Bireysel sorumluluklara odaklanmak, gerekli olmakla birlikte, bütün ekonomik ve toplumsal yapıyı nasıl değiştireceğimizi soran “büyük soru”yu gölgelediği anda ideoloji işlevi görmeye başlar. Koronavirüse karşı mücadele ancak ideolojik saptırmalara karşı mücadeleyle birlikte ve bununla beraber genel bir ekoloji mücadelesinin bir parçası olarak, birlikte savaşarak verilebilir
Olmaz denilen oldu ve bildiğimiz dünya dönmeyi bıraktı. Peki ya, koronavirüs pandemisi sona erdiğinde hangi dünya düzeni ortaya çıkacak? Zenginler için sosyalizm mi, felaket kapitalizmi mi yoksa tamamen yeni bir şey mi?
Son günlerde kendimi keşke virüs bana da bulaşsa diye düşünürken buluyorum; bu sayede en azından insanı elden ayaktan düşüren şu belirsizlik son bulur. Anksiyetemin yükseldiğinin en belirgin göstergelerinden biri uyku düzenim. Yaklaşık bir hafta önceye kadar hevesle gece olsun diye beklerdim ki sonunda uykuya sığınıp günlük hayatımın korkularından kaçabileyim. Şimdiyse neredeyse tam tersi: rüyalarım (beni bekleyen gerçeklerden oluşan) kâbuslara dönüşecek ve panik içinde uykumdan uyanacağım diye uyuyakalmaktan korkar oldum.
Hangi gerçekler? Alenka Zupancic bunu mükemmel bir şekilde formüle etti, bana da onun bu düşünce zincirini devam ettirmek düştü. Son günlerde, süregelen salgının sonuçlarıyla baş etmeyi gerçekten istiyorsak, radikal sosyal değişikliklere ihtiyacımız olduğunu sıkça duyuyoruz. (Bu mantrayı yaygınlaştıranlar arasında şahsım da bulunuyor.) Ne var ki radikal değişiklikler zaten gerçekleşiyor.
Koronavirüs salgını hepimizi imkânsız olduğunu düşündüğümüz bir şeyle sınıyor. Günlük hayatımıza böyle bir şey olacağını ölsek tahmin edemezdik; bildiğimiz dünya dönmez oldu, bütün ülkeler tecrit modunda, pek çoğumuz birilerinin apartman dairesine tıkıldık (Peki ya bu en ufak güvenlik önlemini dahi alamayanlar?), çoğumuz hayatta kalsak bile bir ekonomik mega-krizin bizi beklediği belirsiz bir geleceğe doğru bakıyoruz.
Bu şu demek; bizim tepkimiz de aynı şekilde imkansızı başarmak olmalı; mevcut dünya düzeni koordinatları içerisinde imkânsız görüneni.
Olmaz dediğimiz oldu, dünyamız durdu, şimdi de daha kötüsünün önüne geçmek için imkânsızı başarmak zorundayız. Peki ama bu “imkânsız” da ne?
Tehdidin büyüğünün açık barbarlığa geri dönüş, kamusal düzensizliklere eşlik eden vahşi yaşamsal şiddet, panik linçi vs. olduğunu düşünmüyorum. (Gerçi sağlık ve bazı diğer kamusal hizmetlerin olası çöküşüyle bu da oldukça mümkün.) Açık barbarlıktan ziyade, insan suretindeki barbarlıktan korkuyorum; pişmanlık ve hatta sempatiyle körüklenen ama uzman görüşleriyle de meşrulaştırılan acımasız hayatta kalma önlemleri.
Dikkatli bir gözlemci, iktidar sahiplerinin bize hitap ederken kullandıkları tonun nasıl değiştiğini kolaylıkla fark etmiştir: yalnızca serinkanlılık ve özgüven yansıtmaya çalışmakla kalmıyor, aynı zamanda düzenli olarak öngörülerini de dile getiriyorlar; pandeminin ömrünü yaklaşık iki yılda tamamlaması ve nihai olarak virüsün milyonlarca ölümün yanı sıra dünya nüfusunun yüzde 60-70 kadarını etkilemesi bekleniyor.
Uzun lafın kısası asıl mesaj şu ki yaşlı ve güçsüzlere sahip çıkmak gibi toplumsal etik değerlerimizin temel dayanağından feragat etmemiz gerekecek. Örneğin İtalya’da, virüs krizi daha da kötüleşecek olursa 80 yaş üzeri ya da diğer ağır hastaların öylece ölüme terk edilmesi teklif edildi bile.
Bu “güçlü olan hayatta kalır” mantığını benimsemenin, savaş bittiğinde hayatta kalma şansları çok düşük olsa bile önce ağır yaralılarla ilgilenmesi gerektiğini belirten en temel askeri prensibi dahi ihlal ettiğini görmesi gerekir. (Ancak yakından bakacak olursak, buna o kadar da şaşırmamamız gerekir: hastaneler hâlihazırda kanser hastalarına bunu uyguluyor).
Yanlış anlaşılma olmasın, ben açık bir realistim; fuzuli ıstırap çekmemeleri için ölümcül hastaların acısız bir ölüme kavuşmalarını sağlamak üzere ilaçların dahi planlanması gerekir. Ama bununla beraber önceliğimiz yardıma ihtiyacı olanların hayatta kalmalarını sağlamak üzere tasarruf gözetmeden, koşulsuzca, masraftan kaçınmadan yardım etmek olmalıdır.
Dolayısıyla, süregelen kriz içerisinde “Toplumumuz artık çıplak hayattan başka bir şeye inanmıyor. İtalyanların hemen her şeyi (normal yaşam koşullarını, sosyal ilişkilerini, işlerini, dostluklarını bile, tutkularını ve dini ve politik görüşlerini) feda etmeye hevesli oldukları apaçık ortada. Çıplak hayat (ve onu kaybetme tehlikesi) insanları bir araya getiren değil, aksine körelten, ayıran bir şey” olduğu işaretini gören İtalyan filozof Giorgio Agamben’e saygıyla itiraz ediyorum.
Olay bundan çok daha muğlak: (çıplak hayat) insanları bir araya ELBETTE getiriyor; kendim de virüs taşıyıcı olabileceğimi düşündüğümüzde, bedensel mesafeyi korumak aynı zamanda karşımızdakine saygı göstermek anlamına da geliyor. Çocuklarım, bana virüs bulaştırmaktan korktukları için benden kaçınıyorlar. (Onlara göre bulaşıcı bir hastalık benim için ölümcül olabilirmiş.)
Son günlerde tekrar tekrar her birimizin sorumluluk taşıdığı ve yeni kurallara uymak zorunda olduğumuz söyleniyor. Basın, yaramazlık yapıp kendilerini ve başkalarını tehlikeye atan insanların hikayeleriyle dolu; bir adam bir dükkana girmiş ve öksürmeye başlamış, falan gibi… Buradaki sorun, tıpkı ekoloji sorununda olduğu gibi basının habire kişisel sorumluluklarımıza vurgu yapıp duruyor olması; eski gazetelerinizi geri dönüşüme gönderdiniz mi, gibi gibi…
Bireysel sorumluluklara böylesine odaklanmak, gerekli olmakla birlikte, bütün ekonomik ve toplumsal yapıyı nasıl değiştireceğimizi soran “büyük soru”yu gölgelediği anda ideoloji işlevi görmeye başlar. Koronavirüse karşı mücadele ancak ideolojik saptırmalara karşı mücadeleyle birlikte ve bununla beraber genel bir ekoloji mücadelesinin bir parçası olarak, birlikte savaşarak verilebilir. UCL ekoloji ve biyoçeşitlilik kürsü başkanı Kate Jones’un dediği gibi, hastalığın yaban hayatından insanlara bulaşması “insanlığın ekonomik gelişiminin gizli bir bedelidir.”
Jones, “Her ortamda bizden daha çok var. Fazlasıyla el değmemiş yerlere gidiyor ve (virüse) daha da maruz kalıyoruz. Virüslerin daha kolay bulaşabildiği habitatlar yaratıp, sonra da yenileriyle karşılaşınca şaşırıp kalıyoruz” diyor.
Yani insanlar için bir çeşit küresel sağlık sistemi yaratmak yeterli değil, doğa da buna dahil edilmeli; virüsler, patates, buğday ve zeytin gibi temel gıda kaynağımız olan bitkilere de saldırıyor. Barındırdığı tüm çelişkileriyle birlikte, içinde yaşadığımız dünyanın küresel bir resmini daima aklımızın bir köşesinde tutmamız gerek.
Mesela, koronavirüse karşı tecridin, virüsten ölenlerin sayısından daha çok insanı kurtarmış olduğunu bilmekte fayda var (tabii resmi ölüm istatistiklerine güven olursa): “Çevresel kaynaklar ekonomisti Marshall Burke, kötü hava koşulları ve bu havayı solumaya bağlı erken yaşta ölümler arasında kanıtlanmış bir ilişki olduğunu söylüyor: ‘Bunu aklımızda tutarken, yerinde -ve kuşkusuz bir o kadar da tuhaf- bir soru da şu; Covid-19 dolayısıyla yaşanan ekonomik gerilemeye bağlı olarak hava kirliliğinde görülen azalma sayesinde korunan yaşamlar, virüsün kendisinin neden olduğu ölü sayısından fazla mı? En tutucu varsayımla bile cevap net bir evet.’ Hava kirliliği düzeyinde yalnızca iki aylık azalmanın sadece Çin’de beş yaş altı 4 bin çocuğun ve 70 yaş üzeri 73 bin yetişkinin muhtemelen hayatını kurtardığını söylüyor.”
Üç katmanlı bir krize yakalanmış durumdayız: medikal (salgının kendisi), ekonomik (salgının sonucu ne olursa olsun canımıza okuyacak olan), artı akıl sağlığı (yabana atılamaz). Milyonlarca insan hayatının temel dayanakları paramparça oluyor ve değişim, uçak yolculuklarından tatillere, gündelik bedensel temas biçimlerine kadar her şeyi etkileyecek. Para piyasaları ve kar koordinatlarının dışında düşünmeyi öğrenmemiz ve sadece üretmek ve zaruri kaynakları tahsis etmek için başka bir yol bulmamız gerek. Diyelim ki resmi makamlar bir firmanın doğru anda satışa çıkarmak üzere milyonlarca maskeyi sakladığını öğrendi, firmayla hiçbir pazarlığa girişilmeyecek; maskelere derhal el konulacak.
Basın, Trump’ın aşının “yalnızca Amerika için üretilmesi” için Tübingen merkezli biyofarmasötik şirketi CureVac’a 1 milyar dolar teklif ettiğini duyurdu. Almanya Sağlık Bakanı Jens Spahn ise, Trump yönetiminin CureVac’ı ele geçirmesinin “söz konusu olmadığını” açıkladı: CureVac ancak ve ancak “tek tek ülkeler için değil, tüm dünya için” aşı geliştirecektir. İşte karşımızda barbarlık ve medeniyet arasındaki mücadeleye örnek bir vaka. Aynı Trump, hükümetin özel sektörün acil medikal teçhizatı üretimini destekleyebilmesini teminat altına alacak olan Savunma Üretimi Kanununu yürürlüğe sokmaya çalışmıştı.
Geçtiğimiz günlerde Trump özel sektörü devralma teklifini duyurdu. Hükümetin pandemiye karşılık olarak özel sektörü harekete geçirmesine olanak tanıyan bir federal destek talep edebileceğini söyledi ve kendisine “ihtiyaç duymamız halinde” yerel endüstriyel üretimi yönetme yetkisi verecek bir yasa çıkarabileceğini ekledi.
Ben birkaç hafta önce “komünizm” kelimesini kullandığımda benimle alay ettiler ama şimdi “Trump özel sektörü devralma tekliflerini açıklıyor”; bir hafta önce böyle bir haber başlığını hayal etmek mümkün müydü?
Üstelik bu daha sadece başlangıç (bunun gibi daha pek çok tedbir gelecektir, dahası devlet idaresindeki sağlık sistemi çok fazla baskı altında kalacak olursa yerel öz-yönetim toplulukları zaruri olacaktır. Yalnızca izole olup hayatta kalmak yeterli değil) bazılarımızın bunu yapabilmesi için temel kamu hizmetlerinin işlemesi gerekir: elektrik, gıda, medikal malzeme… (Yakında iyileşenlerin ve en azından bir süre bağışık kalanların listesine ihtiyacımız olacak, ki acil kamu hizmetlerinde harekete geçebilsinler.)
Bu ütopyacı komünist bir vizyon değil; bu yalın hayatta kalma mücadelesinin gereksinimlerinin dayattığı komünizmin ta kendisi. Bu, ne yazık ki 1918’de Sovyetler Birliği’nin “savaş komünizmi” dediği şeyin bir biçimi.
Ne demişler, kriz anında hepimiz sosyalistiz (Trump yönetimi bile bir tür UBI (Temel Gelir, çn); her yetişkin bireye bin dolarlık çek) vermeyi düşünüyor. Tüm pazar kurallarını çiğneyerek trilyonlar harcanacak ama nasıl, nerede, kimin için? Bu zoraki sosyalizm, zenginler için mi sosyalizm olacak? 2008’de milyonlarca sıradan insan küçük ölçekli birikimlerinden olurken bankaların kefaletle kurtarıldığını hatırlayın? Salgın, Kanadalı yazar ve toplumsal aktivist Naomi Klein’in “felaket kapitalizmi” dediği uzun, hüzünlü hikayenin bir parçası olarak mı kalacak, yoksa içinden yeni (daha mütevazı, ama belki biraz da dengeli) bir dünya düzeni mi çıkacak?
19 Mart 2020
[RT’deki İngilizce orijinalinden Sena Çenkoğlu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.