Cinsiyetin kültürle olan ilişkisinin, cinsiyetin doğa ile ilişkisi olmadığı söylenemez. Böyle bir durumda, “biyoloji kaderdir” söylemindeki gibi Butler, aslında kültürün de kader olduğunu ortaya koyar
Kadın sineması (filmleri) üzerine hazırladığım bu dört makalelik yazı dizisinin ikinci bölümünde, Pelin Esmer’in Gözetleme Kulesi filminde kadının Türk toplumunda özne olma durumunu ele alıyorum. Bir önceki yazıda Yeşim Ustaoğlu’nun Tereddüt filmi üzerinden iki kadının (Şehnaz ve Elmas) mücadelelerini tartışırken, Türkiye’de gerçek anlamda bir kadın sinemasından bahsedilip bahsedilemeyeceği sorusunu da tartışmaya açmıştım.
Toplumların oluşumu ve yeni bir imalat türüne geçişle birlikte, erkekler ve kadınlar arasındaki farklılıklar yeni çerçevelerde tanımlandı. Sadece biyolojik farklılıklarla algılanan ataerkil kapitalist sistemde, kadınların özne statüsüne yeni özlemler getirildi ve birçok toplumun görünmez sorunu haline geldi.
Türkiye’de ataerkil bir yapıya sahip olan kadınlar katı bir kalıba sıkıştırılıyor ve belirli roller takip edilerek şekillendiriliyor. Ataerkil bir dünyada, kadınların kurtuluşunun önündeki en büyük engelin toplum olduğunu söyleyebiliriz.
Bu yazı dizisinde, yalnızca kadınların toplum içerisindeki yeri ve erkek zihniyetine odaklanmakla kalmayıp, aynı zamanda kadınların maruz bırakıldığı şartlar ve erkeklerin bu şartlarda nerede oldukları ve etkilerini de tartışmaya açıyorum. Başka bir ifadeyle, bu yazı dizisinde incelenen dört film üzerinden kadınların erkeklere bağımlı olup olmadıklarını veya erkeklerin kadınların kurtuluş mücadelesinde bir ihtiyaç haline gelip gelmediklerini analiz etmeye çalışıyorum. Sinema ve toplumsal yapı ile karşılıklı bir etkileşimin olduğunu düşünürsek -ve varsayarsak-, bu noktada bu filmler gerçekliği bir şekilde yansıtıyor diyebiliriz.
Türk Dil Kurumu’na göre, bir bireyin doğuştan gelen cinsel özelliklerini vurgulayan “seks” kavramı, bireye üreme çalışmasında ayrı bir rol veren ve erkeği kadından ayıran yaratımın özelliği olarak tanımlanmaktadır. Genellikle biyolojik, fizyolojik ve genetik özellikleri karşılar. Cinsiyet -doğumdan sonra- sadece biyolojik yapıları değil, aynı zamanda kız ve erkek çocukların büyümesi sırasında cinsiyet ve farklı kültürler ve toplum tarafından cinsiyetin benimsenmesini vurgular. Nancy Chodorow konu ile öncelikle toplum psikolojisi açısından ilgilenmekte ve ailelerin çocuk yetiştirme geleneklerinin cinsiyet ayrımcılığına yol açtığını savunmaktadır. Ona göre, biyolojik yapıları nedeniyle, anne olduktan sonra kadınlara çocuk bakım görevlerinin yükü, çocuklarda cinsiyetler arasında psikolojik farklılıklar olduğu izlenimine neden oluyor. Çocuk bakımında, anneler kızları anne duygularıyla büyütürken, erkek çocukları yetiştirirken bu duygular bastırılıyor. Simone de Beauvoir, İkinci Cinsiyet adlı kitabında, cinsiyetin kültürel yapısının, ataerkil toplumlardaki kadınların öteki, eksik, pasif, duygusal ve zayıf olarak tanımlandığını belirtir. Hem bireysel hem de sosyal ilişkiler bu önyargılarla belirlendiğinden, bağımsız kadınlar bile bu görüşlerden etkilenir (Tereddüt filmindeki Şehnaz karakterini hatırlayalım). Simone de Beauvoir’e göre “kadın doğulmaz, olunur”. Bu önermeye göre, kadın olmak bir seçim değil, kültürel bir zorunluluktur. Yani, toplum zaman içinde kadın olmanın yolunu dayatır ve kadınların toplumsallaşmada farkındalık olsun veya olmasın içselleştirdikleri roller hakkında farkındalık geliştirir.
Bu bağlamda, cinsiyet biyolojik açıdan geri dönüşümsüz görünse de, cinsiyet kavramı kültürel olarak inşa edilir ve sabit değildir. Dahası, cinsiyet “biyoloji kaderdir” ifadesine meydan okumak için öne çıkarılır. Queer teorisyeni Judith Butler’a göre cinsiyet, yalnızca toplumsal cinsiyetin bir sonucu olarak yasal bir kültür anlayışı olarak anlaşılmamalıdır. Aynı zamanda cinsiyeti kuran üretim mekanizmasıdır. Cinsiyetin kültürle olan ilişkisinin, cinsiyetin doğa ile ilişkisi olmadığı söylenemez. Böyle bir durumda, “biyoloji kaderdir” söylemindeki gibi Butler, aslında kültürün de kader olduğunu ortaya koyar. Cinsiyet, toplumsal cinsiyet, biyoloji ve kültüre dair söylenen bunca şey üzerine acaba Pelin Esmer’in Gözetleme Kulesi filminde genç bir kadın olmak nasıldır ve nelere mal olur…
***
(Yazının bundan sonrası, Gözetleme Kulesi filmine dair spoiler/sürprizbozan içermektedir)
Gözetleme Kulesi filminde, genç bir kadının isyanı ve kurtuluş mücadelesi ya da hayata tutunma çabaları anlatılır. Ve bu çaba, Anadolu’nun geleneksel aile yapısı ve kültürü ile resmedilir. Seher üniversite öğrencisidir ve dayısının yanında kalır. Ardından okulu terk eder ve yerel bir otobüs şirketinde muavin olarak çalışmaya başlar. Yönetmen Pelin Esmer’in, Seher karakterini muavinlik yaptırarak (ki bu iş, toplumda kadın işi olarak görülmez, aksine tamamen erkek egemen bir iştir), aslında güçlü bir karakter yaratmaya çalıştığı açıktır, çünkü Seher, ne pahasına olursa olsun mücadelesini sürdürecektir. Seher, sürücü tarafından tacize uğrar.
Göbeğinin şişkinliğini ve kusmaya başladığını gördüğümüzde, hamile olduğunu anlarız. Otobüs seferi iptal edildiğinde Seher, anne ve babasının yanına ziyarete gider. Annesiyle yaptığı konuşmada, ailesinden para ister ve dört kız arkadaş eve çıkacaklarını söyler. Annesi, “Küçük şehirde olacak iş mi? Konu komşu ne der? Bak kızım, dayın evini sana açtı, yemeğini önüne koydu. Rahat mı battı?” şeklinde hayıflanır. Seher dayanamaz ve karnını göstererek, “Bak güvendiğin kişi beni bu hale soktu” der ve evi sessizce terk eder. İkinci dalga feminizminin sloganı olarak ortaya çıkan “Kişisel olan politiktir” söylemi, Seher’in dayısından olan/olacak bebeği için düşünülebilir. Filmde seyirci dayıyı asla görmez. Bununla birlikte, dayı, görünmemesine rağmen, tüm bunların sebebidir. Tıpkı görünmez olan ama hayatımıza rehberlik eden sosyal normlar gibi.
Bu süreçte, Seher otobüs firmasından ayrılır ve bir lokantada aşçı olarak işe başlar. Burada doğum zamanına gelene kadar hamileliğini gizler ve zamanı geldiğinde çocuğunu doğurur ve onu uygun bir yere terk eder. Seher, sırtında bir yük olmadan yeni hayatına doğru ilerlerken, filmin diğer ana karakteri olan ve gözetleme kulesinde bekçi olarak çalışan Nihat, durumu fark eder. Seher’i takip eder ve sonrasında, “kanaman var, hiçbir yere gidemezsin!” ve onu gözetleme kulesine götürür. Aynı gece bebeği Seher’in yanına getirir ve Seher’i ikna eder ve Seher’in bebeğe bakmasını (anne olmasını) sağlar. Filmin son sahnesinde Nihat’tan kaçmak isteyen ve yeni bir hayata başlamak isteyen Seher, ayaklarına düşen bir şimşek ve ona eşlik eden korkunç bir fırtına ile kalakalır. Zeus’un yıldırımını hatırlatan bu sahne Seher’i Nihat ile kalmaya ve bir aile olmaya zorlar. Seher çocuğu bırakıp daha sonra kaçmaya çalışsa da, bebeğin dayısından olduğunu söyler, Nihat onu ikna eder ve Seher ve bebek ile güzel bir günde uyanan Nihat’ı izlerken bir zoom hareketi ile uyandığını görürüz. Tüm sosyal normların dışında kalmak ve bağımsız olmak isteyen Seher, bir aile olmaya mahkûm edilir.
Seher film boyunca erkek mücadelesi -hegemonya- savaşmaya çalışır. Dayısının yardımı sayesinde bir iş bulsa bile, babası tarafından erkek kardeşi ile kıyaslanır ve sonunda her şeyi ve bebeğini yalnız bırakır. Filmin sonundaki baskılardan kurtulan ve hayatta kalmayı kabul eden Seher için özgürlük, bir erkeğe (Nihat) sığınmakla sınırlıdır.
[Bir sonraki yazıya konu olacak film: Toz Bezi]