Salgının kontrol edilmesini sağlamak üzere insanlara “Eve dönün” çağrısı yapmak yetmez. Tutsaklar ve Suriye’ye ölüme gönderilen gençler için de “Eve dönüş” çağrısı yapmak gerekir
Bizim iktidarın Trump ve Boris Johnson’ı örnek alırcasına hafife alıp, kolay atlatılacak bir salgın muamelesi çektiği koronavirüs, sınır tanımadan büyük bir hızla ilerliyor.
Cumhurbaşkanı’nın açıkladığı tedbirler paketine bakınca, iktidarın tüm dünyanın ve de ülkenin nasıl bir tehditle karşı karşıya olduğu gerçeğini tam kavrayamadığı anlaşılıyor.
İlan edilenler, adeta bu salgına karşı acilen atılması gereken adımlardan çok belli kesimlere bu fırsattan istifade, devlet kaynaklarının nasıl aktarılacağını gösteren bir deklarasyon niteliğinde.
İktidarın bu yetersiz ve anlamsız açıklamasına rağmen meselenin ciddiyetini kavrayan ilgililer, gereken uyarıları yapıyor, bu felaketin mümkün olacak en az zararla atlatılabilmesi için alınacak önlemleri sıralıyorlar.
Bu uyarılardan en önemlisi, salgının yayılma hızının ve etkisinin sınırlandırılabilmesi amacıyla insanların mümkün olduğu kadar sokağa çıkmamaları ve sosyal temastan kaçınmaları gerektiğine ilişkin duyuru.
İktidar da son gelişmeler karşısında en azından söylem olarak bu konunun önemli olduğunu belirtmek zorunda kaldı ve zorunlu olarak çalışmaları gerekenler dışında kalanlar için, “Eve dönün” çağrısı yaptı. Yapıyor.
Bunu sağlayabilmek için bazı ülkeler sert tedbirler koyuyor. Sokağa çıkma yasağı uygulayanlar, yaptırımlar, cezalar getirenler var.
Ankara da yakında bu tedbirlere başvurmak zorunda kalacak gibi görünüyor.
Ülkeyi yönetenler kısa bir süre içinde, sadece işverenler ve inşaat şirketlerinin çıkarlarını korumak amacıyla getirilen bu tedbirlerle salgını geriletmenin mümkün olmadığını anlamak zorunda kalacaklar.
“Eve dönün, evde kalın” çağrısı sonuç alıcı bir tedbiri ifade ediyor ve bir maliyetinin de olması gerekir ama bu konuda iktidardan ses çıkmıyor. Neredeyse bütün Avrupa devletleri işçilerin ve diğer çalışanların ücretlerinin önemli bir bölümünü ya da tamamını ödemeyi kabul ettiklerini açıklarken iktidar sadece insanlara, ‘Eve dönün’ çağrısı yapmakla yetiniyor.
Peki, bunun sağlanması salgının etkilerini ve zararlarını ne ölçüde azaltır?
Mesele çözülebilir mi?
Hemen değilse bile, salgının yayılma hızının bu yolla azaltılması beklentisi var. Bu sayede ülkelerin sağlık alt yapıları hastalıkla mücadele edebilmek için zaman kazanacak ve hastalığı geriletmeleri mümkün olabilecek.
Türkiye’ye dönersek:
Çalışanların, sokaktaki insanların (milyonlarca işsizin), emeklilerin, gençlerin vb. eve dönmesi yeterli mi? Onlar eve döner ve evde kalırlarsa sorunlar çözülebilecek mi?
Kuşkusuz çözülemeyecek.
Çünkü eve dönmeleri gereken başkaları da var.
Cezaevleri tıka basa dolu ve tutuklu ve hükümlü 300 bine yakın tutsak her an bu salgının kurbanı olma riskini taşıyor.
İnsan hakları örgütleri ve savunucuları sürekli iktidarı uyarıyor. Zindanlardan, tutsaklardan da mesajlar geliyor.
İçerdeki insanlık dışı şartlar, sağlıklı bir insanın bile hasta olması için yeterli olumsuzlukları taşıyorken Koronovirüs’ün cezaevlerinde bir salgını başlatması neredeyse an meselesi.
Hatta bazı tutsaklarda hastalığın belirtilerinin görüldüğüne ilişkin iddialar dolaşıyor.
Selahattin Demirtaş’ın eşi Başak Demirtaş’ın bu konudaki çağrısına kulak vermek gerekiyor.
“Yaklaşık 300 bin kişinin insanlık dışı koşullarda kalmasının hukuka aykırı olduğunu” söyleyen Demirtaş, Koronavirüs’e karşı cezaevlerinde alınan önlemlerin yetersizliğine dikkat çekerek, “Onlar içeride, virüse karşı neredeyse hiçbir imkâna sahip değiller” dedi.
Üç vardiya çalışan ve sürekli dışarıyla temas halinde olan cezaevi görevlilerinin de ciddi risk altında olduğunu belirterek, görevlilerin virüse yakalanması halinde cezaevine bulaştırma ihtimalinin çok yüksek olduğuna dikkat çekti.
Demirtaş, personeliyle, tutuklusuyla, hükümlüsüyle cezaevlerindeki tüm insanların adeta Korona’ya terk edilmiş durumda olduğunu söyledi.
Bu konuda yoğunlaşan çağrılar karşısında iktidarın yeni bir yargı paketi hazırladığı ve bazı tutuklu ve hükümlülerin bu sayede serbest bırakılmasının mümkün olacağı söyleniyor.
Fakat bir yandan da cezaevlerinde bir salgının patlama ihtimali her geçen gün daha da artıyor.
Zaman geçirmeden, cezaevlerinin mümkün olduğu kadar boşaltılması ve insanların evlerine dönmelerinin sağlanması gerekiyor.
Tabii bu sayede iktidarın emireri durumuna indirgenmiş yargının neden olduğu adaletsizliklerin, hukuksuzluğun bir kısmı da telafi edilmiş olabilir.
Evlerine dönmeleri gerekenler sadece salgından korunmak istenen vatandaşlar ya da cezaevlerinde insanlık dışı koşullarda salgın tehdidi altında yaşamaya çalışanlar değil.
Kuzey Suriye’de, İdlib’deki son gelişmelere baktığımızda bölgedeki askerlerin de artık eve dönme zamanlarının geldiğini söylemek gerekiyor.
Kuşkusuz onlar da bölgede patlayacak bir salgın karşısında çok korumasız ve çaresiz kalabilirler. Yüzlerce askerin yan yana, iç içe yaşadığı o şartlarda virüsün hızla yayılması söz konusu olabilir.
Dileriz böyle bir durum gerçekleşmez.
Ama ‘Askerler eve dönsün’ derken amacımız bu değil.
Bu iktidar başından beri saplantılı bir anlayışla yürüttüğü vahim Suriye macerasına artık son vermek zorunda.
Suriye’de gelinen noktada ortaya çıkan mesajlar bu gerçeği dayatıyor.
İdlib’de son günlerde TSK’ya yönelik saldırılarda Milli Savunma Bakanlığı’nın açıklamalarına göre 2 asker yaşamını yitirdi.
TSK güçlerine saldıranların bu sefer cihatçı çeteler olduğu söyleniyor. Milli Savunma Bakanlığı yaptığı açıklamada ilk defa bu gerçeği kamuoyuna duyurdu.
Şimdiye kadar İdlib’deki bütün cihatçı örgütlerle iyi ilişkiler içinde olan, bunların bir kısmını kuran, oluşturan, bir kısmını destekleyen ve bir kısmını kendine bağlı elemanlarla doğrudan yöneten iktidarın bu güçleri ‘Radikaller’ olarak açıklayarak böyle bir saldırıyı kabullenmesi ilk kez oluyor.
Bu açıklama aynı zamanda TC’nin Suriye savaşında kullandığı cihatçı örgütler silahının kendisine dönmeye başladığının bir itirafı.
5 Mart’ta Moskova’da yapılan Putin-Erdoğan zirvesinde varılan ateşkes anlaşması gereğince TSK’ya verilen görev, İdlib topraklarının peyderpey cihatçı çetelerden temizlenerek Şam yönetimine devredilmesine yardım etmek idi.
Çünkü Ankara hem Suriye’nin toprak bütünlüğünü bir kere daha teyit etmiş hem de İdlib’deki cihatçıların terörist olduğunu kabullenerek bunlarla savaşma işini üstlenmişti.
Buna karşılık İdlib’deki cihatçı çeteler ateşkesi tanımayacaklarını açıklamışlardı.
Şimdi TSK varılan anlaşma gereğince Şubat ayının son günlerinde ilerlediği Suriye topraklarından geri çekilmeyi kabullenmenin ötesinde, İdlib’in cihatçılardan temizlenmesi işini de yerine getirmeye çalışacak.
Son gelişme TSK’nın Suriye topraklarında bulunmasının hiçbir anlamı kalmadığını gösteriyor. Bu yanlışta ısrarın daha fazla kayıplara neden olacağı şimdiden söylenebilir.
Bu nedenle sadece salgının artış hızının kontrol edilmesini sağlamak üzere insanlara ‘Eve dönün’ çağrısı yapmak yetmez.
Haksız, hukuksuz, uzaktan kumandalı yargılamalarla zindanlara atılan tutsaklar ve baştan beri yanlış politikalar ve saplantılı hayaller uğruna Suriye bataklığında ölüme gönderilen gençler için de ‘Eve dönüş’ çağrısı yapılmalı.
Salgından sonra her şeyi yeni baştan konuşmak gerekecek.
Kaynak: Artı Gerçek
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.