Pazarkule Sınır Kapısı’nda muazzam distopik manzaralar vardı. Sayının artmasıyla kapının önündeki alana sığmayan mülteciler, tel örgülerde bir yarık açarak iki kapı arasındaki bölge ile bu bölgenin her iki tarafındaki araziye yayılmışlardı. İki kapı arasındaki bölgenin hemen yanındaki alanda dolaşırken “Hudut namustur” yazılı tabelayı gördüm. Klişe bir sloganın anlamını fazlasıyla yitirdiği bir andı
Gece saat 00.30 suları. Türkiye ile Yunanistan arasındaki Pazarkule Sınır Kapısı’na yaklaşık 2 kilometre kala yüzlerce mülteci polis tarafından durdurulmuş ve kapıya ulaşmalarına izin verilmiyor. Aralarında Afgan, İranlı ve Suriyelilerin olduğu birkaç yüz mülteci birkaç saattir yağmur altında ne yapacaklarını bilmeden beklerken, Edirne İl Emniyet Müdürü geldi ve sabretmelerini söyledi. Bu sırada mülteciler arasında “Gitmemize izin vermiyorsanız bizi geri götürün” diyen de vardı, “Gidene kadar buradayım, açın önümüzü” diyen de.
İdlip’te tırmanan gerilimin ardından Saray-AKP iktidarının 28 Şubat’taki “Mültecilerin, Avrupa’ya geçmesine engel olunmayacak” açıklamasının üzerinden 24 saat geçmiş ve birkaç yüz mülteci Avrupa’ya karadan ulaşmak için Edirne’ye (Kapıkule, Pazarkule ve İpsala sınır kapıları) ve denizden ulaşmak için Çanakkale (Ayvacık) ve İzmir’e (Çeşme) akın etmişti.
Tayyip Erdoğan’ın Bulgaristan Başbakanı ile 28 Şubat’ta yaptığı telefon görüşmesi sonrası iki ülke arasındaki Kapıkule Sınır Kapısı kapatılırken, gece saatlerinde buraya ulaşmaya çalışan mülteciler de Türk güvenlik güçleri tarafından geri çevriliyordu. Bu kapıdan umduğunu bulamayan mülteciler, şimdi yaklaşık 25 km yürüyerek Pazarkule Sınır Kapısı’na gitmek zorundaydı.
Pazarkule yolu üzerindeki bekleyişimiz sırasında sağlı sollu dizilmiş çoğunluğu 34 ve 22 plakalı taksiler ve panelvanlar dikkat çekiyordu. Sabah saatlerinden itibaren İstanbul’dan araçlarla buraya getirilen mültecilerin sınır kapısına dahi ulaşamaması halinde geri dönüşler için fırsat kolluyorlardı şüphesiz. Kimi de açık açık “Zaten sizi almayacaklar, götürelim” diyordu. Ancak il emniyet müdürüyle yapılan görüşmeden kısa süre sonra mültecilerin kapıya gidişine izin verilince bu kez de bazıları sınır kapısına giden 2 kilometrelik yol için müşteri arayışına geçti.
Biz de mültecilerle birlikte yürüyorduk. Yüzlerce insan, yolun her iki tarafında yan yana en fazla ikişer üçer halde uzunca bir sıra şeklinde kapıya akıyordu. Bu sırada sırtında çanta, sağ eliyle omzunda bir döşek ve sol elinde birkaç poşet taşıyan bir adam gördüm, ki bu haliyle bir de küçük kızının elinden tutmaya çalışıyordu. Pembe montlu küçük kız çocuğu ise en fazla dört yaşındaydı ve farkında olmadan araçların geçtiği şeride yanaşıyordu. Adama elimle çocuğun elinden tutmasını işaret edince bu kez elinde çocuk olan bir kadın Arapça “Elini bırakma” diyerek seslendi adama. Böyle tanıştım Suriyeli Türkiye (Arapça “Um Nihad”, “Nihad’ın annesi”) ve ailesiyle.
Eşi, eşinin kardeşleri ve 5 çocuğuyla sabah saatlerinde, kendi imkânlarıyla bir araç tutarak buraya gelmişler. Doğu Halep’ten dört yıl önce Türkiye’ye gelen bu aile, Tekirdağ iline bağlı, Çorlu’da yaşıyordu. “Tayyip Erdoğan ‘sınırları açtık’ deyince kalktık geldik, sence bize alacaklar mı?” diye soruyor Türkiye. Ancak sorusuna net bir cevap veremediğimi görünce devam etti; “İzin verirlerse gideceğiz, yok derlerse yapacak bir şey yok. Döneceğiz.”
Pazarkule Sınır Kapısı’nda muazzam distopik manzaralar vardı. Sayının artmasıyla kapının önündeki alana sığmayan mülteciler, tel örgülerde bir yarık açarak iki kapı arasındaki bölge ile bu bölgenin her iki tarafındaki araziye yayılmışlardı. Geceyi burada geçirecek olan yüzlerce mülteci, iliklere işleyen soğukta etraftan buldukları çalı çırpıyla, yetmeyince de kurumuş ağaçlardan kopardıkları iri kıyım dallarla yaktıkları ateşlerle ısınmaya çalışıyordu. Yunanistan tarafındaki kapının yaklaşık 100 metre önünde dikenli tel örgüler ve demir bariyerler, arkasında ise yaklaşık 50 Yunan polisi vardı.
İki kapı arasındaki bölgenin hemen yanındaki alanda dolaşırken “Hudut namustur” yazılı tabelayı gördüm. Klişe bir sloganın anlamını fazlasıyla yitirdiği bir andı.
Biz gece 3 sularında alandan ayrılırken tablo böyleydi. Sabah 7’de yeniden sınır kapısına geldiğimizde ise sayı daha da artmıştı. Sınırın Yunanistan tarafındaki Kastanies Sınır Kapısı’ndaki alarm hali de artmıştı. Kapıya konuşlu onlarca polisin yanı sıra, sınır boyunca tel örgüler ve bariyerlerin aşılmasını engellemek için bekleyen ağır silahlı Yunan askerleri ve zırhlı araçlar vardı.
Saat 8’de mültecilerin barikata yönelmesiyle Yunan polisinin gaz ve ses bombalarıyla saldırısı başladı. Bu ilk saldırı kısa sürmüştü. Ancak saat 09.45 sularında deyim yerindeyse tam bir katliam girişimi yaşandı. Kapının açıldığı iddiasıyla yüzlerce kişi ara bölgeye koşmaya başladı. Birbirini ezenler, yere düşenler… Bu sırada hudut karakolundaki askerler arasında kitleye “Yüklen” diyen, eliyle “Gidin” işareti yapanlar vardı. Neyse ki insanlar kapının açılmadığını görüp durdu da Yunan tarafı o an herhangi bir müdahalede bulunmadı. Aksi halde çok vahim bir tabloyla karşı karşıya kalınabilirdi.
Ancak bir saat sonra, 10.54’te tansiyon yükseldi ve barikatın önünde bekleyen yüzlerce kişinin protestosu üzerine kitleye gazlı saldırı yeniden başladı. Ara ara müdahalenin yoğunluğu öyle bir boyuta vardı ki iki kapı arasındaki ara bölgede tam anlamıyla bir can pazarı yaşandı. Buna karşılık Türk tarafındaki askerler de gerçek silahlarla havaya uyarı atışları yaparak gazlı saldırıyı durdurmaya çalıştı.
Bir müddet sonra bu durum olağanlaştı. Barikata ufacık bir yönelme sonrası Yunan polisi gaz atıyor, gaz maskesi takmış Türk askerler de havaya ateş açıyordu. Gazlı saldırı sırasında mülteciler bazı fişekleri alkışlarla karşıya atıyor, Türk askerlerinin havaya açtığı ateş sonrası da “Türkiye, Türkiye” sloganları atıyorlardı.
Bir müddet sonra geçişlerin yapıldığı söylenen sınır köylerine doğru yola çıktık.
Sınır köyü Üyüklütatar yolunda bir grup mülteciyle karşılaştık. Aralarında çocukların da olduğu 10 kişilik grupta Mağrip bölgesinden (Fas, Cezayir, Tunus) ve Suriye’den insanlar vardı. Bölgeye yeni geldiklerini, sınır kapısındaki saldırıları duyduklarını ve Meriç nehri boyunca bir geçiş noktası bulmaya çalışacaklarını söylediler.
Üyüklütatar’a ulaştığımızda ilk iş bir kahveye geçip köylülerle konuştuk. Bir süredir geçişlerin komşu köy Doyran’dan yapıldığını söylediler. Bu köye gittiğimizde küçük gruplar halinde onlarca mültecinin nehir kenarındaki yasak bölgede beklediğini gördük. Bizim de alana yönelmemiz üzerine iki sivil giyimli kişi, jandarma olduklarını söyleyerek çekim yapamayacağımızı söylediler. Bu sırada mülteciler, iki bot üzerinde karşıya geçiyordu. Botçular yerel halktan. Bazı köylüler botun 600 liraya kiralandığını, mülteciler ise kişi başı 600 lira alındığını söylediler.
Köylüler geceden itibaren yoğun geçişlerin olduğunu belirtse de net sayı belli değil. Zaten bir süre sonra da karşıya geçen yaklaşık 50 mültecinin etrafı Yunan askerleri tarafından çevrildi. Botla karşıya geçmeye çalışan diğer mültecilere de “Go back” diyerek geri çevirdiler. Bunun üzerine kaçakçılar, önce çocuklar olmak üzere mültecileri Türkiye tarafına taşıdı. Ancak bölgede, Meriç nehrinin iki kıyısı arasında mesafenin az olduğu birçok nokta var. Bir nokta kapanınca, kaçakçılar yeni bir noktaya geçiyorlar. Anlaşılan kapıdaki bekleyişin sonuçsuzluğu anlaşıldıkça sınır köylerine yönelen mültecilerin sayısı daha da artacak.
Günün sonunda bir kez daha uğradığımız sınır kapısında bu defa umutsuzluk da artmıştı. Bu defa geri dönüşler için birçok otobüs de alana gelmişti. Bir ara “yetkili” olduğu belirtilen bir kişi, yanında askerlerle ara bölgeye geldi ve kitleye “Yarın durumunuzu çözeceğiz, bize güvenin” dedi. O, alkışlarla uğurlanırken, mültecilerin büyük kısmı bir gece daha burada kalmak için hazırlıklara başladı. İki bölge arasındaki alanda insanlar artık iyice yerleşmiş, ateşlerin başında daha kalabalık gruplar vardı. Mülteciler belirsizliğin biteceği umuduyla bir günü daha dışarıda geçirmesi, onlara “Gidebilirsiniz” diyenler için önemli. Çünkü onlar bu şekilde bekledikçe, iktidarın 100 binin üstüne çıkardığı “Avrupa’ya geçenlerin sayısı” da sözde artmaya devam edebilecek.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.