Artık “Yeni Türkiye”den eskisi kadar söz edilmiyor. Çünkü AKP yalnız ekonomide değil, siyasi İslam projesinde de dış politikada da çöküş sinyalleri veriyor. Baş sorumlu elbette AKP iktidarı ve başındaki Tayyip Erdoğan’dır. Ancak bu başarısızlıktan bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Yeni Osmanlıcı dış politikanın teorisyeni ve başlatıcısı Ahmet Davutoğlu ve ekonominin başındaki uluslararası sermaye çevrelerinin güvenilir adamı Ali Babacan da peyderpey sorumludurlar
Ahmet Davutoğlu Gelecek Partisi’ni kuralı üç ay oldu. Bu Çarşamba da Ali Babacan Demokrasi ve Atılım Partisinin (DEVA) programını açıkladı. Böylece AKP’den kopanlar Abdullah Gül ekibiyle birlikte iki buçuk parçaya bölünmüş oldular.
Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan, AKP’nin bir numarası Tayyip Erdoğan’dan sonra, AKP iktidarı boyunca cumhurbaşkanlığı, dışişleri bakanlığı, ekonomi yönetimi gibi en önemli makamlarda bulunmuş politikacılar. Daha düne kadar hep bir ağızdan maestro Erdoğan eşliğinde, “Beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısını söylüyorlardı. Şimdiyse ülkeyi iyi yönetemediği gerekçesiyle Tayyip Erdoğan’ın karşısına muhalefet partileri olarak çıkıyorlar.
Gelecekte ne yapacakları geçmişlerinde saklı değilmiş, omuz omuza yıkmamışlar gibi, “parlamenter demokratik sistemi” tekrar geri getirecekleri vaadinde bulunuyorlar.
Tayyip Erdoğan, “Yeni Türkiye mücadelesi aynı zamanda bizim ‘kızıl elmamız.’ İnşallah bu yolda Rabbim ömür verdiği sürece kararlılıkla yürüyeceğiz” demişti.[1] 2011 seçimlerinin ve Gezi’nin ardından yüksek sesle dillendirilmeye başlayan “Yeni Türkiye” sloganı, Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasının ana temasıydı. Gül, Davutoğlu ve Babacan “Yeni Türkiye” bayrağını Erdoğan’la birlikte salladılar.
Mustafa Kemal de kurduğu cumhuriyete “Yeni Türkiye” adını vermişti. Gerçi fazla da yeni olmadığı görüldü ama en azından çöken bir imparatorluğun enkazından laik bir ulus-devlet çıkarmıştı. Erdoğan’ın Kemalist Türkiye’yi “eski”, kendisininkini “yeni” ilan etmesiyse sadece kronolojik olarak doğruydu.
“Yeni Türkiye”, Batılıların “ılımlı İslam” veya “post-Kemalizm”, liberal solun “II. Cumhuriyet”, akademik solun Bonapartizm veya sağ popülizm, devrimcilerinse faşizm dedikleri mega projenin ta kendisiydi. AKP’nin başı, Cumhurbaşkanı, başkomutan sıfatıyla “Reis”, kurmakta olduğu yeni düzenin adını koymuş, “milli” ve “yerli” diye de tescil ettirmişti. İsim babasının ve akıldanesinin iktidar yanlısı bir yayınevince basılmış “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” (2008) adlı kitabın yazarı CIA ajanı G. E. Fuller olduğunu saymazsak, öyle denilebilirdi.[2]
O güne kadar totaliter bir İslam devleti kurmak istediğini açıkça deklere etmeyen AKP, ‘laisizm’i demokrasi ve özgürlüğün ön şartı sayan bir söylem kullanmıştı. AKP’nin Avrupa Birliği’ne üyelik girişimlerini kalkan olarak kullanmasına kanan liberal sol da “İkinci Cumhuriyet”te, yani “Yeni Türkiye”de demokratikleşme reformlarının tamamlanacağı ve darbelerin ebediyen sona ereceği hayaline kapılarak kervana katılmıştı.
AKP’nin “eski” ve “yeni” Türkiye kavramsallaştırmaları, “bir devrin kapanıp yeni bir devrin açılacağı düşüncesi”ne dayanır.[3] Yani, AKP öteki egemen sınıf partileri gibi hükümet değişikliğiyle yetinmek istemiyordu. Bu yüzden, 2002’de başlayan eski Türkiye’den “Yeni Türkiye”ye geçiş sürecine “sessiz devrim” dendi.[4] Eski faşizmden mülhem Fuller’in bu demode sözü, milli bir buluşmuş ya da kutsal bir kelammış gibi, bütün AKP önde gelenlerinin ve sadık liberallerin ağızlarına pelesenk oldu.[5]
Dinsel faşist proje demagojik bir cilayla ustaca gizlendi. Ama bazen sıradan, düz kafalı bir insanın gerçeği bütün sadeliğiyle anlattığı durumlar olur: “Biz yeni bir devlet kuruyoruz. Beğenin beğenmeyin bu devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan’dır. Yapılan Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) yeni bir TSK’nın inşasıdır. Biz vesayet düzenini yıktık.” [6]
Tayyip Erdoğan, Kemal Atatürk sembollerini depolara kaldıramayacağını, kurucu lider olarak birinci “tek adam”ın üstüne çıkamayacağını gördüyse de Çankaya Köşkü ve “Bakanlıklar”ın yerine Saray’ı geçirerek, devleti tek merkezden yönetmesini sağlayacak mekanizmaları kurarak yoluna devam etti. Eski resmî ideoloji ve tarih yazımını aşındırarak yerine İslamcı resmî ideoloji ve tarih yazımını devreye sokma yolunu seçti. “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”nin altı doldurulduğunda ve muhalefetten arındırılmış bir Türkiye yaratıldığında, AKP’nin “sessiz devrim”i (yani faşist karşıdevrim) tamamlanmış olacaktı.
Ayhan Oğan inşa sürecinin en önemli yanına vurgu yaptığı için “devlet” ve “ordu”dan söz etmişti. Oysa faşizmin kurumsallaşması için bu yetmezdi. “Türk tipi başkanlık sistemi”ni resmileştiren yeni bir anayasa yapılması, idari, adli, askeri yapılanma yanında ideolojik ve kültürel dönüşümün tamamlanması, toplumsal yaşamın dini esaslara göre yeniden organize edilmesi ve bunların yeni Osmanlıcı fetihçi dış politikayla uyumlulaştırılması da gerekmekteydi.
Başlarda “Yeni Türkiye”de İslami kimlik ve kültür prangalarından kurtulunurken toplumun da özgürleştirileceği yanılsaması yaratılmıştı. Gerçekte kurulansa bunun tam tersine neoliberalizmin krizine ve her türlü sarsıntıya dayanacak türde yeni bir devlet biçimiydi: İslami anlayışın toplumsal, siyasal ve ideolojik süreçlere hâkim olacağı, kökü dışarıda neoliberal politikaların “yerli ve milli” bir renk alacağı ve bunlar devlet terörüyle güvenceye alındıktan sonra devlet-i ebed-müddet üzerindeki parantezin kaldırılacağı bir devlet biçimi. Değişmeyen ve değişmeyecek tek şeyse, bağımlı kapitalist ekonomik sistem olacaktı.
AKP iktidarı “Yeni Türkiye” hedefi doğrultusunda epey yol aldıysa da istediklerini tam yapamadı. Önüne dış ve iç engeller çıktı. Kendi eliyle büyüttüğü “FETÖ” neredeyse gözünü oyacaktı, karşısında yüzde ellilik bir muhalefet bloku oluştu, seçim darbeleri aldı. Yeni partilerin kurulmasında görüldüğü gibi büyük koalisyon öğelerine ayrılma, ufalanma sürecine girdi.
Cumhuriyetin yüzüncü yıldönümüne gönderme yapan “2023 vizyonu”, “Yeni Türkiye”nin ekonomik geleceğine dair büyük vaatler içeriyordu. 2011’de ilan edilen 2023 hedeflerine göre, Türkiye dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girecek, ihracat 500 milyar dolara, kişi başına gelir ise 25.000 dolara çıkacaktı. Türkiye öz kaynaklarıyla bu hedefleri yakalayabilir miydi? Yakalanamayacağı bilindiği için umutlar Yeni Osmanlıcı dış politikanın getirilerine bağlanmıştı.
Bugüne kadarki gelişmeler gidişatın tersi yönde olduğunu gösteriyor: 2011’de 134 milyar 907 milyon olan ihracat 2016’da 142 milyar 530 milyon dolara, 2019’da 180 milyar 468 milyon dolara ancak çıkarılabildi. Kişi başına milli gelir ise 2011’de 11 bin 205 dolarken 2017’de 10 bin 597 dolara, 2018’de 9 bin 632 dolarken 2019’da 9 bin 127 dolara geriledi. Dolayısıyla 2023 hedefinin yarısının altında kaldı. 2011’de 200 milyar 367 milyon olan toplam dış borcun, 2019’da 453 milyar 423 milyon dolara çıkmasıyla tablo tamamlanıyordu.
Uzun lafın kısası vadedilenin tam tersi oldu: Dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girmesi hedeflenen Türkiye, 2018 yılında 2 sıra gerileyerek 19. sıraya düştü. Önümüzdeki üç yılda ağzıyla kuş tutsa ne ihracat ne kişi başı milli gelir vaadini yerine getirebilir. Dünyanın ilk on ekonomisi arasına girmesiyse imkansızdır. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi ileriye doğru değil geriye doğru gitmektedir. Üstelik, ne zaman sona ereceği belli olmayan bir krizle, Suriye’den Libya’ya uzanan askeri operasyonlarının getireceği mali yükle boğuşmak durumundadır.
***
Artık “Yeni Türkiye”den eskisi kadar söz edilmiyor. Çünkü AKP yalnız ekonomide değil, siyasi İslam projesinde de dış politikada da çöküş sinyalleri veriyor.
Baş sorumlu elbette AKP iktidarı ve başındaki Tayyip Erdoğan’dır. Ancak bu başarısızlıktan bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Yeni Osmanlıcı dış politikanın teorisyeni ve başlatıcısı Ahmet Davutoğlu ve ekonominin başındaki uluslararası sermaye çevrelerinin güvenilir adamı Ali Babacan da peyderpey sorumludurlar. Düne kadar attıkları “Yeni Türkiye” naraları hala kulaklarda çınlıyor.
Dipnotlar:
[1] Milliyet.com.tr, 10 Nisan 2015. Türk mitolojisinde “Kızıl Elma” imgesi ulaşılması gereken hedefi ve amacı (cihan devleti, Türk birliği gibi) ifade eder.
[2] G. E. Fuller, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti: Yükselen Bölgesel Aktör”, Timaş Yayınları, İstanbul-2008
[3] Yalçın Akdoğan, Sabah, 15 Temmuz 2014
[4] G. Fuller, New York Times, 28 Ocak 2004
[5] G. Fuller’in AKP iktidarına ettiği hizmetlerin mükafatı darbe girişiminden sonra İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 2017 Aralığında hakkında çıkardığı tutuklama kararı olmuştur.
[6] Ayhan Oğan, Cumhuriyet.com.tr, 6 Ağustos.2017
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.