı Solu’nun tümünün ortak paydasıdır
Gramsci’nin Hapishane Defterleri’ndeki görüşlerine yönelteceğimiz eleştiriler, tutuklanmazdan önceki çizgisini ve faşizme boyun eğmez tutumunu görmezden gelmemizi gerektirmez. İtalyan devrimci hareketi içinde komünizme, proleter enternasyonalizmine ve Komintern’e bağlı ilk ve en ileri Marksist-Leninist önder Gramsci idi. Bununla birlikte, ikinci döneminde etkileyici ve yoğun bir dille yazdığı Hapishane Defterleri ile Leninizm arasında bariz bir açı farkı olduğunu kabul etmek gerekir.
On yıl süren mahpusluk döneminde Batı Avrupa devrimlerinin faşizm tarafından ağır yenilgiye uğratılmaları karşısında hayal kırıklığı yaşamış, bunu Sovyet tipi devrim yolunun kapitalist iktidarın inanılmaz derecede sağlam olduğu Batı’da işlemediğine yormuş ve buna karşılık uzun bir aşındırma stratejisine dayanan kendi alternatifini geliştirmiştir. Faşizm sansürü altında tarihsel materyalizm, hegemonya, devlet, parti, aydınlar, kültür, din, İtalyan tarihi konularında şifreli, karma, düzensiz, alışılmamış bir üslupla yazdığı notlar, yakalanmadan önce karşısında durduğu revizyonizmden izler taşır. Madde-bilinç ilişkisi, hegemonya, sınıf mücadelesi gibi konularda Rusya’da 1905 devriminin yenilgisinden sonra ortaya çıkan tasfiyecileri akla getiren görüşler savunur.
Hapishane Defterleri’nde çeşitli konularda dağınık görünen notlar kaleme almıştır. Bunların odak noktasını Batı Avrupa devrimlerinin yenilgisi üzerinden çözüm niyetine geliştirdiği fikirler oluşturur. Cezaevi sansürünü atlatmayı gözeten terminolojisi Gramsci okumasını güçleştirir, Marksizm’in geleneksel kavramlarıyla çelişen yorumlarını deşifre etmek için özel bir dikkat gerekir.
Daha önceleri Marksizm-Leninizm’i İtalya’nın somut koşullarına uyarlamaya çalışan komünist bir önder konumundaki Gramsci, (ilk defa 1948-1951 yıllarında yayımlanan) Hapishane Defterleri’nde Marksizm’i felsefeden ekonomiye, siyasetten kültüre, devletten devrime gözden geçiren ve yeniden kurgulayan iddialı biri olarak karşımıza çıkar.
Marksist felsefeyi ekonomik determinizmden (“ekonomizm”den) kurtarmak ister. Buharin’in Tarihsel Materyalizm kitabı şahsında Marksizm’in sosyolojiye indirgenmesini eleştirir. Gerçekten de Marksizm’in tarihinde II. Enternasyonal önderleri başta olmak üzere, Plekhanov’dan Buharin’e kaba, mekanik materyalizme eğilim gösterenler olmuştur. Ne var ki, Gramsci ekonomizmin üstesinden gelmek adına eleştirisini Marx, Engels ve Lenin’i de içine alacak şekilde genişletir. Marksist felsefenin bütünde tarihsel ve toplumsal olduğunu, diyalektik ve tarihsel materyalizm olarak ikiye bölünemeyeceğini söyler. Kendisini tarihselci olarak adlandırır. Engels’te ve Sovyet felsefesinde görülen diyalektiğin evrensel yasalarının bilimlerin konusu olan doğaya uygulanmasının skolastiğe ve biçimsel mantığa yol açacağını ileri sürer. Yalnızca nesnenin ve öznenin birleştiği süreç olarak insanlık tarihine uygulanmasından yanadır. Doğanın incelenmesiyse doğa bilimlerine bırakılmalıdır.
Oysa, doğal süreçleri dışta bırakan anlayışın idealizme kapı aralayacağını ve dünya görüşlerini bulanıklaştıracağını düşünen Marx ve Engels, diyalektik materyalizmi sadece tarihe ve ekonomiye değil doğaya da uygulamışlardı. Çünkü sosyalizmin bilimselliği ile diyalektik yöntemin düşünce, toplum ve doğa yasalarına uygulanması arasında bağ kuruyorlardı. Lenin, 1905 devriminin yenilgisinden sonra ortaya çıkan ampiryokritisistlerle tartışmasında, maddi doğayı, insanı bilinciyle ve toplumsal faaliyetiyle birlikte bağrından çıkaran zemin olarak kabul eder.
Yüksek dozlu tarihselcilik yorumu, Gramsci’yi, Marx’ın ayakları üzerine oturttuğu Hegel’e geri dönmeye yöneltir. Bu bakımdan yücelttiği tarihselcilik aslında yüzü idealizme dönük bir mutlak tarihselciliktir. Gramsci ile Hegel felsefesi arasında net bir sınır yoktur. Sorel ve daha çok da Machiavelli, Labriola ve Hegelci idealist Croce (daha gazetecilik yaptığı erken döneminde etkilendiği) gibi İtalyan düşünürlerinden devşirdiği kavramlar dünya görüşünü liberal yönde etkilemiştir.
Tarihsel süreçte nihai belirleyiciliği ekonomik etkene değil ideolojik-kültürel etkene tanıdığı için, üretici güçlerin nedensel “önceliği” yaklaşımını ekonomizm olarak damgalar. Gerek altyapıya kıyasla üstyapıya, üstyapıda devlete kıyasla sivil topluma öncelik tanıması, gerekse sınıf mücadelesini maddi yaşamdan özerkleşmiş sivil toplum alanında cereyan eden bir hegemonya rekabeti olarak görmesi, Marksizm’le bağdaşmaz. Sivil toplumdaki hegemonya mücadelesini üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışma üzerinde temellenen sınıf güçlerinin bir çatışması olarak değil, insanların dünya görüşlerini fethetme süreci olarak algılaması bunun sonucudur.
Marksist teorinin Engels, Lenin ve Stalin tarafından ekonomist bir yoruma tabi tutulduğu, bundan kurtulmak için Gramsci’nin yeni sentezine dönmek gerektiği neo-Gramscistlerin ağzından sıklıkla duyduğumuz sözlerdir.
Gramsci’nin tezlerinin merkezinde strateji sorunu vardır. İlk adımı devlet ve sivil toplum ayrımıyla atar. Rusya’da birincinin ikinciye, Batı Avrupa’da ikincinin birinciye göre öncelik taşıdığını söylediğinde stratejisini de açıklamış olur: “Doğu”da devlet (ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler vb.) her şey, sivil toplum “ilkel ve jelatinimsi”dir; “Alt sınıflar” uzlaşıyla değil sistematik baskıyla kontrol edilir. O yüzden devrimci sınıfın stratejisi Rusya’da “manevra savaşı” olmuştur. “Batı”daysa devlet zayıf, gölgede, sivil toplum (medya, okullar, üniversiteler, dini dernekler, sendikalar, siyasi partiler, vb) yoğun ve sağlam olduğundan, sivil toplumda hegemonya kurmayı esas alan bir devrim stratejisi izlenmelidir. Batı’da devrim “Kışlık Sarayı”nın kuşatılmasındaki gibi anlık değil, uzun sürecek bir “mevzi savaşı”yla siyasal toplumun (devletin) bir karşı hegemonya ile kuşatılmasıyla mümkün olabilecektir. Buradan hareketle devletin bir sınıfın diğeri üzerindeki egemenliğini sürdüren bir baskı aygıtı olduğu tanımını kabul etmez. Böyle bir tanımın sivil topluma odaklanan sabırlı bir mücadeleyle kitlelerin ideolojik olarak kazanılmasını önleyeceğini düşünür.
Bunun krizlerle bağlantısını ise şöyle kurar: Batı’da kapitalizmin krizleri siyasi altüst oluşlara yol açmaz. Çünkü sivil toplum kitlesel ayaklanmalara varmadan şokları emer, nötralize eder. Ekonomik felaketlere karşı bağışıklık kazanılmasını sağlar. Doğu’da ise devlet bunu bastırarak yapar.
Gramsci, kapitalist toplumda proletaryanın sınıf mücadelesinin biçimleri arasındaki ilişkileri kendi devrim anlayışı doğrultusunda değiştirir. Lenin sınıf mücadelesinin üç biçimi içerisinde (ekonomik, siyasi, ideolojik) politik mücadeleyi esas (kavranacak halka olarak) alırken, bunu tersine çeviren Gramsci ideolojik-kültürel mücadeleyi öne çıkarır. Oysa Lenin, “Her devrimin temel sorunu devlet iktidarı sorunudur” der ve Gramsci’nin tersine devrimi “eski üstyapının parçalanmasından, farklı sınıfların yeni üstyapıyı kendi yolundan kurmaya çalışan bağımsız eylemlerinden başka bir şey değildir” diye tanımlar. Gramsci bunun “Doğu” için geçerli olduğunu söyleyerek itiraz edebilir, ancak bu coğrafi ayrımlara kurban edilemeyecek önemde bir ilke sorunudur.
Geri Doğu ülkeleri ile ileri Batı ülkeleri arasında, hatta bunların kendi içlerinde farklılıklar elbette vardır. Ama bunlar Gramsci’nin yaptığı gibi birbirlerine zıt devlet ve devrim teorilerini gerektirecek boyutta değildir. Ekim Devrimi ile İtalya ve Almanya’da olası devrimleri zıt kutuplara yerleştirmek mübalağalı bir yaklaşımdır.
Devleti tanımlamak, devrimin yolunu tanımlamaktır. Lenin’de, hangi ülkede olursa olsun, dost ve düşman sınıfların karşılıklı olarak politik-askeri mevzilenmesi ve çatışması olarak kavradığı devrim olgusu, Gramsci’de sivil toplumda yürütülecek hegemonya ve karşı hegemonya mücadelesi olarak tasavvur edilir. Bu görüşün arka planında, Batı’daki güçlü devlet yapılanmaları karşısında silahlı devrimin başarısına olan inançsızlık yatmaktadır.
Gramsci’yi anlamamızı sağlayacak anahtar sosyalizme geçiş stratejisinin omurgasını oluşturan hegemonya kavramıdır. Lenin bu kavramı burjuva demokratik devrimde proletaryanın köylülük ve öteki sömürülen tabakalarla ittifak ilişkisini ifade etmekte kullanmıştır. Ana doğrultu proletaryanın siyasi önderliği altında halkın ikna ve çıkar ortaklığına dayalı birliğini sağlamaktır. Gramsci ise bunu kapitalist toplumda burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki ideolojik-kültürel egemenliğini kapsayacak şekilde genişletir. Hegemonyayı yönetici gücün insanların rızasını kazanarak onlar üzerinde hakimiyet kurması ve meşruiyet kazanması olarak tanımlar. Kavramın bu yönde genişletilmesinde henüz bir sakınca yoktur, hatta bu daha bir üst bakış olarak görülebilir.
Gramsci devrimin neden Almanya, Fransa ve İtalya gibi ülkelerde değil de Rusya’da gerçekleştiği sorusundan yola çıkar. Rusya’da Çarlık devleti muhaliflerine karşı iktidarını sistematik baskı ve şiddet uygulayarak koruyordu, uygun koşullarda karşı baskıyla, yani silahlı ayaklanmayla da devrildi. Batı toplumlarındaysa “alt sınıflar” zordan çok rıza ile yönetilirler. O yüzden devrimci geçiş sürecinin seyrinin farklı olması gerekir. Hegemonyayı ele geçirmek demek kendi dünya görüşünü kitlelere benimsetmek, onların zihinsel ve ruhsal yapılarını değiştirmek, burjuvazinin rızaya dayanan hegemonyasını boşa çıkarmak demektir. Yani, işçi sınıfı, daha kapitalizm koşulları altındayken tüm ezilen ve sömürülenleri ahlaki, ideolojik ve siyasi hegemonyası altında birleştirmelidir. Sivil toplumu fethetmek için kitaplar, broşürler, gazeteler, dernekler, toplantılar, sanatsal ve kültürel faaliyetler gerektiren yoğun ve uzun süreli bir çalışmaya ihtiyaç vardır. Ne var ki karşı hegemonya oluşturulurken, devletin buna seyirci kalıp kalmayacağı, geri dönülemez noktaya varmadan takoz koyup koymayacağı açık değildir.
Gramsci, Lenin’deki hegemonya kavramının koordinatlarını değiştirmiştir. Lenin’de stratejik açıdan hegemonya kavramı otomatikman politik iktidar mücadelesine tabidir. Proletarya, ittifak ettiği sosyal güçler üzerindeki hegemonyasını, partisinin öncülüğünde yürüteceği sınıf mücadeleleri, programatik talepler etrafında gelişen ve taktiklerle yönlendirilen bir eylemlilik içerisinde, ekonomik, politik-askeri ve ideolojik mücadeleler silsilesi sayesinde gerçekleştirebilir. Gramsci’de bu, ideolojik ve kültürel çalışma, halkın dünya görüşünün değiştirilmesi biçimini alır. İlkinde hegemonyanın ana iticisi politik eylem, politik eylemin değiştirici, dönüştürücü gücü, ikincisinde ideolojik-kültürel çalışmadır. Kitlelerin eğitilmesinde Lenin’de vurgu sınıf mücadelesi, kitlelerin kendi deneyimleri temelinde eğitilmeleri iken, Gramsci’de geleneksel eğitime (pedagojiye) doğru bir kayış görülür.
Gramsci, burjuvazinin hegemonyasının ana dayanağını baskı ve tahakküme dayalı devlet kurumlarında değil, burjuvazinin gönüllülüğe dayanan rızayı sağladığı sivil toplumda görür. Hegemonyayı, “sivil toplum”da rızanın örgütlenmesi (insanların “kalplerinin ve zihinlerini” kazanma mücadelesi) olarak tarif eder. Egemen blok, siyasal alanın ötesinde toplumun tümünü kontrol eder. Rıza, egemen sınıfın ekonomik alanda tuttuğu yerden kaynaklanan saygınlığın sonucudur. Karşı hegemonya bunu kırmak üzere, şiddet ve zora başvurmadan inşa edilir. “Manevra savaşı” son hamledir.
Kendini Batı Marksizmi olarak adlandıran Avrupa solunun aklına karpuz kabuğu düşüren, uluslararası önemde bir model oluşturan Ekim Devrimi’ne “Doğu” etiketi yapıştıran Gramsci’dir. “Doğu” diyen varsa, “Batı” diyen de çıkacaktır. Kurucuları A. Gramsci, D. Lukacs ve K. Korsch olan Batı Marksizminin (öteki adı neo-Marksizm) Frankfurt Okulu, yapısalcı Marksizm, Freudcu Marksizm, varoluşçu Marksizm gibi başka kolları da vardır. Frankfurt Okulu’nun “kültürel Marksizm”i ile Gramsci’nin “kültürel hegemonya” arasındaki paralellik tesadüf değildir. Yine tarihselcilik karşıtı olmalarına rağmen, Althusser ve Poulantzas, Gramsci’nin sivil toplum kavramını, kendi dillerine “İdeolojik Devlet Aygıtları” diye çevirmişler ve bunu devlet kavramına dahil ederek Gramsci ile aralarına köprü kurmuşlardır. Batı Marksizminin tarihini yazmış Pery Anderson tam boy eleştirdiği Gramsci’yi Batı Marksizminin ortak müştereği saymakta haksız değildir. Gerçekten de hala içlerinde bir kısım Marksistlerin de olduğu dünya solu içerisinde ikon durumundadır. Bu bakımdan, Gramsci’nin düşünceleri Batı Marksizminin ilk varyantlarından birisidir.
Avrokomünizmin ortaya çıkışı ile Gramsci okumasının moda haline gelmesinin çakışması herhangi bir zamanda veya kendiliğinden olmamıştır. 1970’ler sonrası devrim dalgasının tedricen düşüşe geçtiği, umutsuzluk belirtilerinin gelmeye başlandığı, Avrupa’da Leninist devrim teorilerinden yüz geri edildiği bir dönemdir. Yenilgi döneminde doğan bir teorinin müşterilerinin devrimci olmayan dönemde çoğalarak yayılması gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır. Batı Avrupa’da devrim olmamasından kalkarak uzun soluklu, sayısız ara aşamadan geçecek bir devrim tasarlayan Gramsci, devrimi çıkmaz ayın son çarşambasında gerçekleşecek bir sorun olarak gören Batı Marksizmi için esin kaynağı olmuştur.
İtalya, İspanya ve öteki ülkelerde Avrokomünizme geçen parti teorisyenlerinin, o güne kadar fazla tanınmayan Hapishane Defterleri’nin tanıtımında baş çekmeleri boşuna değildi. Dönek Carillo, “Avrupa komünizmi ilkelerinin Antonio Gramsci’nin fikirlerine ve çalışmalarına geri döndüğünü” söyleyerek kendine Leninsiz-Stalinsiz bir geçmiş yaratmaya çalıştı. Marksizm-Leninizm, sosyalist devrim ve proletarya diktatörlüğünden vazgeçerek sosyal demokratlaşan, NATO’yu ve AB’yi olumlayan, Vatikan’la diyalogdan yana, Hıristiyan demokrat ve sağ partilerle koalisyon arayışındaki İtalyan Komünist Partisi, İspanyol Komünist Partisi ve Fransız Komünist Partisi gibi Avrokomünist partiler sistemin kurallarına göre oynayan muhalefet partileri rolüne soyunurken, Gramsci’nin sivil toplum ve hegemonya teorisini arkalarına almayı ihmal etmediler.
Gramsci’nin politik iktidara giden yolun “sivil toplumun ele geçirilmesi”nden, yani ideolojik alanda hegemonya dolayımından geçtiği tezi, Avrokomünistlerin çıkış noktasıdır. Düzenin asli temelinin ideolojik egemenlikte yattığı, üstyapı alanında devletin baskı mekanizmasının ikinci plana kaydığı, parlamenter yoldan iktidarın elde edilebileceği görüşleri, devrimden ve proletarya diktatörlüğünden vazgeçen Batı Solu’nun tümünün ortak paydasıdır.
Son olarak Gramsci’nin fikirleri sadece Frankfurtçuların, post-yapısalcıların, neo-Marksistlerin, Avrokomünistlerin, post-Marksistlerin değil, Avrupa aşırı sağının, liberallerin, siyasal İslamcıların bile ilgisini çekmiştir. Sovyetler Birliği çökmeden önce Doğu Avrupa’nın Polonya gibi revizyonist ülkelerinde ortaya çıkan muhalif yeraltı grupları Gramsci’yi tersyüz ederek, onun tezlerinden bir karşıdevrim teorisi çıkarmaya çalışmışlardır. Polonya’da Dayanışma Sendikası’nın işçi sınıfının çoğunluğunu kendi yanına çekmesi hegemonya teorisinin doğrulanması olarak yorumlanmıştır.
Gramsci, elbette bunlardan sorumlu değildir. Avrokomünistler, post-Marksistler gibi Marksizmle bağını büsbütün kesecek kadar bataklığa saplanmış biri değildi. Komünizm idealinden vazgeçerek radikal demokrasiye fit olan Laclau gibi iflah olmazlarla asla bir tutulamaz. Hiç olmazsa, onlar gibi dikkatini burjuvaziyle nasıl uzlaşacağı, sağla nasıl koalisyon kuracağı üzerinde değil, dünyanın nasıl dönüştürülebileceği üzerinde kafa yordu. Proletaryaya ve komünizm idealine bağlı biriydi. Devrimcilerin de eleştirel mesafelerini koruyarak Gramsci okumasından öğrenecekleri şeyler vardır. Kendi adıma paradigması dışında kalmak kaydıyla bazı kavramlarından yararlanmaktan yanayım.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.