Ankara, İdlip’te izlediği yanlış askeri, politik ve diplomatik hamlelerle küresel-bölgesel çapta güç kaybına uğradı. Bundan sonra ne Moskova ile ne de Brüksel ile güvene dayalı bir ilişki kurabilir
Putin-Erdoğan arasındaki görüşmede ortaya çıkan sonuçlar, İdlip’in geleceğine dair fotoğrafın netleşmesini sağladı. Rusya’nın belirlediği plan çok açık olarak Türkiye’ye dikte edildi. Ankara’nın belirlediği ve sıklıkla gündeme getirdiği ciddiye alınabilir taleplerin hiçbiri kabul görmedi.
Ankara-Moskova arasında imzalanan İdlip merkezli ‘mutabakat’ Suriye denklemini nasıl etkileyecektir? Bu sorunun doğru yanıtlanması meselenin politik arka planının da doğru kavranmasına yardımcı olacaktır.
İdlip’teki operasyonlar nedeniyle Ankara-Moskova hattında gerilim arttıkça, ikili ilişkiler üzerinde bir taktik savaşı başladı. Ankara, 5 Mart 2020 tarihinde Erdoğan-Macron-Merkel-Putin dörtlüsünün katılacağı bir zirve önerdi. Moskova böyle bir toplantıya ihtiyaç olmadığını belirterek reddetti. Putin, Merkel ve Macron ile ikili telefon görüşmeleriyle sorunları görüşüp özellikle İdlip’teki göç meselesi üzerinde bir anlayış birliğine vardılar.
Ankara, bu kez 5 Mart 2020 tarihinde Putin’in Ankara’ya gelerek Erdoğan ile bir görüşme gerçekleştireceğini açıkladı. Moskova ise bu hamleye karşı “Putin’in daha önemli işleri olduğunu, Ankara’ya gelmeyeceğini, Erdoğan’ın davet edildiğini” açıkladı. İdlip’teki gerilimin Ankara için askeri, politik ve diplomatik olarak ciddi sorunlar oluşturacağını gördü ve daveti kabul ederek Moskova’ya gidildi. Tayyip Erdoğan, “Malum, bu görüşmeyi Türkiye’de yapacaktık. Sizin buradaki anayasa çalışmalarıyla ilgili gelişmeler sebebiyle burada gerçekleştiriyoruz” açıklaması sadece işin biçimsel yanını oluşturuyor. Putin, Ankara’ya gelmeyerek esasen tutumunu ortaya koydu. Erdoğan’ı Moskova’ya davet ederek Rusya’nın kararlılığını ve bundan sonraki sürece ilişkin tutumunu ortaya koydu. Eğer Erdoğan, Moskova’ya gitmemiş olsaydı, bugün İdlip’te büyük bir çatışma süreci başlaşacak ve dengeler bütünüyle değişecekti. İktidar olası olumsuz gelişmelerin Ankara için yaratacağı çok yönlü sonuçları görerek içine sindiremediği halde Moskova yolunu tuttu. Başka bir alternatifi de yoktu denebilir
Uluslararası ilişkilerde ve diplomaside, özellikle liderlerin katıldığı görüşmelerde, makul bir süre olmak koşuluyla baş başa bir görüşme yapılır. Bu tür görüşmeler genelde nezaket gereği olur ve önceden diplomatlar tarafından hazırlanan taslak üzerinde usulen yapılan kısa değerlendirmeleri içerir. Esas belirleyici olan önceden hazırlanmış olan taslağın heyetler tarafından kabulü ve onaylanmasıdır. Karşılıklı heyet görüşmelerinde taslaklar üzerinde nispi bir değişiklik de yapılabilir.
Burada ilginç olan Türkiye kalabalık bir heyetle gelmiş olmasına rağmen Putin’in öncelikle olarak Erdoğan ile baş başa görüşmeye karar vermesidir. Bu görüşmenin 2 saat 40 dakika sürmesi birçok noktada merak uyandırıyor.
Putin neden heyetin olmadığı bir ortamda Erdoğan ile özel olarak görüştü. Heyetin bilmemesi gereken ne gibi bilgileri aktardı? Ayrıca baş başa yapılan görüşme Erdoğan’ın İdlip kararını nasıl etkiledi?
Muhtemelen hem Erdoğan’a ilişkin özel hem de uluslararası alanda Türkiye’yi çok zor durumda bırakacak bir kısım bilgileri yüz yüze aktarmış olabilir. 15 Temmuz 2016’daki Gülen Cemaati merkezli darbe girişimine dair ilk bilgileri Rusya’nın verdiği iddia ediliyordu. Buna benzer Erdoğan için hayatı derecede bir bilgi mi verdi? Türkiye’nin Suriye ve Libya’da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından ‘terörist’ görülen İslami örgütlerle somut ilişkilerini ortaya koyan belgeler mi gösterildi? Ya da Erdoğan’ın ailesine veya yakın çevresine dair bilinmeyen bir kısım bilgileri içeren dosyaları mı masaya bıraktı? Oldukça uzun süren görüşmelerin içeriği açıklanmadıkça spekülasyonları içeren olası sorular gelmeye devam edecektir.
Uluslararası diplomatik ilişkilerde resmi görüşmelerin altyapısı hatta yayımlanacak ortak taslaklar önceden hazırlanır. Heyetler arası görüşmelerde sorunlar belirlenen çerçevede konuşulur. Moskova’da heyetler arasındaki görüşmenin 3 saat sürmesi esasen Türk heyetinin Moskova’ya somut bir plan ve taleple gitmediği anlamına gelir. Daha çok Rusya’nın İdlip için ortaya koyduğu askeri ve diplomatik plan üzerinde bir görüşme gerçekleştirildiği ve Türk tarafının da küçük çaplı bir kısım itiraz veya önerileri üzerinde konuşulduğu anlaşılıyor. Çünkü başta Erdoğan olmak üzere iktidar temsilcileri, İdlip’in Türkiye’nin bölünmesine yol açabilecek kadar önemli bir mesele olduğunu sıklıkla belirttiler. Toplam 6 saat süren bir görüşmede Türkiye’nin kamuoyuna açıklamış olduğu tezlerinin hiçbirinin kabul görmemiş olması Moskova’ya hiçbir somut taleple gidilmediğini gösteren bir veridir. Akla şu soru geliyor: Heyetler arasında 3 saat süren görüşmelerde Türk tarafının ileri sürdüğü ne gibi talepler oldu ve bunların hangileri esas alınarak ortak bir metin hazırlandı? Kimse bilmiyor.
Birincisi, “Türkiye Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu, Suriye Arap Cumhuriyeti’ndeki ateşkes rejiminin uygulanmasının ‘garantörleri olarak” olarak belinlenmiş. Ancak Ankara’nın Suriye’de garantör devlet olarak ciddiye alınabilecek bir durumu söz konusu değildir. Örneğin Türkiye’nin Kıbrıs’ta garantör olmasıyla İdlip’te garantör olması arasında kıyaslanmayacak bir fark söz konusudur. İdlip’te Türkiye’yi garantör devlet olarak yükümlülük altına sokan temel husus, radikal İslamcı örgütlerin tasfiye edilmesinde alacağı sorumluluğun garanti altına almasıdır. Garantör devlet olarak bu sorumluluğu yerine getirmediği takdirde, İdlip’in geleceğinde hiçbir şekilde söz sahibi olamayacaktır.
İkincisi “Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne olan kuvvetli taahhütlerine” çok açık bir tarzda vurgu yapılması Türkiye’nin Suriye politikasında artık zorunlu bir değişime ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Suriye’nin Birleşmiş Milletlerce de kabul edilen orijinal adı ‘Suriye Arap Cumhuriyeti’dir. Ankara’nın ısrarla kullandığı ‘Esed rejimi’ tanımından ‘Suriye Arap Cumhuriyeti’ tanımına geçmiş olmasının politik yansımaları olacaktır. Ayrıca Suriye’nin “egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne” uyulmasının garanti altına alınması da Türkiye’nin Suriye topraklarından kalmasının gerekçelerinin bütünüyle ortadan kalkması anlamına gelir. Bir ülkenin ‘toprak bütünlüğünü ve egemenliğini’ kabul ediyorsanız o ülkeyi temsil eden hükümetin onayı olmadan topraklarında askeri güç bulundurmanız uluslararası hukuka aykırı olur ve yarın Birleşmiş Milletler tarafından ‘işgalci’ güç olarak görülmesi kimseye sürpriz gelmemelidir.
Üçüncüsü, zirveden çıkan önemli kararlardan biri de “terörizmin tüm tezahürleriyle mücadele ile birleşmiş milletler güvenlik konseyi tarafından terörist olarak tanımlanan tüm grupların ortadan kaldırılması yönündeki kararlılıkların” gösterilmesidir. Bunun anlamı şu: İdlip’te ‘ateşkes’ yok ve Heyet-i Tahrir’uş Şam ve Türkistan İslam Partisi gibi gruplara karşı operasyonlar sürecek. Hatta Türkiye, İdlip garantörü olarak Rusya ile birlikte bu operasyonlara katılmak zorunda kalacak. HTŞ’nin denetiminde olan İdlip şehir merkezi olmak üzere birçok alan doğrudan Rusya’nın askeri hedefleri olmaya devam edecek. Ancak BMGK tarafından terörist görülmeyen YPG merkezli Demokratik Suriye Güçleri’ne (QSD) yönelik Türkiye’nin yürüttüğü operasyonlar ciddi olarak tartışma konusu olacaktır.
Dördüncüsü, yapılan bütün açıklamalara paralel olarak İdlip’teki özgün durum üç madde halinde karara bağlanmış. “Öncelikli olarak askeri faaliyetler, 6 Mart 2020 saat 00:01’de itibaren durdurulacaktır.” “M-4 karayolunun kuzeyinde 6 km ve güneyinde 6 km derinliğinde bir güvenli koridor tesis edilecektir. Güvenli koridorun işleyişine dair ayrıntılı esas ve usuller, Türkiye Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu savunma bakanlıkları arasında 7 gün içinde kararlaştırılacaktır” ve “Türk-Rus ortak devriyeleri, 15 Mart 2020 tarihinde M4 karayolunun Trumba’dan (Serakib’in 2 km batısı) Ain-Al-Havr’a kadar olan kesimi boyunca başlatılacaktır.”
İdlip politikası nedeniyle Ankara’daki iktidar gücü Suriye’de kaybederken tersine Rusya desteğindeki Şam gücünü pekiştirdi, etki alanını genişletti.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.